Aşk-ı Mecazi’den Aşk-ı Hakiki’ye İnkılab




DÖRDÜNCÜ SUAL: Mahbuplara olan aşk-ı mecazî aşk-ı hakikîye inkılâp ettiği gibi, acaba ekser nasta bulunan, dünyaya karşı olan aşk-ı mecazî dahi bir aşk-ı hakikîye inkılâp edebilir mi?

Elcevap: Evet. Dünyanın fâni yüzüne karşı olan aşk-ı mecazî, eğer o âşık, o yüzün üstündeki zeval ve fenâ çirkinliğini görüp ondan yüzünü çevirse, bâki bir mahbup arasa, dünyanın pek güzel ve âyine-i esmâ-i İlâhiye ve mezraa-i âhiret olan iki diğer yüzüne bakmaya muvaffak olursa, o gayr-ı meşru mecazî aşk, o vakit aşk-ı hakikîye inkılâba yüz tutar. Fakat bir şartla ki, kendinin zâil ve hayatıyla bağlı kararsız dünyasını haricî dünyaya iltibas etmemektir.

Eğer ehl-i dalâlet ve gaflet gibi kendini unutup, âfâka dalıp, umumî dünyayı hususî dünyası zannedip ona âşık olsa, tabiat bataklığına düşer, boğulur. Meğer ki, harika olarak bir dest-i inâyet onu kurtarsın. Şu hakikati tenvir için şu temsile bak:

Meselâ, şu güzel, ziynetli odanın dört duvarında, dördümüze ait dört endam aynası bulunsa, o vakit beş oda olur: biri hakikî ve umumî, dördü misalî ve hususî. Herbirimiz, kendi aynamız vasıtasıyla, hususî odamızın şeklini, heyetini, rengini değiştirebiliriz. Kırmızı boya vursak kırmızı, yeşil boyasak yeşil gösterir. 

Ve hâkezâ, aynada tasarrufla çok vaziyetler verebiliriz. Çirkinleştirir, güzelleştirir, çok şekillere koyabiliriz. Fakat haricî ve umumî odayı ise kolaylıkla tasarruf ve tağyir edemeyiz. Hususî oda ile umumî oda hakikatte birbirinin aynı iken, ahkâmda ayrıdırlar. Sen bir parmakla odanı harap edebilirsin; ötekinin bir taşını bile kımıldatamazsın.

İşte, dünya süslü bir menzildir. Herbirimizin hayatı bir endam aynasıdır. Şu dünyadan herbirimize birer dünya var, birer âlemimiz var. Fakat direği, merkezi, kapısı, hayatımızdır. Belki o hususî dünyamız ve âlemimiz bir sayfadır, hayatımız bir kalem-onunla, sahife-i a’mâlimize geçecek çok şeyler yazılıyor.

Eğer dünyamızı sevdikse, sonra gördük ki, dünyamız, hayatımız üstünde bina edildiği için, hayatımız gibi zâil, fâni, kararsızdır, hissedip bildik. Ona ait muhabbetimiz, o hususî dünyamız ayna olduğu ve temsil ettiği güzel nukuş-u esmâ-i İlâhiyeye döner, ondan cilve-i esmâya intikal eder.

Hem o hususî dünyamız, âhiret ve Cennetin muvakkat bir fidanlığı olduğunu derk edip, ona karşı şedit hırs ve talep ve muhabbet gibi hissiyatımızı onun neticesi ve semeresi ve sümbülü olan uhrevî fevâidine çevirsek, o vakit o mecazî aşk hakikî aşka inkılâp eder.

Yoksa, sırrına mazhar olup, nefsini unutup, hayatın zevâlini düşünmeyerek hususî, kararsız dünyasını aynı umumî dünya gibi sabit bilip kendini lâyemut farz ederek dünyaya saplansa, şedit hissiyatla ona sarılsa, onda boğulur, gider. O muhabbet onun için hadsiz belâ ve azaptır. Çünkü, o muhabbetten yetimâne bir şefkat, meyusâne bir rikkat tevellüt eder. Bütün zîhayatlara acır, hattâ güzel ve zevâle maruz bütün mahlûkata bir rikkat ve bir firkat hisseder; elinden birşey gelmez, ye’s-i mutlak içinde elem çeker.

Fakat gafletten kurtulan evvelki adam, o şedit şefkatin elemine karşı ulvî bir tiryak bulur ki, acıdığı bütün zîhayatların mevt ve zevâlinde bir Zât-ı Bâkînin bâki esmâsının daimî cilvelerini temsil eden âyine-i ervahları bâki görür; şefkati bir sürura inkılâp eder. Hem zeval ve fenâya maruz bütün güzel mahlûkatın arkasında bir cemâl-i münezzeh ve hüsn-ü mukaddes ihsas eden bir nakış ve tahsin ve san’at ve tezyin ve ihsan ve tenvir-i daimîyi görür. O zeval ve fenâyı, tezyid-i hüsün ve tecdid-i lezzet ve teşhir-i san’at için bir tazelendirmek şeklinde görüp, lezzetini ve şevkini ve hayretini ziyadeleştirir.

Mektubat,1.Mektub
Devamını Oku »

Tevâzua Niyet Onu Ifsad Eder



Bismillahirrahmanirrahim

İ’lem eyyühe’l-aziz!


Hayrat ve hasenâtın hayatı niyet iledir. Fesadı da ucub, riyâ ve gösteriş iledir. Ve fıtrî olarak vicdanda şuur ile bizzat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyet ile inkıtâ bulur.

Nasıl ki amellerin hayatı niyet iledir. Onun gibi, niyet bir cihetle fıtrî ahvalin ölümüdür. Meselâ, tevâzua niyet onu ifsad eder; tekebbüre niyet onu izâle eder; feraha niyet onu uçurur; gam ve kedere niyet onu tahfif eder. Ve hâkezâ, kıyas et.


Bediüzzaman Said Nursî

(Mesnevi-i Nuriye | Şemme)
Devamını Oku »

Birden O Âyet Imdadıma Geldi Ve Dedi



Bismillahirrahmanirrahim


Dördüncü Şuâ


Mânen ve rütbeten Beşinci Lem’a ve sureten ve makamen Otuz Birinci Mektubun Otuz Birinci Lem’asının kıymettar Dördüncü Şuâı ve Âyet-i Hasbiyenin mühim bir nüktesidir.

İHTAR: Risale-i Nur, sair kitaplara muhalif olarak, başta perdeli gidiyor; gittikçe inkişaf eder. Hususan bu risalede Birinci Mertebe çok kıymettar bir hakikat olmakla beraber çok ince ve derindir. Hem bu Birinci Mertebe, bana mahsus gayet ehemmiyetli bir muhakeme-i hissî ve gayet ruhlu bir muamele-i imanî ve gayet gizli bir mükâleme-i kalbî suretinde, mütenevvi ve derin dertlerime şifa olarak tebarüz etmiş. Bana tam tevafuk eden tam hissedebilir. Yoksa tam zevk edemez…


بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ – حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

Bir zaman ehl-i dünya beni herşeyden tecrit ettiklerinden, beş çeşit gurbetlere düşmüştüm. Ve ihtiyarlık zamanımda kısmen teessürattan gelen beş nevi hastalıklara giriftar olmuştum.

Sıkıntıdan gelen bir gafletle, Risale-i Nur’un teselli verici ve medet edici envarına bakmayarak, doğrudan doğruya kalbime baktım ve ruhumu aradım. Gördüm ki, gayet kuvvetli bir aşk-ı bekà ve şedit bir muhabbet-i vücut ve büyük bir iştiyak-ı hayat ve hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakr bende hükmediyorlar. Halbuki müthiş bir fena o bekàyı söndürüyor.

O hâletimde yanık bir şairin dediği gibi dedim:

Dîl bekàsı, hak fenası istedi mülk-ü tenim.

Bir devasız derde düştüm, ah, ki Lokman bîhaber.

Meyusâne başımı eğdim. Birden حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ âyeti imdadıma geldi, dedi: “Beni dikkatle oku.” Ben günde beş yüz defa okudum. Benim için aynelyakîn sûretinde inkişaf eden çok kıymettar envârından bir kısmını ve yalnız dokuz nurunu ve mertebesini icmalen yazıp, eskiden aynelyakîn ile değil, belki ilmelyakîn ile bilinen tafsilâtını Risale-i Nur’a havale ediyorum.


Bediüzzaman Said Nursî

(Şualar | Dördüncü Şuâ)
Devamını Oku »

Nefsimle Beraber O’nun Bekàsı Bize Yeter Dedim



Bismillahirrahmanirrahim


Hem o şuur-u imanî ile, ebedî bir bekà ve daimî bir hayat veren Bâki-i Zülcelâlin bekàsına ve vücuduna iman ve imanın a’mâl-i saliha gibi neticeleri, bu fâni hayatın bâki meyveleri ve ebedî bir bekànın vesileleri olduğunu bildim. Meyvedar bir ağaca inkılâp etmek için kabuğunu terk eden bir çekirdek gibi, ben de o bâki meyveleri vermek için bu bekà-i dünyevînin kabuğunu bırakmaya nefsimi kandırdım. Nefsimle beraber

حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ “Onun bekàsı bize yeter” dedim.

Hem şuur-u imanî ve intisab-ı ubudiyetle toprak perdesinin arkası ışıklanmasını ve ağır tabaka-i türâbiye dahi ölülerin üstünden kalktığını ve kabir kapısıyla girilen yeraltı dahi adem-âlûd karanlıklar olmadığını ilmelyakîn ile bildim. Bütün kuvvetimle حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ dedim.

-Hem gayet kat’î bir surette hissettim ve o şuur-u imanî ile hakkalyakîn bildim ki, fıtratımda çok şiddetli olan aşk-ı bekà, Bâki-i Zülkemâlin bekàsına, varlığına iki cihetle bakarken, enâniyetin perde çekmesiyle mahbubunu kaçırmış, âyinesine perestiş etmiş bir serseme dönmüş gördüm.

-Ve o çok derin ve kuvvetli aşk-ı bekà, bizzat ve sebepsiz, fıtraten sevilen ve perestiş edilen kemâl-i mutlak bir isminin gölgesi vasıtasıyla mahiyetimde hükmedip o aşk-ı bekàyı vermiş.

-Ve muhabbet için hiçbir illet ve hiçbir garazı ve Zâtından başka hiçbir sebep iktiza etmeyen kemâl-i Zâtı perestişe kâfi ve vâfi iken, sâbıkan beyan ettiğimiz ve herbirisine bir hayat ve bir bekà değil, belki elden gelse binler hayat-ı dünyevîye ve bekà feda edilmeye lâyık olan mezkûr bâki meyveleri dahi ihsan etmekle, o fıtrî aşkı şiddetlendirmiş hissettim. Elimden gelseydi bütün zerrât-ı vücûdumla حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ diyecektim ve o niyetle dedim.

-Ve bekàsını arayan ve bekà-yı İlâhîyi bulan o şuur-u imanî -ki bir kısım meyvelerine sâbıkan “Hem… Hem… Hem”ler ile işaret ettim- bana öyle bir zevk ve şevk verdi ki, bütün ruhumla, bütün kuvvetimle, en derin kalbimde nefsimle beraber حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ dedim.


Bediüzzaman Said Nursî


(Şualar | Dördüncü Şuâ)
Devamını Oku »

Hasbunallahu Ve Ni’mel Vekil Geldi Perdeyi Kaldırdı




Bismillahirrahmanirrahim


BİRİNCİ MERTEBE-İ NURİYE-İ HASBİYE



Bendeki aşk-ı bekà, bendeki bekàya değil, belki sebepsiz ve bizzat mahbub olan kemâl-i mutlak sahibi Zât-ı Zülkemâlin ve Zülcemâlin bir isminin bir cilvesinin mâhiyetimde bir gölgesi bulunduğundan, fıtratımda o Kâmil-i Mutlakın varlığına ve kemâline ve bekàsına müteveccih olan muhabbet-i fıtriye, gaflet yüzünden yolunu şaşırmış, gölgeye yapışmış, âyinenin bekàsına âşık olmuştu.

حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ geldi, perdeyi kaldırdı. Gördüm ve hissettim ve hakkalyakîn zevkettim ki, bekàmın lezzet ve saadeti, aynen ve daha mükemmel bir tarzda Bâki-i Zülkemâlin bekàsına ve benim Rabbim ve İlâhım olduğuna imanımda ve iz’ânımda ve îkanımda vardır. Çünkü Onun bekàsıyla benim için lâyemut bir hakikat tahakkuk eder. Zira “Benim mâhiyetim hem bâki, hem sermedî bir ismin gölgesi olur; daha ölmez” diye şuur-u imanî ile takarrur eder.

-Hem o şuur-u imanla mahbub-u mutlak olan Kemâl-i Mutlakın varlığı bilinmekle, şedit ve fıtrî olan muhabbet-i Zâtî tatmin edilir. Hem Bâki-i Sermedînin bekàsına ve varlığına ait o şuur-u imanî ile kâinatın ve nev-i insanın kemâlâtı bilinir ve bulunur. Ve kemâlâta karşı fıtrî meftuniyet, hadsiz elemlerden kurtulup zevk ve lezzetini alır.

-Hem o şuur-u imanî ile o Bâki-i Sermedîye bir intisap ve o intisabın imanıyla umum mülküne bir münasebet peydâ olur. Ve o münasebet-i intisabî ile, hadsiz bir mülke bir nevi mâlikiyet gibi iman gözüyle bakar, mânen istifade eder.

-Hem şuur-u imanî ile ve intisap ve münasebetle umum mevcudata bir alâka, bir nevi ittisal peydâ olur. Ve o halde, ikinci derecede vücud-u şahsîsinden başka hadsiz bir vücut, o şuur-u imanî ve intisap ve münasebet ve alâka ve ittisal cihetinde güya onun bir nevi varlığıdır gibi var olur; varlığa karşı fıtrî aşk teskin edilir.

-Hem o şuur-u imanî ve intisap ve münasebet ve alâkadarlığı cihetiyle bütün ehl-i kemâlâta karşı bir uhuvvet peydâ olur. O halde Bâki-i Sermedînin varlığıyla ve bekàsıyla o hadsiz ehl-i kemâl mahvolmayıp zayi olmadıklarını bilmekle, takdir ve tahsinle merbut ve dost olduğu hadsiz dostlarının bekàları ve devam-ı kemâlâtı o şuur-u imanî sahibine ulvî bir zevk verir.

-Hem o şuur-u imanî ve intisap ve münasebet ve alâkadarlık ve uhuvvet vasıtasıyla bütün dostlarımın -ki hayatımı ve bekàmı maalmemnuniye onların saadetleri için feda ediyorum- onların mes’udiyetleri ile hadsiz bir saadet kendimde hissedebilir gördüm. Çünkü, bir samimi dostun saadetiyle şefkatli dostu dahi saadetlenir ve lezzetlenir.

Şu halde Bâki-i Zülkemâlin bekàsı ve varlığıyla, başta Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ve âl ve ashabı olarak, umum sâdâtım ve ahbabım olan enbiya ve evliya ve asfiya ve bütün sair hadsiz dostlarım idam-ı ebedîden kurtulduğunu ve bir saadet-i sermediyeye mazhariyetlerini o şuur-u imanî ile hissettim. Ve münasebet, alâka, uhuvvet, dostluk sırrıyla saadetleri bana in’ikâs edip saadetlendirdiğini zevk ettim.





Bediüzzaman Said Nursî

(Şualar | Dördüncü Şuâ)
Devamını Oku »

Casusların Hücumuna Karşı Müracaat Ettiğim Ayet



Bismillahirrahmanirrahim



İKİNCİ MERTEBE-İ NURİYE-İ HASBİYE


Fıtratımdaki hadsiz aczimle beraber, ihtiyarlık ve gurbet ve kimsesizlik ve tecridim içinde ehl-i dünya desiseleriyle, casuslarıyla bana hücum ettikleri hengâmda kalbimde dedim: “Elleri bağlı, zayıf ve hasta bir tek adama ordular taarruz ediyor. O bîçarenin (yani benim için) bir nokta-i istinad yok mu?” diye حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ âyetine müracaat ettim.

Bana bildirdi ki: “İntisab-ı imanî tezkeresiyle, Kadîr-i Mutlak öyle bir Sultana istinad edersin ki, zemin yüzünde her baharda dört yüz bin milletten mürekkep nebatat ve hayvanat ordularının bütün cihazatlarını kemâl-i intizamla vermekle beraber, her sene eşcar ve tuyur denilen o iki muazzam ordusunun elbiselerini tazelendirerek yeni libaslar giydirir, urbalarını ve formalarını değiştirir; ve tavuğun ve kuşun fistanlarını ve çarşaflarını tazelendirdiği gibi, dağın libasını ve sahranın yüz örtüsünü değiştirir.

Ve başta insan olarak hayvanatın muazzam ordusunun bütün erzaklarını, değil medenî insanların son zamanda keşfettikleri et ve şeker vesaire taamların hülâsaları gibi, belki yüz derece o medenî hülâsalardan daha mükemmel ve bütün taamların her nev’inden tohum ve çekirdek denilen Rahmânî hülâsalara koyup ve o hülâsaları dahi, onların pişirmelerine ve inbisatlarına dair kaderî târifeleri içine sarıp, muhafaza için küçücük sandukçalara koyup tevdi eder. 

O sandukçukların icadı kâf-nûn fabrikasından o kadar çabuk ve kolay ve çoklukladır ki, Kur’ân der: ‘Bir emirle yapılır.’ Hem o umum hülâsalar bir şehri doldurmadığı ve birbirine benzedikleri ve aynı madde oldukları halde, Rezzâk-ı Kerîm onlardan bir yaz mevsiminde pişirdiği gayet mütenevvi ve leziz taamlar zeminin bütün şehirlerini bir cihette doldurabilir. İşte sen, intisab-ı imanî tezkeresiyle böyle bir nokta-i istinad bulabildiğinden, hadsiz bir kuvvete ve kudrete dayanabilirsin.”

Ben de, âyetten bu dersimi aldıkça öyle bir kuvve-i mâneviyeyi buldum ki, değil şimdiki düşmanlarıma, belki dünyaya meydan okutturabilir bir iktidar-ı imanî hissederek bütün ruhumla حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ dedim. Ve hadsiz fakrım ve ihtiyacım cihetinde dahi bir nokta-i istimdat için yine o âyete müracaat ettim. Bana dedi ki:

“Sen memlûkiyet ve ubûdiyet intisabıyla öyle bir Mâlik-i Kerîme mensup ve iaşe defterinde mukayyetsin ki, her bahar ve yazda gaybdan ve hiçten, umulmadığı yerden ve kuru bir topraktan kaldırır, indirir tarzında yüz defa zemin sofrasını ayrı ayrı yemekleriyle tezyin eder, serer.

Güya zamanın seneleri ve her senenin günleri, birbiri arkasından gelen ihsan meyvelerine ve rahmet taamlarına birer kap ve bir Rezzâk-ı Rahîmin küllî ve cüz’î ihsanat mertebelerine birer meşherdirler. İşte sen böyle bir Ganiyy-i Mutlakın abdisin. Abdiyetine şuurun varsa, senin elîm fakrın leziz bir iştiha olur.” Ben de o dersimi aldım. Nefsimle beraber “Evet evet, doğrudur” deyip mütevekkilâne حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ dedim.


Bediüzzaman Said Nursî


(Şualar | Dördüncü Şuâ)
Devamını Oku »

Allah’ın Görülmesi

 

Nûreddin  es-Sâbûnî


Ehl-i Sünnet, ahiret yurdunda müminlerin Allah Teâlâ’yı görmelerinin aklen câiz (olabilir), naklen de vâcip olduğunu kabul etmiştir. Mutezile, Neccâriyye, Havâric ve Zeydiyye bu görüşe muhalif kalmıştır. Mutezile ayrıca Allah Teâlâ’nın kendi zâtını görüp görmediği konusunda kendi aralarında görüş ayrılığına düşmüşler, çoğunluğu onun kendi zâtını gördüğünü kabul ederken içlerinden bir grup Allah’ın kendi zâtını görmesini de başkaları tarafından görülmesini de inkâr etmiştir.

Ehl-i Hakkın bu konudaki kat’î delili Musâ aleyhisselâmın Allah Teâlâ’dan, O’nu görmeyi talep etmesidir. Nitekim yüce Allah âyet-i kerîmesinde bu talebi şöyle haber vermektedir: “Rabbim bana görün ki seni göreyim” (Kur’ân 7: 143). Halbuki Musâ peygamber yüce Allah’ı hakkıyla biliyor, onu mahlûka benzetmekten, bir yönde veya bir şeyin hizasında bulunmuş olmaktan tenzih ediyordu. Bununla beraber o, Allah’ın görülebileceğine inanmış ve kendisine görünmesini talep etmişti.

İmdi Allah Teâlâ’nın görülmesini muhal addedenler (imkânsız sayanlar) Hz. Musâ’nın bilemediği ilâhî sıfatları bildiklerini iddia etmiş oluyorlar ki bu yanlıştır. Ayrıca Allah Teâlâ: “Eğer dağ yerinde durabilirse sen de beni görürsün” buyurmak sûretiyle kendisinin görülebilmesini dağın yerinde durmasına bağlamıştır. Dağın yerinde durması ise aklen mümkün olan bir şeydir. O halde bir hadisenin mümkün olan bir şarta bağlanması onun da imkân dâhilinde olduğunu gösterir. Şu da var ki yüce Allah bahis konusu edilen ayette kendisinin dağa tecelli ettiğini haber vermiştir. Buradaki tecelli yüce Allah’ın dağda hayat, ilim ve rü’yet (kendisinin görülmesini) yaratmasından ibarettir…

Soru: Eğer bu anlattıklarınız rü’yetin mümkün olduğuna delalet ediyorsa, aynı ayetteki “Beni asla göremezsin” ifadesi de onun imkânsız olduğunu gösterir, çünkü buradaki “Len” zaman bakımından nihayetsiz bir nefy (olumsuzlama) gerektirmez mi?

Cevap: Biz bahis konusu olan ayet-i kerîmeden Allah’ın görülebileceği hükmünü çıkardık. Şanı yüce Allah’ın beni asla göremezsin” tarzındaki beyanına gelince, bu, görme fiilinin dünyada olmayacağını ifade eder, yoksa imkânını büsbütün kaldırmaz…

es-Sâbûnî, Nûreddin thz. el-Bidâye fî Usûli’d-Dîn Tercümesi-Mâturîdiyye Akâidi, terc. Bekir Topaloğlu, Ankara, s. 97–98.

Bize Yön Veren Metinler,Cilt.1

Derleyen:Alev Alatlı

Devamını Oku »

Of, of’tan vazgeçtim ‘oh, oh’ dedim


Bismillahirrahmanirrahim


ÜÇÜNCÜ MERTEBE-İ NURİYE-İ HASBİYE

Ben o gurbetler ve hastalıklar ve mazlumiyetlerin tazyikiyle dünyadan alâkamı kesilmiş bularak, ebedî bir dünyada ve bâki bir memlekette, daimî bir saadete namzet olduğumu iman telkin ettiği hengâmda “of, of”tan vazgeçtim “oh, oh” dedim. Fakat bu gaye-i hayal ve hedef-i ruh ve netice-i fıtratın tahakkuku ancak ve ancak bütün mahlûkatın bütün harekât ve sekenatlarını ve ahvâl ve a’mallerini kavlen ve fiilen bilen ve kaydeden ve bu küçücük ve âciz-i mutlak olan insanı kendine dost ve muhatap eden ve bütün mahlûkat üstünde bir makam veren bir Kadîr-i Mutlakın hadsiz kudretiyle ve insana nihayetsiz inayet ve ehemmiyet vermesiyle olabilir diye düşünüp, bu iki noktada, yani böyle bir kudretin faaliyeti ve zâhiren bu ehemmiyetsiz insanın hakikatli ehemmiyeti hakkında, imanın inkişafını ve kalbin itmi’nanını veren bir izah istedim. Yine o âyete müracaat ettim.

Dedi ki: “ حَسْبُنَا daki نَا ya dikkat edip seninle beraber lisan-ı hal ve lisan-ı kàl ile kimler حَسْبُنَا’yı söylüyorlar, dinle” emretti. Birden baktım ki, hadsiz kuşlar ve kuşçuklar ve sinekler ve hesapsız hayvanlar ve hayvancıklar ve nihayetsiz nebatlar, yeşilcikler ve gayetsiz ağaçlar ve ağaççıklar dahi benim gibi lisan-ı hal ile حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ‘in mânâsını yâd ediyorlar ve yâda getiriyorlar ki, bütün şerait-i hayatiyelerini tekeffül eden öyle bir vekilleri var ki, birbirine benzeyen ve maddeleri bir olan yumurtalar ve birbirinin misli gibi katreler ve birbirinin aynı gibi habbeler ve birbirine müşabih çekirdeklerden kuşların yüz bin çeşitlerini ve hayvanların yüz bin tarzlarını, nebatatın yüz bin nev’ini, ağaçların yüz bin sınıfını yanlışsız, noksansız, iltibassız, süslü, mizanlı, intizamlı, birbirinden ayrı, fârikalı bir surette gözümüz önünde, hususan her baharda gayet çabuk, gayet kolay, gayet geniş bir dairede gayet çoklukla halk eder, yapar, kudretinin azamet ve haşmeti içinde beraberlik ve benzeyişlik ve birbiri içinde ve bir tarzda yapılmaları vahdetini ve ehadiyetini bize gösterir. Ve böyle hadsiz mu’cizatı ibraz eden bir fiil-i rububiyete ve bir tasarruf-u hallâkıyete müdahale ve iştirak mümkün olmadığını bildirir diye bildim.

Sonra حَسْبُنَاdaki نَا da bulunan ene’ye, yani nefsime baktım, gördüm ki: Hayvanat içinde beni dahi menşeim olan bir katre sudan yaratan yaratmış, mu’cizâne yapmış, kulağımı açıp gözümü takmış, kafama öyle bir dimağ, sineme öyle bir kalb, ağzıma öyle bir dil koymuş ki, o dimağ ve kalb ve dilde rahmetin umum hazinelerinde iddihar edilen bütün Rahmânî hediyeleri, atiyeleri tartacak, bilecek yüzer mizancıkları, ölçücükleri ve Esmâ-i Hüsnânın nihayetsiz cilvelerinin definelerini açacak, anlayacak binler âletleri yaratmış, yapmış, yazmış; kokuların, tatların, renklerin adedince târifeleri o âletlere yardımcı vermiş.

Hem kemâl-i intizamla bu kadar hassas duyguları ve hissiyatları ve gayet muntazam bu mânevî lâtifeleri ve bâtınî hâsseleri bu cismimde derc etmekle beraber, gayet san’atlı bu cihazatı ve cevârihi ve hayat-ı insaniyece gayet lüzumlu ve mükemmel bu kadar âzâ ve âletleri bu vücudumda kemâl-i hikmetle yaratmış. Tâ ki, nimetlerinin bütün nevilerini ve umum çeşitlerini bana tattırsın ve ihsas etsin ve hadsiz tecelliyat-ı esmâsının ayrı ayrı zuhurlarını o duygular ve hissiyatla ve hassasiyetle bana bildirsin, zevk ettirsin ve bu ehemmiyetsiz görünen hakir ve fakir vücûdumu, her mü’minin vücudu gibi kâinata bir güzel takvim ve rûznâme ve âlem-i ekbere muhtasar bir nüsha-i enver ve şu dünyaya bir misal-i musağğar ve masnuatına bir mu’cize-i azhar ve nimetlerinin her nev’ine talip bir müşteri ve medar ve rububiyetinin kanunlarına ve icraat tellerine santral gibi bir mazhar ve hikmet ve rahmet atiyelerine ve çiçeklerine nümune bahçesi gibi bir liste, bir fihriste ve hitabât-ı Sübhâniyesine anlayışlı bir muhatap yaratmış olmakla beraber, en büyük bir nimet olan vücudu, bu vücudumda büyütmek ve çoğaltmak için hayatı verdi. Ve o hayatla o nimet-i vücudum âlem-i şehadet kadar inbisat edebiliyor.


Bediüzzaman Said Nursî

(Şualar | Dördüncü Şuâ)
Devamını Oku »

Allah’ın Fiilleri Hakkında

 Kâdı Beydâvi


Üstad şöyle dedi: “Kulların fiilleri, bütünüyle Allah’ın kudreti ile vuku bulmakta ve onun yaratmasıyla olmaktadır”. Kâdı ise şöyle dedi: “Onların ta’at ve ma’siyyet oluşu kulların kudretiyledir.” İmamu’l-Haremeyn (Cüveyni) (ve Ebu’l-Hüseyin) ve filozoflar ise şöyle dediler: Onlar, Allah Teâlâ’nın kulda yarattığı bir kudretle vuku bulmaktadır. Üstad (Ebu İshak İsferayini) da şöyle dedi: “Fiilde müessir olan, Allah Teâlâ’nın ve kulun kudretlerinin bir araya gelmesidir.” Mutezilenin cumhuru da şöyle dedi: Kul fiilini kendi seçimiyle (ihtiyar) ortaya koyar. Bu birkaç yönden reddedildi:

Birincisi, eğer, fiilin terki, filin halini imkânsız kılıyorsa, bu takdirde kul, cebir altında olur; muhtar olmaz. Aksi takdirde, kulun fiili terki, teselsülü red için, kendi dışında zorunlu bir tercih ediciye ihtiyaç duyar; bu durumda da cebir gerekir.

İkincisi, şayet kişi fiilini kendi ihtiyarıyla ortaya koyarsa, bu takdirde onun ’tafsilat’ını bilir; bunu bilince de, yavaş harekete dâhil fasılaları (sekenat) ihata eder ve onların aralarını bilir.

Üçüncüsü, eğer kişi tercih eder ve kendi muradı Allah’ın muradıyla çatışırsa, onu bir araya getirmek veya kaldırmak veya müreccihsiz tercih gerekir. Onun kudreti, her ne kadar kuşatıcı olsa da, bu durumda eşittir.

Bu konuda akli ve nakli delil olarak getirdiler.

Birincisi şudur: Kul, muhtar olmazsa, bu takdirde sorumluluğu (teklif) doğru olmaz. Ve onun müşterek olduğu kabul edildi; zira sebeplerin eşit gelmesi durumunda, emredilen şeylerin sebeplerinin tercih edilmesi imkânsızdır; üstünlüğü anında vacibtir. Eğer vukuu malum ise, vukuu gerekir; eğer vuku bulmayacağı malum ise, bu takdirde imkânsız olur. Bununla beraber Allah Teâlâ, yaptığından sorumlu değil (onlar sorumludur).

İkinciye gelince, birkaç yönüyledir: Birincisi: Fiilleri kullara izafe eden ve kendi isteklerine (meşiet) bağlayan ayetlerdir. Allah’ın şu sözü gibi: “Vay o kimselere ki kitabı kendi elleriyle yazıyorlar” (Kur’ân 2: 79), “Onlar sadece zanna tabi oluyorlar” (Kur’ân 6: 116; Kur’ân 10: 66), “Bir topluluk kendi nefislerinde olanı değiştirmedikçe…” (Kur’ân 13: 11)… Allah’ın şu sözleriyle buna karşı delil getirildi: “Allah her şeyin yaratıcısıdır” (Kur’ân 39: 62), “Sizi ve yaptığınız şeyleri de Allah yaratmıştır” (Kur’ân 37: 96)…

İkincisi: Va’d ve va’idi, medih ve zemmi içine alan ayetlerdir ki bunlar sayılmayacak kadar çoktur. Saadet ve şekavetin daha önce kendilerine yazıldığı tabiatlardır (cibilliyet), şeklinde kabul edildi. Ameller işaretlerdir; sevap ve ikab, zaruri işlerden değil, maruf şeylerden olması yönüyle onlara göre düzenlenir.

Üçüncüsü, peygamberlerin (as) günahlarını itiraf etmeleridir. Allah Teâlâ’nın Âdem’den: “Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik.” (Kur’ân 7: 23), Hz. Yunus’tan: “Seni tesbih ederiz, ben zalimlerden oldum.” (Kur’ân 21: 87), Hz. Musa’dan: “Ey Rabbim! Ben kendime zulmettim.” (Kur’ân 27: 44) hikâye ettiği ayetler gibi. Buna da Allah’ın şu sözü ile itiraz edildi: “Bu iş senin imtihanından başka bir şey değil; onunla dilediğini saptırır, dilediğini hidayete erdirirsin.” (Kur’ân 7: 155).

Dördüncüsü, Allah Teâlâ’nın fiillerinin, zulüm, ihtilaf, çelişki gibi kulların fiillerinin sıfatlarıyla nitelendirilmeyeceğine delalet eden ayetlerdir. Allah’ın şu sözleri gibi: “Allah zerre kadar haksızlık etmez” (Kur’ân 94: 40), “Rabbin kullara zulmedici değildir” (Kur’ân 41: 46), “Biz onlara zulmetmedik” (Kur’ân 11: 101), “Eğer Allah’tan başkası tarafından olsaydı, orada pek çok çelişkiler bulurlardı” (Kur’ân 4: 82), “Rahman’ın yaratmasında hiçbir uyumsuzluk (tefavüt) göremezsin” (Kur’ân 67: 3).

Kâdı Beyzâvî 1991. Tavali’u’l-envar, tahkik: Abbas Süleyman, Beyrut, s. 197–200.
Çeviren: Osman Karadeniz

Bize Yön Veren Metinler,Cilt.1

Derleyen:Alev Alatlı

Devamını Oku »

Sonsuz kere o ayeti tekrar etmek istiyorum



Bismillahirrahmanirrahim


Hem insaniyeti verdi. O insaniyetle o nimet-i vücut mânevî ve maddî âlemlerde inkişaf ederek insana mahsus duygularla o geniş sofralardan istifade yolunu açtı. Hem İslâmiyeti bana ihsan etti. O İslâmiyetle o nimet-i vücut âlem-i gayb ve şehadet kadar genişlendi. Hem iman-ı tahkikîyi in’âm etti. O imanla o nimet-i vücud, dünya ve âhireti içine aldı.

Hem o imanda mârifet ve muhabbetini verdi. Ve mârifet ve muhabbetle o nimet-i vücut içinde daire-i mümkinattan âlem-i vücuba ve daire-i esmâ-i İlâhiyeye kadar hamd ü senâ ile istifade için ellerini uzatabilir bir mertebe ihsan etti. Hem hususî olarak bir ilm-i Kur’ânî ve hikmet-i imaniye verdi. Ve o ihsanıyla çok mahlûkat üstüne bir tefevvuk verdi.

Ve sâbık noktalar gibi çok cihetlerle öyle bir câmiiyet vermiş ki, ehadiyetine ve samediyetine tam bir âyine ve küllî ve kudsî rububiyetine geniş ve küllî bir ubûdiyetle mukabele edebilen bir istidat vermiş. Ve enbiyalarla insanlara gönderdiği bütün mukaddes kitapların ve suhufların ve fermanların icmâıyla ve bütün enbiya ve evliya ve asfiyanın ittifakıyla bu bendeki bulunan emaneti ve hediyesi ve atiyesi olan vücudumu ve hayatımı ve nefsimi -âyet-i Kur’âniyenin nassıyla- benden satın alıyor. Tâ ki, elimde faidesiz zayi olmasın. Ve iade etmek üzere muhafaza edip satmak pahasına saadet-i ebediyeyi ve Cenneti vereceğini kat’î bir surette çok tekrarla vaad ve ahdettiğini ilmelyakîn ve tam iman ile anladım.

Ve böyle hadsiz hayvanat ve nebatatın yüzbinler nevilerinin ve çeşitlerinin suretlerini, Fettah ismiyle, mahdut ve müteşabih katrelerden ve habbelerden gayet kolay ve çabuk ve mükemmel açan ve insana sabıkan beyan ettiğimiz gibi hayret verici bu kadar ehemmiyet veren ve rububiyetin ehemmiyetli işlerine medar yapan bir Zât-ı Zülcelâl ve’l-İkram olan Rabbim var olduğunu ve gelecek baharın icadı gibi kolay ve kat’î ve muhakkak bir surette haşri icad ve Cenneti ihsan ve saadet-i ebediyeyi halk edeceğini bu Âyet-i Hasbiyeden ders aldım.

Elimden gelseydi bilfiil ve gelmediği için binniyet, bittasavvur, bilhayal, bütün mahlûkat dilleriyle حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ dedim ve ebedü’l-âbidîn daima tekrar etmek istiyorum.



Bediüzzaman Said Nursî


(Şualar | Dördüncü Şuâ)
Devamını Oku »