Kadın, Cami ve Özgürlük





Kadın, Cami ve Özgürlük

İslam, insanı dünyaya geldiği ilk anda günahsız kabul eder ve ona günah işlemeden nasıl yaşayabileceğinin yolunu gösterir. Fıtratındaki kodlara uygun olarak kadını, kadın, erkeği de erkek olarak kalmaya davet eder.

Kendi olabilen kadın ve erkek, sahip oldukları farklılıklar içerisinde daimi ve izafi görev alanlarında varoluşlarının gereğini ifa ile sorumludur. Onlar, kendileri için aktivitede bulunur ya da önlem alırlar. İmanlarıyla ve amelleriyle önce kendilerinin yol emniyetini alır, sonra da tebliğ ile muhataplarının kurtuluşu için çalışırlar.

Erkek baba, kadın ise annedir. Bu yüzden ne kadın erkektir; ne de erkek kadındır. Fiziki durumları ve algılayışları itibarıyla farklıdırlar. Birbirleri üzerinde bu farklılıkları da hissederler. Bir erkek bir kadına, kadına baktığı gibi bakar. Bir kadın da erkeğe, erkeğe baktığı gibi bakar. Yani hiçbiri kadınlıklarından ve erkekliklerinden mahrum değillerdir.[1] Mahrum olmamalarının hukuki bir kimlik kazanabilmesi ya da memnunlar içerisinde mağdurlar sınıfı oluşmaması için her şeyi en doğru bilen yaratıcıları[2] onlar için mahremiyeti emretmiştir. Bir araya gelişleri belli ölçülerle kayıt altına alınmıştır. Buna göre her ikisi de gözlerini harama bakmaktan korurlar.[3] Kadınlar ziynetlerini açığa çıkarmaz[4], yabancı erkelerle çekici eda ile konuşmaz[5], yürüyüşlerine hayayı egemen kılar[6], açılıp saçılmaz,[7] üçüncü bir şahsın olmadığı yerde yabancı erkekle baş başa kalmazlar. İslam iki farklı cinsten oluşan insan gerçeğini bu çerçevede ele almış ve emirlerini bu gerçeklik üzerine bina etmiştir.

Tahrîru’l-mer’e

İslam, ailede son sözü söyleyen olması cihetiyle[8] bir adım öne çıkardığı erkeğe kadın üzerinde mutlak otorite vermemiş, onları birbirini tamamlayan iki unsur olarak görmüştür. İslam’ın, kadını sahip olduğu özelliklerle değerlendiren bu bakış açısı mustağriblerin “Tahrîru’l-mer’e(kadını özgürleştirme)” hareketinden ya da bizdeki “hocaya, kocaya, paşaya hayır!” ironisinden çok daha öncedir. “Kadın kadındır.” diyen İslam, bugün kadın haklarından bahseden modernizmden çok daha kıdemlidir.
MODERNİTENİN ÖNCÜLÜK ETTİĞİ “KADINI ÖZGÜRLEŞTİRME HAREKETİ”NİN TEMELİNDE KADINI KENDİSİ GİBİ GÖRMEYEN DİN VE İDEOLOJİLERE BAŞKALDIRI VARDIR.

Çünkü modernite, yegane kadınca yaşam tarzının kendisi tarafından önerildiğine inanır. Bu yüzden kendi anlayışına uymayan yaşam tarzlarını reddeder.

Kadını erkek hegemonyasından kurtarmayı vadeden modernite ataerkil yapıya karşı tepkisini ortaya koyarken ölçüyü kaçırdığından kadını yeni argümanların boyunduruğuna mahkum etmiştir. Koca hakimiyetinden kurtardığına inandığı kadını, sanayi devriminin ağır çalışma şartları ile gelen modern müstemlekeciliğe kurban eder.

İslam geleneği içerisinde kadın probleminin önemli bir yer işgal ettiğini düşünen modernistler, “kadını özgürleştirme” hareketinin gölgesinde kadın lehine(!) orta rezervli bir yenilenmeyi kaçınılmaz çözüm olarak görmüş ve kadınla alakalı içtihatların Kur’an-ı Kerim’in kadın tasavvurunu yansıtmadığını savunmuşlardır. Modernistler, Kur’an-ı Kerim merkezli bir arınma hareketiyle İslam geleneğinde egemen olduğunu iddia ettikleri erkekçe bakış açısının izlerinin silinebileceğini düşünmüşlerdir.

Özgürlükçü Dernekler
Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde eş zamanlı olarak –özellikle- İstanbul ve Kahire’de kurulan dernekler vasıtasıyla “kadını özgürleştirme” hareketi kısmen kurumsallaşmıştır. Dernekler tarafından neşredilen mecmualarda İslam toplumunda kadının eve hapsedildiği, gerçekte ise şeriatın –adeta- kadının her yaptığına evet diyen “izinler manzumesi”nden ibaret olduğu vurgulanmıştır. Osmanlı Müdâfâ’a-yı Hukûk-i Nisvân Cemiye’tinin yayın organı olan “Kadın Dünyası” dergisi feminist söylemlerin egemen olduğu önemli yayın organlarından biriydi. Batı yanlısı bir yayın politikası izleyen bu derginin yazarları erkekten yana tavır aldığını düşündükleri İslam ulemasına karşı ortak dayanışma platformu oluşturmuşlardı.

İlerleyen yıllarda “Kur’an’da, ‘hadiste’ Kadın” gibi başlıklar altında geleneği tenkit üzerine ibtina eden ve yeni kadın imajının nasıl olması gerektiğini konu edinen eserler kaleme alınmıştır. Bu tür eserlerde –sıklıkla- ayetlerin siyak ve sibakından kopartılarak işlenmesi, rivayetlerin dar anlamda değerlendirilmesi, ulemanın bazı rivayetleri kadınlar aleyhine yorumladıkları gibi uç iddiaların[9] yer alması güvenilirliklerini tartışılır hale getirmiştir.

Kadın ve Ev

Kadının özgür olmasını savunan ve bu savunma ile zımnen de olsa İslam geleneğinde kadının tutsak olduğunu iddia eden modernistler, evini sadece ibâte için kullanan bir kadın modeli önermişlerdir. Bu yüzden fitne olacak durumlarda kadının camide ibadet etmesinin kerahetine işaret eden içtihatları dini ve akli temelden yoksun ve yanlı değerlendirmeler[10] olarak nitelemişlerdir.[11]

Kadın ve Cami

Kadının cami merkezli bir ibadet hayatının olması gerektiğini savunanlar, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Raşit Halifeler döneminde cami ile iç içe olan kadının, Emeviler döneminden itibaren cami ile münasebetinin giderek zayıfladığını, cinsiyet eşitliği prensibinden uzaklaşılarak sosyal, siyasal, ekonomik ve dini hayattaki konumlarının tekrar sorun haline getirildiğini iddia etmektedirler.[12]

Bu iddia şu cihetle tarihi gerçeklerle çelişmektedir: Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine’de mescidini inşa edince ona yakın olmak isteyen sahabe evlerini mescidin çevresine kurmuştu. Evlerin kapıları da mescide açılmakta idi.[13] Bu yüzden erkekler gibi kadınlar da her ne amaçla olursa olsun evlerinden çıktıklarında öncelikle mescide uğramak zorunda idiler. Bu durum kadınların mescit ortamında daha fazla bulunmalarını temin etti. Kadınların ibadetlerini camilerde yapması gerektiğini savunanların delil olarak ileri sürdüğü “bir kadın sahabinin namazda Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) ağzından ‘Kâf Suresi’ni ezberleyecek kadar camide yer alması” meselesi de Medine’deki bu ilk yerleşim şartları çerçevesinde gerçekleşmişti.

Medine döneminin ilerleyen yıllarında mescitle sosyal hayatın münasebeti değişince evlerin mescide bakan kapıları bizzat Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün emriyle kapatılmıştır. Böylece kadınların cami ortamında yer almaları, yeni düzenleme ile sınırlandırılmıştır. Fakat Hz. Ömer (radiyallahu anh) devrinde teravih namazları cemaatle kılınmaya başlayınca halife erkeler için ayrı, kadınlar için de ayrı mekanda farklı imam görevlendirerek onların daha geniş katılımla cemaatle namaz kılmalarına imkan hazırlamıştır. Hz. Ömer’in bu uygulamasında Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in kadınlar için camiyi ibadetten daha çok eğitim için kullanması başlıca etken olmuştur. Nitekim Ebû Said el-Hudrî’den gelen şu hadis bu hususu açıklamaktadır: “(Bir gün) Kadınlar ‘Ey Allah’ın Resûlü, erkeklerden bize meydan kalmıyor /galebenâ aleyke’r-ricâl, bize özel bir gün ayırır mısın?’ dediler. Rasûlüllah onlara bir gün belirledi. Kadınlar o günde Rasûlüllah’ın huzuruna gelir, O da onlara sohbet ederdi.”[14] Kadınların Allah Resulü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) gelip “erkeklerden bize meydan kalmıyor/galebenâ aleyke’r-ricâl, bize özel bir gün ayırır mısın?” demelerinden, ‘erkekler her gün camiye devam ediyor, ilim öğreniyor ve dini meseleleri dinliyorlar. Biz kadınlar zayıfız, onlarla boy ölçüşemeyiz.’[15] gibi bir anlam çıkmaktadır. Allah Resulü’nün bu uygulaması kadınların mescidi genelde ilim tahsil etmek için kullandıklarını bildirdiği gibi beş vakit dahil diğer namazlar için sıklıkla camiye çıktıkları iddiası ile de çelişmektedir.

Kadın sahabilerin cemaate çıkmaları ile alakalı Tahavî şunları söylemektedir: “Kadınların namazgaha gitmeleri İslam’ın ilk yıllarındadır. Bundan gaye ise, düşman nazarında Müslümanları çok göstermektir.”[16] Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) camiye girmelerinin helal olmadığını söylediği hayızlı kadınların bayram sabahı namazgaha çıkıp arkada durmalarını teşvik etmesi de, bu “çok görünme” fikrini desteklemektedir. İlerleyen yıllarda Müslümanların kemiyet itibarıyla büyük kalabalıklara tekabül etmeleri kadınların cemaate iştiraklerinin gerekçesini ortadan kaldırmıştır. Ayrıca kadınların mescidi amacı dışında kullanmaları da cemaatten geri kalmalarında etkili olmuştur. Konu ile ilgili Hz. Aişe şöyle demektedir: “Eğer Resülüllah (sallallahu aleyhi ve sellem) kadınların (kendisinden sonra) mescitlerde neler ihdas edeceklerini bilseydi, İsrailoğulları’nın kadınları gibi, o da onların mescitlere girmelerini yasaklardı.”[17]

Kadınlar Kapısı

Mescid-i Nebevi’nin başlangıçta kapılarından hiçbiri kadınlara tahsis edilmemişti. Camiye giden kadınların sayısında artış olunca Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem); “Şu kapıyı kadınlara tahsis etseydik.”[18] buyurmuştur. Allah Resulü’nün bu ifadesi delalet cihetiyle tahsis içermektedir. Nitekim ifadeden kapının kadınlara tahsis edilmesi gerektiğini anlayan Abdullah b. Ömer (radiyallahu anhuma) Efendimiz’in -kıblenin Kabe’ye çevrilmesinden sonra- Beyt-i Makdis yönüne açtırdığı bu kapıdan ölünceye kadar içeri girmemiştir. Eğer diğer sahabiler girdilerse bu ya namaz vakitleri dışındadır ya da onlar Allah Resulü’nden bu konudaki yasaklayıcı hükmü işitmemişlerdir.[19] Daha sonra Hz. Ömer (radiyallahu anh) Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından kadınlara tahsis edilen bu kapıdan erkeklerin girmesini bütünüyle yasaklamıştır.[20]

Hayır Nerede?
Müslüman kadının cami merkezli bir ibadet hayatı olması gerektiğini savunanlar, kadınların ibadet etmeleri için evlerinin camilerden daha hayırlı olduğu görüşünün bir temenni ya da konu ile ilgili hadislerin yorum farklılığından kaynaklandığını, bazı rivayetlerin kadınlar aleyhine yorumlandığını[21] dolayısıyla da kadınların camiye mesafeli durmalarını temin eden anlayışın dinî ve aklî temelden mahrum[22] olduğunu ileri sürmektedirler. Evin camiden daha hayırlı olduğunu tasrih eden Ümmü Humeyd hadisinin ise o sahabinin ailevi sorunlarına matuf olduğunu bu yüzden genelleme ifade etmeyeceğini iddia etmektedirler.

Gerçek şu ki kadınlar için evlerin mescitlerden daha hayırlı olduğunu bildiren hadisler yoruma ihtiyaç duyulmayacak derecede açıktır. Bu durum, Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) eşleri başta olmak üzere diğer bütün kadın sahabiler tarafından da böyle anlaşılmıştır. Nitekim Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in eşleri, cemaatle kılınan namazın ferdi olana nisbetle 27 derece daha faziletli olduğunu bilmelerine rağmen namazlarını mescit yerine, mescide bitişik olan evlerinde eda etmişlerdir.[23]

Ümmü Humeyd hadisi de iddia edilenin aksine genelleme ifade etmektedir. Kadınların ibadetlerini nerede yapmalarının daha faziletli olduğunu bildiren ilgili hadis şu şekildedir: “Odalarınızda kıldığınız namaz, salonlarınızdakinden, salonlarınızda kıldığınız binalarınızdakinden, binalarınızda kıldığınız da cemaatle kıldığınız namazdan daha faziletlidir.”[24] Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem), Ümmü Humeyd’e “Selâtuki/senin namazın” şeklinde değil de “salatükünne/siz kadınların namazı” diye hitap etmiştir. Konu ile alakalı bir başka rivayet ise şu şekildedir: Ümmü Humeyd, Allah Resulü’ne gelip, Onunla birlikte namaz kılmayı arzuladığını söyler. Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) kendisini anlayışla karşıladığını fakat –ona- odasında kılacağı namazın salondakinden, salondakinin binadakinden, binadakinin aile mescidinden, aile mescidindekinin de Peygamber mescidindekinden daha hayırlı olacağını söylemiştir.[25] Ümmü Humeyd’le alakalı bu rivayette de ailevi bir nedene işaret eden herhangi bir unsur mevcut değildir. Konu ile alakalı el-İsabe’deki rivayette ise Ümmü Humeyd bütün kadınlar olarak serzenişte bulunmuş ve “Ey Allah’ın Resulü eşlerimiz seninle birlikte namaz kılmamıza engel oluyorlar.” deyince Hz. Peygamber bütün Müslüman kadınlara hitaben, iç odalarda kılınan namazın diğer bütün mekanlardan daha faziletli olduğunu bildirmiştir.[26]

Kadın, Cami ve İrşat

Asr-ı saadet ve sonrası dönemlerde kadın, -iddiaların aksine- ihtiyaç hissetmesi durumunda cami ortamında yer almış, gerek çocukluk gerekse de yetişkinlik döneminde irşat hizmetlerinden faydalanmıştır. “Eşleriniz camiye çıkmak için sizden izin istediklerinde onlara engel olmayınız.” hadisi de bunda etkili olmuştur. Fakat tarihin hiçbir döneminde kadın, erkek gibi cami merkezli bir irşat ya da ibadet içerisinde yer almamıştır.

Burada göz ardı edilen bir husus var ki, o da Allah Resulü’nün “kadının camiye çıkmak için eş ya da velisinden izin alması” gerektiğini belirtmesidir. Kadının, camiye çıkmasının izne tabi olmasının zımnında daimi ibadet yerinin evi olduğu gerçeği de vardır. Bunun içindir ki eş ya da veli cami ortamının kadın için müsait olmadığı kanaatine sahipse ona izin vermeyebilir.[27]

Kadın ve Fitne

Müslüman kadını evinden çıkartıp, tahsil ve iş hayatında erkeğin “paydaşı” yapmayı hedefleyen anlayış, onun rahatsız olacağı ortamlarda bulunmasını “fitne” olarak niteleyen ulemaya “eğer fitne iki cinsin bir arada bulunması şeklinde oluyorsa, bunun bedelini sadece kadınlara ödetmek adalete aykırıdır.” diyerek itiraz etmektedir. Onlara göre, kadının “arz-ı endam”ının din adına engellenmesi anlamına gelen bu durum, modern dönemin müslüman kadını tarafından “tecrit” olarak algılanmaktadır. Konu ile alakalı N. Göle’nin, sözlerini naklettiği bir kadın şunları söylemektedir: “(Müslüman erkekler) Sadece haramları öne sürerek kadınları toplumdan soyutlamaya çalışıyorlar. Mesela Müslüman bir erkek, hanımını okula göndermiyor, (hanımı) otobüse binsin istemiyor. Hanımlar açısından haramları öne sürüyorlar… Şayet ben bu durumda Allah’ın emirlerini uygulamama noktasında kalıyorsam, bu erkek için de söz konusudur. Onun da otobüse binmesi sakıncalıdır.”[28]

İslam’ın kadını kadın, erkeği de erkek olarak değerlendiren bakış açısından mahrum olanlar eşitlik adı altında her alanda erkekle boy ölçüşen bir kadın kimliği oluşturmuşlardır. Ne var ki yapay olan bu kimlik, fıtrat realitesine aykırıdır. Nasıl erkek, sahip olduğu özellikler itibarıyla kadınla eşit olamıyorsa; kadın da erkekle eşit olamaz. Çünkü kadın daha duygusal ve kolay incinen, erkekse daha realist ve güçlü yaratılmıştır. “Ay kardeş” diye konuşan erkekle, muhatabına “gel buraya azizim” şeklinde hitap eden kadın tiplerinin garabeti eşitlik iddialarının ne derece havada kaldığını açıkça göstermektedir.

 

Cuma namazının erkeklere farz olması, bayramın da cuma kimlere farz ise onlara vacip olması, ayrıca vakit namazlarına sadece erkelerin devam etmesi geleneği, mazeretsiz olarak gelemeyenlerin Allah Resulü tarafından sert bir dille ikaz edilmeleri göstermektedir ki, camiye devam etmesi mutlaka gerekli olanlar erkeklerdir. Bu durumda “fitne” ifadesinden hareketle kadınlar gibi erkeklerinde camiye çıkmalarını tartışmaya açmak, camiyi erkek için daimi ibadet yeri olarak belirleyen Kur’an-ı Kerim ve sünnetle çelişmektedir.

İslam kadına ev, erkeğe ise cemiyet merkezli bir hayat öngördüğünden kadının ev dışı ortamlarda bulunmasını arızî kabul etmiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerim kadınlara “Evlerinizde vakarınızla oturun.”[29] derken erkeklere “yerin sırtlarında dolaşın ve Allah’ın rızkından yiyin.”[30] diye emretmektedir. Buna göre kadın, merkezi yaşam yeri olan evinden cemiyete beli ihtiyaçlar için çıkar ve çıkarken şu hususlara riayet eder: “Eğer sakınıyorsanız, artık sözü çekicilikle söylemeyin ki kalbinde maraz bulunanlar kötü ümide kapılmasınlar. Sözü ciddi ve güzel söyleyin. Vakar ve haşmetinizle evlerinizde oturun. Cahiliye dönemi kadınlarının kırıla döküle ziynetlerini göstererek yürüdükleri gibi süslenip yürümeyin.”[31] Bu uyarıları dikkate alan fakihler ayetten hareketle şöyle bir hükme varmışlardır: “Allah Teala’nın kadınlara, dışarıya çıkmaya ihtiyaçları olmadığı durumlarda evlerinde oturmalarını emretmesi, boş boş dolaşmalarını da yasakladığı anlamına gelmektedir.” Çünkü kadının ahlakî kriterlere riayet etmeden sokağa çıkması fitneye sebep olur.[32]

Bu ifadelere dayanarak fakihlerin kadınları “fitne” olarak nitelediklerini söylemek maksadını aşan bir yorum olur. Çünkü fakihler bizzat kadınlara “fitne” demiyor, sadece cami vb. mekanlara çıkmalarının fitneye sebep teşkil edeceğini söylüyorlar. Metin ve şerh kitapları bütüncül bir bakış açısıyla okunduğunda bu incelik gözden kaçmayacaktır. Ayrıca İslami literatürde “fitne” sıklıkla “imtihan” anlamında kullanılmaktadır. Nitekim Yüce Allah “Şüphesiz mallarınız ve çocuklarınız sizin için birer fitnedir/imtihandır.”[33] buyurmaktadır. Buna göre fakihlerin “fitne” ifadelerinden kadınların aşağılandığı hükmünü çıkarmak ayete aykırıdır. Ayrıca “fitne” kelimesi ile kadınların aşağılanması hedeflenmiş olsaydı, kadınların ümmetin çoşkusuna ortak olma ve kalabalık görünme gibi gayelerin söz konusu olduğu bayram namazlarında namazgahlarda yer almalarına sınırlama getirilirdi.

Hadislerin Kadınlar Aleyhinde Yorumlandığı İddiası

Modernistler, Müslüman kadının evinde ibadeti camiye tercih etmesinin, ulemanın onu akıl ve din açısından eksik bir varlık olarak tanımlayan bazı rivayetleri Allah Resulü’ne isnat etmesi ve ilgili rivayetleri kadınlar aleyhinde yorumlaması[34] neticesinde oluştuğunu iddia etmektedirler.

Modernitenin buyurgan aklının erkekle esaslı fiziksel farklılığa sahip olan kadını, erkeğin olduğu her yerde var olmaya çağırması, bazı Müslümanları mesnetsiz bir şekilde sahih hadisleri inkar gibi uç açılımlara “evet” diyebilen bir anlayışa esir etmiştir.

Kadını misyon ve vizyon itibarıyla doğru anlayabilmek ancak onu Allah Teala’nın yarattığı koordinatlar çerçevesinde tanımakla mümkündür. Buna göre derin bir haya mevzuu olan kadın annelik vazifesini asıl kabul etmesi şartıyla –her nevi imamlık hariç- cemiyetin bütün noktalarında görev alabilir.[35] Fakat bu, onun erkelerle aynı özelliklere sahip olduğu anlamına gelmez. Hadisenin bu boyutuna vakıf olanlar kadının din açısından eksik olduğunu bildiren hadis-i şerifin İslam’ın özüyle çatışmadığını da göreceklerdir. Nitekim Allah Resulü ilgili hadiste geçen kadının dininin eksikliğinin nedenini; “hayızlı halinde namaz kılmayıp, oruç tutmaması”[36] olarak açıklamıştır.

Kadının hayız hâlinde namaz kılmayıp oruç tutmaması erkeğe nispetle bir eksikliktir. Fakat bu eksiklik zannedildiği gibi kadın adına bir nakısa değildir. Bilakis bu durumda kadın namaz ve orucun haram olmasını dikkate alıp haramı terk ettiğinden sevap kazanmaktadır.[37] Yani bu durum, kadının bir zafiyeti değil bilakis sevap kazanmasına vesile olan nevi şahsına münhasır bir özelliğidir.

Sonuç

Camiler, asr-ı saadetten günümüze kadar tüm Müslümanlar için ibadet yeri olmanın yanında daha bir çok amaç için de kullanılmıştır. Hicretin ilk yıllarında Mescid-i Nebevi etrafında kurulan evlerin kapıları mescide açıldığından, -birçok amaca ilaveten- mescit, bir de geçiş yolu işlevi görmüştür. Bu ve benzeri nedenlerden dolayı ilk yıllarda kadınların mescitle münasebeti sonraki yıllara nispetle daha yoğun olmuştur.

 

Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine döneminin ilerleyen yıllarında erkekler için cami, kadınlar için de ev merkezli bir ibadet hayatını teşvik etmiş; özürsüz olarak cemaate gelmeyen erkekleri ikaz ederken, kadın sahabilere evlerinin iç odalarında ibadet etmelerinin kendileri için daha hayırlı olacağını buyurmuştur. Bunun içindir ki, Peygamber Mescidi’nin kadın cemaati gün geçtikçe azalmış, evleri mescide bitişik olan peygamber eşleri de namaz için mescide çıkmamışlardır.

Müslüman kadınlar efdal olan evde ibadeti, mübah olan camide ibadete tercih etmişler, mescit olarak evlerini kullanmışlardır. Fakat dışarıda bulundukları zamanlarda da vakit namazlarını camilerin kadınlara mahsus bölümlerinde eda etmişlerdir.

Hadiseye naklî ve aklî esaslar yerine “erkeğe bedel ödetme” gibi tepkisel olarak yaklaşanlar, konunun eleştirel değerini artırabilmek için mevcut kadın-cami münasebetini var olandan farklı gösterme gayreti içerisine girmişlerdir.

İddiaların aksine, kadın asr-ı saadetin son yıllarına oranla günümüzde camide daha fazla bulunmaktadır. Nitekim teravih namazlarını camilerde kılmakta ve uygun şartlar oluştuğunda da cuma ve bayram namazlarına katılıp ümmetin ortak sevincine tanıklık etmektedir.

Kadınların vakit namazlarını camide kılmaları noktasında ısrarcı davranan, Cuma namazının onlara da farz olduğunu savunanlar[38] nassa aykırı görüş bildirdikleri gibi toplumun sosyolojik durumunu da göz ardı etmektedirler. Günümüzde birçok köyde vakit namazları ya hiç ya da bir iki cemaatle kılınmaktadır. Buna göre erkek cemaat olmayan kırsal kesimdeki bir camiye gelen kadın imamla baş başa namaz kılacaktır. Bu durum, İslam’ın öngördüğü kadın erkek münasebetine aykırı olduğu gibi, kötü niyetli insanların istismarına da zemin hazırlayacaktır.

Batı medeniyetinin kadın sorununu genelleştirip, İslam’la aynileştirmek ne kadar yanlışsa, ondaki sorunlardan kaynaklanan özgürlük arayışlarını, İslam bünyesinde var farz edip, eğitimden ibadete kadar kapsamlı bir tahrîru’l-mer’e projesi yürütmek de o kadar yanlıştır. Bu durum sağlam vücudu ilaçla tahrip etmeye benzemektedir.[39]

Dipnotlar:

[1] İsmet Özel, Sorulunca Söylenen, Şule Yay., İstanbul, 1999, s. 115.

[2] Bkz. Mülk(67): 14.

[3] Nûr(24): 30-31.

[4] Nûr(24): 31.

[5] Ahzâb(33): 32.

[6] Kasas(28): 25.

[7] Ahzâb(33): 33.

[8] Nisâ(4): 34.

[9] Karen Armstrong, Tanrı’nın Tarihi, Çev: O. Özel, H. Koyukan ve K. Emiroğlu, Ayraç Yayınları, Ankara 1998, s. 211–212.

[10] Bkz: Ebû Muhammed Ali b. Ahmed b. Hazm, el-Muhallâ, Kahire 1969, V, 55; Şemseddin es-Serahsî, el-Mebsud, Beyrut, 1982, II, 20-25; Abdulkerim Zeydan, el-Mufassal fî Ahkâmi’l-Mer’e, Beyrut, 2000, I, 268-269.

[11] Bu makalede İslam, kadına ibadet mekanı olarak nereyi uygun görmektedir. Kadın için daha hayırlı olan cemaatle mi yoksa evinde mi ibadet etmesidir. Bu noktada ulema iddia edildiği gibi ayet ve hadislere rağmen bir sınırlandırmaya gitmiş midir? gibi sorulara cevap arayacağız.

[12] Fıkhın kolaylaştırılmasını talep edenlerin açılımları hep bu şekilde başlar. Allah Resulü’nün kolaylaştırdığı dinin sahabe tarafından bir parça zorlaştırıldığı, tabiunun da dini sahabeden daha zor hale getirdiği ve bu durumun günümüze kadar artarak devem ettiği iddia edilir. İddianın vakıaya aykırı olduğunun en önemli göstergesi hadislerin fıkıh kitaplarında yer alan hükümlere kaynaklık etmesidir.

[13] Bkz. Eb’u Davûd, Tahare 93.

[14] Buharî, İlim 36.

[15] Aynî, Umdetu’l-Kârî, Beyrut, 2001, II, 202.

[16] Aynî, a.g.e., III, 404.

[17] Buharî, Ezan 163.

[18] Ebû Davûd, Salât 16.

[19] Mahmud Muhammed Hattab es-Sübki, el-Menhelü’l-Azbü’lMevrûd, Beyrut, ty., IV, 72. Yani böyle bir tahsisten haberdar değillerdir

[20] Bkz. Ebû Davûd, Salât 17.

[21] Bkz: Karen Armstrong, a.g.e., s. 211–212.

[22] Bkz: Ignaz Goldziher, “İslâm’da Eğitim”, İslâmî Araştırmalar Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 7, Ankara, 1988, s. 90.

[23] Bkz. Zeydan, a.g.e., I, 212.

[24] Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed b. Esîr, Üsdu’l-Gâbe fî Ma’rifeti’s-Sahabe, Beyrut, 1994, VII, 311.

[25] İbn Abdilberr, el-İstîâb fî Esmai’l-Ashab, Beyrut, 2002, II, 580.

[26]Hadis metni için bkz. İbn Hacer, el-İsabe fî Temyizi’s-Sahabe, Beyrut, 1995, VIII, 383; Konu ile ilgili hadisler için bkz. Ebû Davud, Salat 53; Tirmizî, Reza’ 18; Ahmed, Müsned, II, 297-301, VI, 371.

[27] Zeydan, a.g.e., I, 214.

[28] Nilüfer Göle, Modern Mahrem, İstanbul 1994, s. 123.

[29] Ahzâb(33): 33.

[30] Mülk(67): 15.

[31] Ahzab(33): 32-34; Allah Resulü’nün eşleri ile ilgili nazil olan bu ayetler bütün Müslüman kadınlara hitap etmektedir.

[32]Bkz. Alauddin Ebubekr el-Kâsânî, Bedâiu’s-Senâi’, Beyrut, 1997, II, 338.

[33] Teğâbun(64): 15.

[34] Bkz: Savaş, Hz. Peygamber (s.a.v.) Devrinde Kadın, s. 46.

[35] Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve selem) uygulamasına baktığımızda kadına toplumsal anlamda ciddi roller yüklendiği görülmektedir. Kadın sahabiler, “ev merkezli” hayatları içerisinde cemiyetin bir çok ünitesinde görev almışlardır. Ümmü Atiye Efendimizle 7 gazveye katıldığını bildirmektedir. Hz. Aişe ve Ümmü Süleym Uhut’ta görev almıştır. Hayber kuşatmasında ordunun içerisinde altı tane kadın sahabi vardır. Nesîbe binti Ka’b Uhut’ta Allah Resulü’ne muhafızlık yapmıştır. Ümmü Haram Kıbrıs’ta şehit düşmüştür.

[36] Buharî, Hayz 6.

[37] Aynî, a.g.e., III, s. 403.

[38] Süleyman Ateş.

[39] Urfa’lı bir taksi şoförünün ilahiyatçı olduğunu öğrendiği bir arkadaşa söylediği şu sözlerin doğruluk payı ne kadar da yüksektir: “Kardeşim! Allah aşkına dinimizle uğraşmayı bırakın!”

 

İhsan Şenocak Hoca'nın ''Kadın,Cami ve Özgürlük'' İsimli Makalesinden...

Devamını Oku »

Teknolojik Değişme ve Kültür

Teknolojik Değişme ve Kültür

Kültür, maddesi ve biçimi ile, bir toplumun gerçekleştirdiği hayattır. Bu oluşumun iki unsuru vardır, toplumun inanç yapısı ve hayatın maddesi yani malzemeleri. Toplum sahip olduğu inançların belirlediği ölçülerle hayatın malzemelerini kavrar, değerlendirir, sıralar ve belli bir biçimle hayatına katar. Böylece o malzeme kültürel bir olgu haline gelir.

Teknoloji, doğuşu itibariyle kültürün inanç yapısı ile yakından ilgilidir; büyük ölçüde onun tarafından biçimlendirilir, yönlendirilir. Ancak, sonuçları itibariyle teknoloji hayatın maddesindendir; hayat malzemeleri üretir. Bu bakımdan, teknolojik değişmeler hayatın maddesini değiştirirler; bununla birlikte üslûp değişir yani kültür değişir.

Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur; hayat yani kültür değişir, ama kültürün mukaddesleri, iman yapısı değişmez. Yine ayni imandan doğan değer ve ölçülerle değişen malzemeler kavranır, değerlendirilir, işlevi belirlenir ve kültürün içindeki yerine konulur. Kültürün mukaddesleri dediğimiz, insanın bağlandığı, dünyaya bakışını ve kendi yerini belirleyen inançları ve gerçekleştirmekle yükümlü olduğuna inandığı gaye değerlerdir; bunlar hayatı değiştirirler biçimlen­dirirler ama kendileri değişmezler. Hayatın maddesi­nin değişmesi ile değişecek olan, ikincil ve vasıta de­ğerlerdir.

Kültürün ateşli, yaratıcı dönemlerinde kültürel olgular böyle gerçekleşir. Bunu bir iki örnekle açıkla­yalım: Bizim imanımızın belirlediği temel değerlerden biri, insana saygıdır. Bu temel değerin tezahür ettiği ikincil değerlerden biri misafirperverliktir. Yüz yıl ön­ceki hayatımızda konukseverliğin olağanüstü diri ve çok önemli bir değer olarak yaşadığını görüyoruz. Bu­nun bir temeli, imanımızın bize emrettiği insana saygı değerine bağlı oluşumuzdur. İkinci temeli, hayatın maddesinin bunu gerektirmesidir. O zamanki şehir, köy ve kasabalarımıza baktığımızda, yolcuların konak­layabilecekleri yer sayısının yok veya çok sınırlı oldu­ğunu görürüz. Tanrı misafiri, kaideten, başka çaresi olmadığı için kapımızı çalan insandır. Hayatın bize sunduğu malzeme budur: yoldan gelmiş, yorgun, belki karnı aç insan. Bizim imanımızın temellendirdiği insa­na saygı tutumumuz, bu insanı aç ve açıkta bırakamaz; ona, baş üstünde yer göstererek ağırlamaya koyulur. Yolculuk imkânları benzer olan toplumların konukse­verlikleri hep ayni değildir; çünkü insana saygıyı te­mellendiren iman sistemleri farklı farklıdır. (Bu açık­lamaları yaparken tiplemeler yaptığımızı ve etkili olan diğer bazı faktörleri dikkate almadığımızı bilmeliyiz. Böylece oluşumun ilkesi daha açık ortaya çıkmakta ve kolay kavranabilmektedir.)

Zamanla ve teknolojik değişmenin katkılarıyle hayatın maddesi değişmiş, ekonomik ve sosyal hare­ketlilik artmış, konaklama işi önemli bir hizmet sektö­rü olarak teşekkül etmiştir. Şimdi artık, şehirlere ya­hut kasabalara giden insanlar kimsenin kapısını çalmak gereğini duymadan, kimseyi rahatsız etmeden ko­naklama imkânı bulabilmektedirler. Hayatın madde­sindeki, malzemelerindeki bu değişme tabii olarak, in­sana saygı hassasiyeti devam ettiği halde, misafirper­verlik değerini ve onun çevresinde oluşan bir takım kültürel olguları daha geri planlara çekmiştir. Ancak köy gibi, konaklama hizmetlerinin ticari bir sektör ola­rak gelişmediği yörelerde konukseverlik yine benzeri bir dikkat ve hassasiyetle devam etmektedir.

Bu gelişmeler içinde kültürün verdiği insana saygı inancı, başka hayat alanlarında tezahür etmeye ve yeni ikincil değerler yaratmaya başlamıştır. Bunu, yabancılara karşı hoşgörülü ve sıcak davranmaktan, sosyal adalet kavramının yerleşmesine ve vakıf çalış­malarına kadar çeşitli alanlarda görebiliriz.

Kültürün yaratıcılığını kaybettiği soğuma dö­nemlerinde ise teknolojik değişme ve kültür ilişkileri­nin değişik tezahürleri olur. Bir kere, kültür yaratıcılı­ğını kaybetmiş olduğundan kendi teknolojisini ürete­mez, değiştiremez; yabancı kültürlerde oluşan tekno­lojik değişmeleri almak zorundadır. Ancak, yabancı kültürlerin ürünü olan teknolojiyi kabullenmekte zor­luk çeker. Aldıktan sonra, kendi kültüründeki hayatındaki yerini belirlemede, işlevini düzenlemede zor­luk çeker. Bu zorlukların yarattığı çelişkiler kültürün iman yapısını, mukaddeslerini zedeler, zayıflatır. Di­ğer bir ifade ile değişmemesi gerekenleri değişmeye zorlar. Yani, yaratıcı dönemlerde teknolojik değişme­ler daha çok üslûp değişmelerine yol açtığı halde, so­ğuma dönemlerinde inanç yapısını, bakış, kavrayış bi­çimlerini de değiştirebilir.

Nevzat Kösoğlu - Türk Kimliği ve Türk Dünyası
Devamını Oku »

İnsan Nedir ?

İnsan Nedir ?
İnsan dediğimiz varlık, fizyolojik yani fiziksel bir yapıdadır. Diğer canlılarda da bu beden dediğimiz fizyolojik yapı olmasına rağmen insanın birçok tinsel üstünlüğe sahip olduğunu fark ederiz. Tinsel yani manevi yapı, fizyolojik yapıyla yakından alakalıdır. Fizyolojik yapıyı hemen görüyoruz çünkü o bir dış yapıdır. Tinsel yapıyı ise göremiyoruz çünkü o bir içyapı. Göremediğimiz için içgüdü, akıl ve duygu hayatımızda içyapıya dâhildir. Bu üç donanım, insanın içyapısında yani manevi yapısında olmasına rağmen fizyolojisinde bunların yeri ve nerede oldukları belli değildir. Beslenmemizi sağlayan organımızın, kalbimizin, beynimizin fizyolojik olarak yeri ve fonksiyonu bellidir.

‘Kalpsiz' dediğimizde neyi ve nereyi kastediyoruz peki? Peki, biz neyle seviyor veya neyle nefret ediyoruz? Neyle korkuyoruz?

Psikoloji, bunlara bilimsel adlar vererek 'duygu merkezi, düşünce merkezi' diyor... İçgüdülerimizi de vücudumuzun bir yerine refere ediyorlar (kaynak gösteriyorlar). Fakat bu üç donanım, insan için yaşamak için yeterli değil. Yeterli değil, çünkü insanın birtakım evrensel sorunları var. İçgüdü, akıl ve duygu donanımları insanın bu sorunlarına cevap bulması ve bu cevapla tatmin olması için yeterli değil. İnsanın bir de 'seçme ve değiştirme kabiliyeti' mevcut. Olasılıkları değerlendirip aralarından birisini seçerek kendisini ve çevresini değiştirebiliyor. İsterse yeni olasılıklar oluşturuyor. Seçme ve değiştirme kabiliyeti insandan başka hiçbir canlıda yok. Burada hemen İslami bir söyleme girelim isterseniz : ''İnsan mükelleftir! Çünkü seçebiliyor ve değiştirebiliyor.'' Diğer yaratılmışların ise seçme ve değiştirme kabiliyeti yok...

Bitkilere bakarsak... Mesela bahar geldiğinde bütün ağaçlar çiçek açıyor. Çiçek açmayan ağaca 'kurumuş' deniyor. Hiçbir ağaç da demiyor ki ' Ben bu bahar çiçek açmayacağım, bu yazı çiçeksiz geçireceği! '' veya leylekler '' Ben bu yaz gelmeyeceğim. Libya’da havalar çok iyi! '' demiyorlar...

Hamsi balıklarının '' Boğaz’dan göç etmeyeceğiz, Karadeniz’deyiz bu kış! '' dediği yok, hepsi göç ediyor. Kısacası, düşünmüyorlar!

İnsan böyle değil... Bu 'seçme ve değiştirme' kabiliyeti sadece insanda var veya insana verilmiş. '' Var! '' derseniz seküler bir ifade ve yaklaşımdır bu, Tanrı’yı bu işe karıştırmazsınız. '' Verilmiş '' derseniz,'' Kim vermiş?'' diye bir soru gelebilir. '' Allah vermiş '' derseniz buda dini söylem oluyor! İçgüdü, akıl ve duygu; insanın yaşaması ve hayatını idame ettirmesi için yeterli değil, çünkü insan araştırıyor, soruyor. Hatta sorularla doğuyor. Bazıları bir ömür boyu sorularla yaşıyor, bazıları da sorularını cevaplamış, mutmain gidiyor ahirete. Bu sorular, insanın zatında ya da fıtratında, varlığında var. Mesela ' başlangıç ve son ' sorusu. Şöyle der insan ; '' Ben nereden geldim, başlangıcım neydi? Nereye gidiyorum, sonum ne olacak? ''

Allah’ın isimlerinden birisi Ezel ' dir. Abdülezel ismi vardır. Yani '' ezelde var olanın kulu '' O yüzden insan , '' Ben nereden geldim? '' diye sorar...

Abdülbâki de yine insan isimlerinden birisi. Bâki isminin, yani Beka'nın bir parçasının kendisine verilmesinden dolayı, Ebed’i sorabilir, böyle bir özellik verilmiş kendisine. O yüzden insan,'' Ben nereye gidiyorum?'' diye sorar...

Yaprak öyle değil... Kuruyor ama sonra bir daha çıkıyor, yine kuruyor ve yine çıkıyor. Ne Ezel ' den ne de Ebed ' den haberdar.

Diğer bir konu da istediğimi yapabiliyor olmam, yani irademi fark etmem. İstiyorum ve yapıyorum, herhangi bir eylemi gerçekleştiriyorum.

Bir de yapamadığım bir şeyler var. İstediğim halde yapamıyorum, olmuyor. Bazen de istemediğim şeyler oluyor. Bunlarla çatışma halindeyim. Yapamadığım bana o şeyi yaptırmayana da ' kader ' diyoruz. Bütün kadim Grek tragedyası: İRADE/KADER arasına kurulmuş bir kurgudan ibarettir.

Bir tarafta İRADE diğer tarafta KADER var. O kavgayı yaşıyoruz! Bu kavgayı bütün insanlar yaşar... İslam ' da da bu kavga var, modern zamanlarda da... Orhan Gencebay ' da da var! ... '' Bilmem ki bu dünyaya ben niye geldim? '' diye soruyor. Bir başkası '' Bırak ağabey, bu iş sakat! '' diyor. '' Ah ulan ah, bu kız bana bakacaktı! '' diyor. Hâlbuki o kız baksa ne olur, bakmasa ne olur?

Şunu Safer Efendi anlatırdı, çok da gülerdik: Efendim, Bektaşi babası, bir genç hanıma aşık olmuş. Fakat kızı vermiyorlar. Baba erenleri teselli için demişler ki: '' Üzülme, herkes fani, herkes ölecek. Bu hanım da ölecek. '' Baba, '' Bu kız da mı ölecek? Kız dünya güzeli, Allah buna kıyamaz! '' demiş. Aradan yıllar geçmiş... Saçı sakalı ağarmış babanın, beli bükülmüş. Yoldan bir acuze geçiyormuş, demişler ki : '' Tanıyor musun? '' '' Yok. '' demiş baba erenler : '' Nereden tanıyayım, ne işim var benim onunla? '' Bu haminne hani 40 sene önce âşık olduğun kız vardı ya, işte o...'' demişler. ''Ha, bak…'' demiş erenler, ‘'Gördünüz mü bak kıyamamış, önce bu hale getirmiş, sonra canını alacak!''

''İnsan nedir?'' demiştik. ''Nereden geldim, nereye gideceğim?'' sorusunu sormaktır evvela. O'nda var olan sıfatlar abdiyyet ölçeğinde ve evrensel sorular halinde bütün insanlarda var...

SEKÜLARİZM
Toplumda ahiretten ve diğer dini, ruhani meselelerden ziyade dünya hayatına odaklanılması yönündeki hareket.

GREK TRAGEDYASI
Tragedyanın konu kaynağı efsanelerdir. Dram sanatı bu efsanelerden Grek döneminde yepyeni bir biçimde esinlendi.Bu efsaneler yoluyla önemli gerçekler üzerinde duruldu. Yunan tragedya oyunlarında tekrar tekrar günah, ceza kavramları üzerinde durulurdu.

''İnsan nedir?'' ''Nereden geldim, nereye gideceğim?'' sorusunu sormaktır evvela..

 

Sadettin Ökten - Fincanımda Cola Var
Devamını Oku »

Mustafa Kemal Masonluğa Sadık Kalmamamış Mıydı?

 

MUSTAFA KEMAL MASONLUĞA SADIK KALMAMIŞ MIYDI ?

Mustafa Kemal hayatında hiçbir suret ve vesile ile bir Mason locasına girmemiştir ve Farmason olmamıştır!” Bu sözler, “Tek Adam”ın, İngiliz müellifi Armstrong’un Bozkurt Mustafa Kemal isimli kitabındaki kendince mühim addettiği iddialarına, kalemşörlerinden Necmeddin Sadık’a (Sadak) dikte ederek verdiği ’cevaplarda geçiyor. Armstrong, Fethi Okyar benzeri zabit arkadaşları gibi “Bozkurt”un da Farmason olduğunu, “Vedata” Locasına intisab ettiğini iddia ediyor, “Bozkurt” da, müellifin bu iddiasını pek haşin bir üslupla tekzip ediyor (Akşam, 11 Aralık 1932).

“Konuşmalar daha da kötüleyici bir hal alınca, Atatürk elini masaya vurarak konuşmacıları susturdu. Sonra, hiç kimsenin beklemediği, herkesi şaşkınlık içinde bırakan şu konuşmayı yaptı: Bir zamanlar ben de Mason olmuştum’.”

Bu sözler de Mustafa Kemal’in uşağı Cemal Granda’nın hatıratından (Atatürk’ün Uşağı İdim, 1973, s. 294).
Sene 1933’tür. İzmir’de Naim Palas Oteli’ndeki sofrada “Tek Adam” ile Recep Zühtü, Salih Bozok, Kılıç Ali, Tahsin Üzer gibi yarenleri o sıralarda İzmir’deki Zühal Locası’mn pencere-lerine kurşun sıkılması hadisesi vesilesiyle Masonluğu konuşmaktadırlar. Masonluk aleyhindeki iddialar üzerine “Tek Adam” asabileşiyor ve tartışmayı keserek bir ara “Beyoğlu’ndaki bir Mason Locasında” tekris edildiğini belirtiyor. Dediğine göre girmiş ama locaya devam etmemiş...

Yine Granda’mn naklettiğine göre, işret meclislerinden birinde bir gece söz dönüp dolaşıp Masonluğa geliyor. Sofrada hazır bulunanlar arasmda -hususi hekimi- Üstad-ı Azam Dr. Mim Kemal öke de vardır. Dr. öke, “Ebedi Şefi’in talebi üzerine Masonluk hakkında izahat verirken, Masonluğun nihai hedefi olan “İnsanlık îdeali”nin tahakkukunun belki de bir hayal olduğunu söyleyince “Ebedi Şef’: ‘Hayır, Kemal Bey, sen bunu söylemeye mezun değilsin! Beşeriyetin günün birinde bu mes’ut neticeye erişmesi gayr-i vârid değildir!” şeklinde şiddet­le itiraz ediyor. (M. Raif Oğan, Türkiye'de­ki Masonluk; İç Yüzü ve Sırları, İst.: 1950.) Aynı konuşma, daha evvel Sedat Simavi’nin Yedigün mecmuasının Aralık 1938 tarihli sayısında herhalde öke’nin rivaye­tiyle Niyazi Ahmet Okan’m kaleminden nakledilmiştir.)

Bu meselede araştırmacı, böylesine taban tabana zıt rivayetler ve iddialar­la karşı karşıyadır. Bir taraftan kendisi Nutuk’ta “millî sır” tabir ettiği Makyavelist siyaset icabı zaman ve zemine göre birbirini nakzeden beyanlarda bulunuyor, diğer taraftan Masonluk aleyhdarlan aynı Makyavelist anla­yışla onun ismini istismar ederek Ma­sonluğa taarruz siyaseti takip ediyor, Masonlann büyük bir kısmı da Kemalizme zarar vermemek endişesiyle bil­dikleri hakikati efkâr-ı umumiyeden saklıyorlar. Bunlara ilaveten Resmî Temessül İdeolojisinin Mustafa Kemal’i tabu haline getirip şahsî kanunla koruma altına alması da serbest tar­tışmaya mani olduğu için meselenin hallini iyice zorlaştırıyor.

Bu meseleyi ilk defa 1977 senesin­de ele almış ve hakikati büyük ölçü­de gözler önüne sermiştik (Yetıi Devir, 11-14 Aralık 1977, Makalenin tekrar neşri: Şura, 17 Temmuz 1978, sy.27). O zaman Fransız tarihçi Benoist-Méchin’den naklen, biz de onun “Vedata” locasında tekris edildiğini zannetmiş­tik. Halbuki 1982 Kasım’ında Üstad-ı Azam Kemalettin Apak’m Ana Çizgilerile Türkiye’deki Masonluk Tarihi ki­tabı (İstanbul, 1958) elimize geçince 1900’lü senelerde “Vedata” isimli bir locanın mevcut olmadığına muttali olmuştuk. Demek ki bu bilgi yanlıştı. (“Vedat” mahfili 1925’de teşkil edil­miş.)

Mamafih yine 1978 senesi içinde Fransa’da bulunan bir arkadaşımızın yardımıyla muhtelif obediyansları temsil eden Fransız Büyük Locaları­nın (hatta Dünya Masonlarının) or­tak eseri Dictionnaire universel de la franc-maçonnerie isimli 2 ciltlik Ma­son ansiklopedisini temin etmiş ve onda, tekris edildiği locanın “Mace- donia Risorta et Veritas” olarak tasrih edildiğini görmüştük. Bunun üzerine yeni bir makale kaleme aldık (Sebil, 1 Aralık 1978 ve Risale-Dış Politika, Ekim 1988).

Bizim neşriyatımızın üzerinden bir hayli zaman geçtikten sonra hâlâ bir kısım Masonluk aleyhdarlarının “M. Kemal’in Masonluğa düşman olup Mason Localarını kapattığı” efsanesi­ni devam ettirdiğini ve Türkiye Ma­sonlarının da, kendi aralarında “Ebe di Şef’in tekrisi hususunda bir türlü mutabakata varamadıklarını hayretle müşahede etmekteyiz.

Buna binâen, geçmişte yazdıkları­mızı tekrar etmeden, yeni bilgilerin ışığı altında, bu meseleyi bir kere daha aydınlatmak istiyoruz. Bunun için başlıca şu beş suale cevap vermek iktiza ediyor:

1-Mustafa Kemal Masonluk aleyhdarı mıydı?, 2) Mason Localarını kapattı mı, yoksa “bizzarûre hâl-i nevme” mi girdiler?, 3) Niçin bir “kapan­ma stratejisi” takip edildi?, 4) Kemalizmin “zinde kuvvetleri” Masonlar mıydı?, 5) M. Kemal tekris edilmiş miydi?

Şimdi sırasıyla bu sorulan ce­vaplandıracağız.

1-Mustafa Kemal Masonluk aleyhdarı mıydı?

Tespit edebildiğimiz kadanyla Müslüman kesimde ilk defa Mus­tafa Kemal ismini Masonluğa kar­şı kullanan rahmetli Raif Oğan’dır. 1950’de çıkan Masonluk aleyhdan kitabında “Atatürk’ün, memleket ve millet için muzır görerek ma­son şebekesini dağıttığım”, “Masonlu­ğu ilga ettiğini”, “bunun Atatürk’ün en hayırlı inkılâbı olduğunu” iddia etmekte ve “Ata sağ kalsaydı, esrarlı mason tarikati açılamazdı” diyerek “Atatürk’ün zararlı bulduğu ve kapat­tığı bir sapıklık ve gerilik müessesesini yaşatmak isteyenler Atatürkçü ola­mazlar” hükmüne varmaktadır. Oğan iddiasında anlaşılmaz bir mantıkla Dr. Mim Kemal öke’nin Yedigürı’de çı­kan rivayetine istinad ediyordu.

Bu hususta ikinci bir garâbet de Bü­yük Doğu’daki “Görünmiyen İnkılâp” tefrikasının müellifi rahmetli Cevat Rifat Atilhan’m yaptığı neşriyattır. (Bu ne tenâkuz!) Türk Oğlu Düşmanını Tanı isimli kitabında (Yağmur: 1970, s. 60-2) naklettiğine göre Reisicumhur ile adaşı arasındaki konuşmada güya “Ebedi Şef” gazaba gelerek “Haydi defolun buradan! Cehennem olun gidin, Yahudi uşakları! Benim mil­letim bana kahraman sıfatım verdi; ben sizin gibi bir Çıfit Yahudiye uşak mı olacağım? Bu gece sabaha kadar Türkiye’deki bütün localarınızı kapatmadığınız takdirde hepinizi yarın teşkil edeceğim Divan-ı Harb-i örfiye (sıkıyönetim mahkemesine) verir ve astırırım!” sözleriyle onu huzurundan kovmuşmuş... Atilhan bu sözleri Eski Van Mebusu İbrahim Arvas’ın 1964’te basılan Tarihî Hakikatler adlı kita­bından naklediyor. Ne var ki kitapta “Ebedi Şef”in, Üstad’a bu şekilde hi­tabının hiçbir delili, şahidi görülmü­yor! Belli ki rahmetli Arvas, bizzât şâhidi olmadığı ve kim bilir hangi Masonluk aleyhdânnm uydurduğu bu hayâli konuşmayı birilerinden duy­muş ve muhtemelen, bu rivâyet ken­di hissiyâtına uygun düştüğü için onu tenkîd süzgecinden geçirmemek gibi bir zaaf göstererek hikâyeyi kitabına olduğu gibi dercetmiştir.

Halbuki M. Kemal’in Masonluk aleyhinde mevsûk hiçbir ifadesi, hatta imâsı bile gösterilemez. Bi­lakis !

Mesela Nutuk'unda sarf etmiş olduğu aşağıdaki sözler. Mason Akaidinin başlıca eseslarındandır ve Anderson Nizâmatı’nın bilhassa Allah ve dinle alakalı 1. mükellefiyeti ile Michel André (Chevalier de) Ramsay’nin 1737 Nutku’ndaki fikirlere tekabül et­mektedir:

“Efendiler, bütün beşeriyetin tecrübe, mâlumat ve tefekkürde teâlî ve tekemmülü(ylej, Hıris­tiyanlıktan, Müslümanlıktan, Budizmden sarf-ı nazar ederek basitleştirilmiş ve herkes için anlaşılacak hâle konulmuş “ÂLEMŞÜMÛL SÂF VE LEKESİZ BİR DÎN”in teessüsü ve insanla­rın şimdiye kadar kavgalar, levsiyat, kaba arzu ve iştahlar arasında bir sefalethânede yaşamakta oldukla­rını kabul ederek bütün vücudları ve zekâları zehirleyen ufunet tohumları­na galebe etmeye karar vermesi gibi şerâitin husûlünü müstelzim olan bir “ClHÂNŞÜMÛL ITTÎHÂDÎ HÜKÜMET” tahayyülünün tatlı olduğunu inkâr edecek değiliz.” (Nutuk, MEB: 1981, 1/713.)

Masonluğa karşı sempati ve sada­katini herhalde bundan daha vazıh surette ifade edemezdi.

Öte yandan Ingiltere obediyansına tâbi Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’nın yayın organı Mimar Sinan dergisinin 1976 tarihli 21. sayı­sında şöyle bir hâdise nakledilir:

“Köpeği bir gün Atatürk’ü ısırır. Köpeğin kendi sahibini ısırması bir takım endişelere yol açar. O zaman­ların [1925 senesi] tanınmış veteriner doktorlarından Hayim Naum Kardeş İstanbul’dan çağrılır. Görüşmeleri es­nasında Hayim Naum’un Mason oldu­ğunu öğrenen Atatürk, bu vesile ile Masonlara selâmlarını gönderir.”

Bunun üzerine “Meşrik-ı Âzam murahhası olan” Vefa Muhterem Mahfili'nde, “muhterem ve mübec-cel Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin” “Hayim Naum Kardeşi” Mason camiasına “selâmlarını tebliğe memur etmesi” sebebiyle “Gazi Paşa Hazretlerinin şereflerine, kemâl-i şevk u şâd ile, bir müselles alkış icrâ edilir.” Bununla da iktifa edilmez, bu selamdan pek mütehassis olan Mason camiası, “Ebedi Şefe, Üstad-ı Âzaminin imzasıyle, bir taabbüd havasında, coşkun bir teşekkümâme gönderir, ki bunda “efkâr ve ezhânı [fikir ve zihinleri] bâtıl akide ve an’anelerden kurtarmağa azmetmiş ve muvaffak olmuş bir kahraman selâmlanmaktadır”. “Efendimiz Hazretleri” diye başhyan ve Üstad-ı Azam Servet Yesârî’nin imzâsını taşıyan 9 Mayıs 1341 (1925) tarihli teşekkümâme şu iki cümleyle bitiyor:
“Makasıd-ı esâsiyesi (asıl maksatları) meyâmnda hassaten taassub, cehâ- let ve akaid-i bâtıla (batıl inançlar) ile mücâdele gayesini tâkîb eden Masonluk, Zât-ı Riyâsetpenâhîlerinin faâli- yet-i mütezâyide-i fazîletperverîleri sâyesinde sevgili memleketimizi pek yakında en muazzam hayır ve mükemmeliyete vâsıl olmuş göreceğinden emin ve mutmâindirler. Teşekkü-rat-ı tâzimkârânemizi hâk-i pây-i sâmî-i Riyâsetpenâhîlerine arz ve tekrâr eyleriz, Efendimiz Hazretleri.”
Mektupta geçen “taassub, cehâlet ve akaid-i bâtıla” tâbirleri ile Mason jargonunda “irtica”ın, yani İslamın kasdedildigine dikkat etmek lazımdır.

Her yıl üç bin lira yardım

M. Kemal’in Masonlara teveccühü elbette bir selamla kalmıyor; serbestçe teşkilatlanıp faaliyet göstermelerine müsaade ve devletin birçok kilit mevkiini onlara teslim ettiği gibi, beynelmilel Mason ictimalarına iştirak etmelerini, hatta bunlardan birinin İstanbul’da yapılmasını da memnuniyetle karşılıyor. Kemalettin Apak’ın kitabından öğrendiğimize göre, Beynelmilel Mason Cemiyeti’nin (Asso-ciation maçonnique internationale -AMI-) 5-13 Eylül 1932 tarihlerinde İstanbul’da yapılan toplantısında 23 ülkenin Meşrik-ı Azam ve Büyük Locaları temsil edilmiş ve bu toplantının Reisi seçilen Ustad-ı Azam Mustafa Hakkı Nalçacı, “Reisicumhur Ulu Gazi Hazretlerine aşağıdaki tâzim telgrafını çekmiştir:

“Milletler arasındaki Mason Birliği Konvamnm İstanbul’da toplanması münasebetile, hür ve laik Türkiye’mizin Büyük Kurtarıcısının sağlık ve saadetinin devamı ve yurdumuzun refahla yükselmesi, maddî ve manevî terakkisi yolunda görülen muvaffa- kiyâtın temâdîsi (başarıların devamı) temenniyâtına hürmetle ve candan alkışlarla müttefikan karar verilmiş olduğu mâruzdur, Ulu Gazimiz.” Beynelmilel bir Mason toplantısında hakkında “kemâl-i şevk-u şâd ile müselles alkış icrâ edilerek” tebcil edilen “Ebedi Şef de bu hareketten duyduğu memnuniyeti beynelmilel Mason camiasına Riyâset-i Cumhur Umumî Kâtibi (Genel Sekreteri) Hikmet Bayur’un şu telgrafıyla iletmiştir: “Türkiye hakkındaki her temenniyâtı hâvî telgrafınızdan Reis-i Cumhur Hazretlerinin memnun olduklarını bildiririm. Efendim.” (Bayur’un da -kendisi bunu şiddetle tekzip emiş olsa da- Mason camiasına mensup olduğunu Behzat Binez, Mimar Sinan dergisinde (-sayı 41, 1981: 97-) dile getirmiştir. Masonik faaliyetlerine “Tek Adam” devrinde başlamış olan Binez, o seneleri “Masonluğun mânen ve maddeten bir gelişme ve genişleme devri” olarak vasıflandırmakta ve “Atatürk’ün Masonca düşündüğü” tesbitinde bulunmaktadır (-s. 98-).

1949’da TBMM’de Masonluk hak-kında Dâhiliye Vekiline verilen bir sual takririnde (soru önergesinde): “Bu teşekkül, kökü dışarıda, beynelmilel ve Siyonist bir teşekküldür. Atatürk’ün kapattığı bu teşekkülün tekrar açılması, onun ruhunu tâzib eder!" denilmişti. Büyük Loca’nın aynı sene yapılan kongresinde Türkiye Süprem Konseyi Suvren Gran Komandörü Op. Dr. Öke bu ithama şu cevabı vermişti:

“Şu dakikada onun ruhunu tâzib değil, taziz ediyoruz. Atatürk ma­son teşekkülü için çok büyük iltifatta bulunmuş, Ankara’daki binaya her yıl üç bin lira yardım etmişlerdir. Bugün başımızdakiler de aynı yardımda bu­lunmuşlardır. Atatürk memleketimizi ziyarete gelen tanınmış şahsiyetleri bu lokalde kabul ve ziyaret etmiş­lerdir. Mason teşekkülünü Atatürk kapatmamıştır. Siyasî ahvâl o zaman böyle bir imâyı mecbûrî kılmıştı” (Türk Mason Dergisi, sayı: 1, Ocak 1951’den naklen: Tesviye, sayı: 67, Mart 2006).

Ankara’daki bu lokal Cumhuriyet Mahfili’ne aitti. Apak’m verdiği ma­lumata nazaran binası “Yenişehir’de Emniyet Abidesi karşısındaki köşenin başmda bulunmaktaydı ve Belediye­den Hükümetin de yardımıyla satın alınmıştı”.

Bu mahfil 1925 senesinde tesis edilmiş olup Ankara’da tekti. Apak’a göre: “Ankara gibi TC’nin her ba­kımdan yeni bir ruh fışkıran ve mü­teselsil inkılâp hamleleri doğan baş­şehrinde, zamanın vekîl, meb’ûs, yüksek me’mur ve serbest meslek sahibi birçok münevverlerini etrafın­da toplayıp değerli bir Masonik muhit yaratmıştı.” 1935’te üye sayısı 300’ü geçmişti. Yine Apak’m kalemiyle: “Bu lokalimiz, gayet ince bir zevkle çok güzel tertip ve tanzim olunmuştu. O vakitler memleketin muhtelif yerle­rinden Ankara’ya gelen Masonlar, iş­lerini Cumhuriyet Mahfilinin toplantı günlerine göre ayarlarlar ve bu güzel lokalin cazip muhiti içinde ruhî gıda­larını alırlardı.”

Demek ki “gayet ince bir zevkle tanzim ve tertip olunan bu güzel lo­kal”, “Ebedi Şef”i de cezbetmekte, bir taraftan onun huzuruyla şerefyâb olurken, diğer taraftan ona bol bol ruhî gıdasından ikram etmekteymiş. Herhalde onun da iştirakiyle bu Loca, “Devletin ve Hükümetin masonik kal­bi” haline gelmişti (Üstâd-ı Muhterem Tamer Ayan’m Atatürk ve Masonluk adlı kitabından, 2008, s. 302).

Hakikaten Masonluğa bu derece iltifat eden, Ankara’daki binasına her yıl 3 bin lira yardımda bulunan ve ecnebi misafirlerini Mason lokalinde kabul etmekten çekinmeyen bir zat, nasıl oluyor da onlara düşman göste­rilebiliyor? İşte bu da, Kemalist propa­gandanın bir başka tahrifi! “Kemalist propaganda” diyoruz, çünkü netice olarak , bu mantıksız propaganda Kemalizmin muayyen bir kesimin nezdin- de makbul kılmaya yarıyor.

2-Locaları kapattı mı, yoksa mecburen "hâl-i nevme" mi geçtiler?

Cevat Rifat Atilhan’m Türk Oğlu Düşmanını Tanı isimli kitabındaki (s. 63) iddiasına nazaran 1935’te “Ata­türk bütün celâdetiyle kapattırmış’ olmasına rağmen 1948’de İnönü’nün müsaadesiyle yeniden faaliyete geçen Mason Localarının tekrar kapatılması için TBMM’de 1951 Nisan’ında DP To­kat Milletvekili Ahmet Gürkan’m yap­tığı kanun teklifi, Cumhurreisi Celal Bayar’m tesiriyle reddedilmişti. Gür- kan, “Merhum Atatürk’ün bu kapat­ma işinde vatanperverlik ve milliyet­çilik hislerine dayandığını biliyoruz” diyordu (a.e., ss. 50, 55). Teklifi destek­leyen Afyon Milletvekili Gazi Yiğitbaş da “Masonluk Cemiyetinin Atatürk ta­rafından beynelmilel, gizli, zararlı ve kökü dışarıda olduğu için kapatılmış olduğunu” iddia ediyordu.

İddialar doğru olsa Mason dernek­lerinin resmen feshi ve mensupların­dan mahkeme huzurunda hesap so­rulması lazım gelmez miydi? Halbuki ortada ne fesih, ne de kanunî takip var. Dahası, bu mesele insanda efkâr-ı umûmiyeyi (kamuoyunu) aldatma­ya matuf bir oyun oynandığı intibaı bırakıyor. Masonların da ken­di aralarında bir hayli tartışıp ihtilaf ettikleri bu meselede en objektif bilgileri, Üstad-ı Azam Apak’ın kitabı ile Üstad-ı Muh­terem Ayan’ın Kalbimizde Saklı Kalan Atatürk ve Masonluk’unda (Ank.: 2008) bulmak mümkün.

Bu meselede Mason camia­sında dahi birbirine bu kadar zıt değerlendirmelerin çıkmasının başhca sebebi, herhalde Masonluk aleyhdarlarının Kemalizmi tahrif ve istismar etmeleri, onu Masonlu­ğa karşı kalkan olarak kullanmak sû-i niyetiyle yaptıkları propagandayla zi­hinleri bulandırmış olmalarıdır. Hal­buki mesele, izan sahipleri için ayan beyan ortadadır. Şöyle ki:

Mason teşkilatının yetkili temsil­cileri, Anadolu Ajansı’na verdikleri 9 Ekim 1935 tarihli beyanatlarında demeklerini fesih değil, sadece faali­yetlerini -şimdilik- tatil, mallarını da Halkevlerine teberru ettiklerini ifade etmişlerdi. Ajansın haberi aynen şöy­le:

“Mes’ûl ve ma’ruf imzalar altında Ajansımıza verilmiştir: Türk Mason Cem’iyeti, Memleketimizin sosyal tekâmülünü ve günden güne artan muazzam terakkilerini nazar-ı itibara alarak ve TC’de hâkim olan demokra­tik ve cidden laik prensiplerin tatbi­katından doğan iyilikleri müşahede ederek faaliyetine -bu hususta hiçbir kanun olmaksızın- nihayet vermeği ve bütün mallarım Memleketin sosyal ve kültürel kalkınmasına çalışan Halk Evlerine teberruu muvafık görmüş­tür” (Apak, s. 164).

Binaenaleyh hiçbir suretle resmen “kapatma/kapanma”, daha doğrusu “fesih” olmadığı meydanda. (Bunun gayr-i resmî bir talimatla olduğunu iddia edenler ise hiçbir delil göstere miyor.)

Dahiliye Vekili Şükrü Kaya’nm resmî beyanı da (“fesih” kelimesi is­tisna edilirse) Mason makamlarının açıklamasıyla aynı mahiyettedir:

“Türk Masonları kendi ideallerinin Hükümetin esas programında dâhil olduğunu görerek kendi teşkilatlarını kendileri feshetmişlerdir. Hükü­metin bu iş üzerinde hiçbir teşebbüsü ve alâkası yoktur” (Apak 1958:164).

Bundan başka, resmî Mason faaliye­tinin tatilinin bir kanun ve resmî emir olmadan vuku bulduğu o kadar açık­tır ki Illustration mecmuasının Kasım 1935 tarihli nüshasında “Türkiye’deki bütün Mason Localarının aniden çıka­rılan bir kanunla feshedilip (dissoluti­on) mallarının da Hükümetçe müsâ- dere (confiscation) edildiği” şeklinde bir haber çıkınca bizzat Hükümetin inisiyatifiyle bazı Mason temsilcileri Dahiliye Vekaletinde toplantıya davet edilmiş (Ayan 2008: s. 320) ve orada ha­zırlanan bir tekzib veya tavzih yazısı mecmuaya gönderilerek A.A.’na veri­len beyanattaki ifadeler aynen tekrar edilmiştir.

3-Niçin Bir Kapanma Stratejisi Taki Edildi ?

Bu bir “kapatma”, daha doğru bir tabirle “fesih” olmasa da, stratejidir. Masonlar bu hususta birbirini nakze­den birçok iddia ileri sürmekle bera­ber bunların bir ortalaması olarak en makul izah şöyle olabilir:

1-Mason âleminin haricindeki bazı amiller: Bundan kasdedilen, hususen Almanya, İtalya ve Sovyetler Birliği gibi memleketlerde Mason­luğun yasaklanması, dünyadaki kuvvetli Mason aleyhdarı cereyanın Türkiye’ye de yansıması, bunun da Kemalist rejime ciddi şekilde zarar vermesinden endişe edilmesidir (Apak, Araş, Ayan ve Akev).

2-Türkiye’deki Masonluğun bünyevi sıkıntıları: Bu husus Apak’m kale­minden şöyle ifade edilir: “Kuru ve sert bir realistik zihniyetle ideale kıymet vermeyip Masonluğu artık cazibesini kaybetmiş ve rolünü bi­tirmiş tarihî bir müessese saymak, bunun neticesi olarak Masonluğa karşı gittikçe artan bir alakasızlık ve devamsızlık göstermek, şahsi bazı meseleleri Masonik sahaya da intikal ettirmek ve nihayet cezri bir tasfiye lüzumuna kanaat getire­rek vâki olacak bir kapanıştan ileri­de daha canlı ve imanlı bir kalkın­ma için faydalanmayı düşünmek” (Apak, s. 162). Bu o kadar doğru bir teşhistir ki, 1948’deki uyanış esna­sında, (Yüksek Şurâ’nın 13 atölyesi aynen faaüyete devam ederken) 1. ile 3. dereceler Remzî Localarının hiçbiri uyandırılmamış, eski Ma­sonlar arasında “seleksiyon veya cezri tasfiye yapılarak” yeni localar kurulmuştur (Ayan, s. 349, 390: Apak, s. 171).

4-Kemalizmin "zinde SUAL kuvvetleri" Masonlar mıydı?

1935 Ekim’inde Dahiliye Vekale- ti’nde kafa kafaya verip bu fırtınalı devreyi en az zararla atlatmak için resmen tatil ilanında bulunmayı en münasip yol olarak değerlendiren heyetin hemen hepsi memlekette en mesul makamları işgal eden zatlardır ve şu 8 kişiden müteşekkil heyetin ta­mamı 33 dereceli masondur:

Dâhiliye Vekili Şükrü Kaya, Amir-i Hâkim-i Azam (Yüksek Şura’nın başı) Dr. İsmail Hurşit, İstanbul Emlak Bankası Müdürü, Üstad-ı Azam (Meş- rik-ı Azam’ın başı) Muhiddin Osman Omay, Yüksek Şura Azasından Dr. Fuat Süreyya Paşa ve Muhib Nihad Kuran, Devlet Şurası (Danıştay) Reisi Mustafa Reşat Mimaroğlu, Ankara Va­hşi Nevzad Tandoğan ve mebuslardan Dr. Rasim Ferit.

Tabii hepsinin gerisindeki “Tek Adam”ı unutmamak lazım; zira Üstad-ı Muhterem Ayan’ın dediği gibi (s. 317) “Atatürk’ün ‘Ebedi Şef’ ve ‘Ulu önder’ olarak her şeyin başında ve üs­tünde tek yetkili olduğu bir dönemde onun izni ve hatta teşviki olmaksızın İçişleri Bakanı’nın kendi kendine böylesi bir Masonluğu koruyucu tasarruf­ta bulunması çok zor, hatta mümkün olmayacak bir cesaret işidir.”

Bunun içindir ki Ayan, bütün Ma­sonların Ebedi Şef’e şükran borcu ol­duğu kanaatindedir;

“Bütün kardeşler ve tabii Atatürk, son derece akıllıca ve Masonlara yakı­şır basiretle davranmışlardır. [...] Türk Masonluğunu kapanmadan sadece uykuya yatmakla kurtardıkları için adlarını Türk Masonluk tarihine yaz­mak gerekir. [...] Başta Atatürk olmak üzere, içişleri Bakanı Şükrü Kaya Kar- deş’e ve diğer katkısı olanlara, Türk »Masonları olarak ne kadar minnet ve şükran duyulsa azdır... Masonluğun yıpranmadan bugünlere gelmesinin planını yapmışlar ve eyleme geçirmiş­lerdir” (s. 379, 375).

Aslında o devirde CHP, devlet ve Masonluk (+ Sabataîlik) neredeyse aynileşmiş bulunuyor ve bu da an­cak “Tek Adam”ın mutlak iradesiyle mümkün oluyordu.

Masonluk Kemalist rejimde fev­kalade bir inkişaf göstermiş, 25 yeni loca, 10 yeni atölye açılmış, loca ve atölye toplamı 44’e ulaşmıştı. İstan­bul, İzmir, Ankara, Bursa, Manisa, Samsun ve Gaziantep’te faaliyet gös­teren localarda Üstad-ı Azam Mehmed Fuad Akev’in Dictionnaire universel de la franc-maçomerie’àéki makalesine göre (1974: 11/1329), 2 binden fazla, Akev gibi Sabataî cemaatine (ve belki Masonluğa da) mensup olan Haydar

Rifat Yorulmaz’ın Farmasonluk isimli kitabına göre ise (1934, s. 242), 2.500 Mason mevcuttu. Kalburüstü münev­verlerin pek mahdut olduğu o günün Türkiye’sinde bu mühim bir sayıydı. Ayan’m kaydettiği gibi: “Bu kadro, genç Cumhuriyet yöneticileri ve yön­lendiricileri arasında seçkin yapıtaşla­rı niteliğindeydi”.

Yine Haydar Rifat’m doğrudan Ma­son kaynaklarına dayanan kitabına nazaran (s. 214-7), bütün üyelerinin tek tek M. Kemal tarafından tayin edildiği “Büyük Millet Meclisi’nde aşa­ğı yukarı 92 mebus Masondur. Cemil Bey Tekirdağı, Rasim Ferit Bey 33 de­recelidirler. Mebuslardan Edip Servet Bey’e [Tör] ve eski mebuslardan Dr. Fikret Bey’e [Fikret Takiyeddin Onu- ralp] tarikatin Üstad-ı Azam payesi tevcih olunmuştur... Aydın Mahfili­ne mensup Yunus Nadi Beyefendi 19

5-Tekris edilmiş miydi?

Harbiye ve Erkân-ı Harbiye Mek­teplerinden sıra arkadaşı Ali Fuad Cebesoy Paşa’dan (ve daha birçok kay­naktan) öğrendiğimize göre M. Kemal daha Harbiye sıralarında her fırsatta gizli cemiyetler teşkil etmeye uğraşı­yor, hükümet darbesi yapmayı plan­lıyordu. Gerek Cebesoy’un Sınıf Arka­daşım Atatürk isimli hatıratında (1981, s. 119-20), gerek Falih Rıfkı Atay’ın Mustafa Kemal’in Mütareke Defteri adlı kitabında (Sel: 1955, s. 49-50), gerekse değişik vesilelerle anlattıklarından anlaşılıyor ki küçük yaşlardan iti­baren herkesin önüne geçmek, baş olmak ve insanlara hükmetmek ih­tirası bütün hayatına yön vermiştir. Kendisini “Tanrımsı” (age, s. 18) olarak , vasıflandıran Atay anlatıyor: “Bir gün kendisine niçin Libya’ya gittiğini sor­muştum, ‘Enver gittiği için!’ cevabım verdi. Akılsızca da olsa kahramanlık şöhreti veren hiçbir sergüzeştte on­dan geri kalmamalı idi” (s. 105).

Bunun içindir ki en küçük bir muhalefete veya itiraza tahammülü yoktu. Kimi ve neyi mani olarak gör­müşse bertaraf etmekte tereddüt gös­termemiş, emellerini gerçekleştirmek için “millî sır” parolası altında daima zaman ve zemine göre üslup ve tavır değiştirmiş, yeteri kadar muktedir mevkie gelince velinimeti Osmanlı padişahlarına en ağır hakaretlerle hü­cum etmekten, Anadolu ve Rumeli’yi Türklere vatan yapan bütün Osmanlı hanedanını öz diyarlarından kovmak­tan, sıra arkadaşı Ali Fuad Paşa’yı veya onca iyiliğini gördüğü Kâzım Kara- bekir Paşa’yı İstiklâl Mahkemesi’ne çıkarttırmaktan yahut sınıf arkadaşı Adanalı (kendisine dans etmeyi öğ­rettiği Ayıcı lakabı ile maruf) Miralay Arif Bey’i, dava ve loca arkadaşları Ca- vid Bey’i, Dr. Nazım’ı vs. ipe göndertmekten çekinmemiştir.

“Zevk ve saltanatına düşkün, her zilleti irtikab edecek menfur bir şah-sıyet” sözleriyle (Söylev ve Demeçleri 2006: II/l) hakaret ettiği cennetmekân Abdülhamid Han, bütün zekâsı ve gü­cüyle çırpınarak beynelmilel Siyoniz-me ve emperyalist Avrupa’ya rağmen Osmanlı’yı ayakta tutmayı başardığı sırada o, imparatorluğun milliyetler arasında paylaştırılarak tasfiye edil­mesi planlan yapıyor ve îttihatçıları bu siyaseti benimsemeye zorluyordu (Cebesoy, 114-7). Bunun içindir ki stra­teji muvaffak olduğu zaman memnu­niyetini “Osmanlı Devleti maaliftihâr (övünerek söylüyorum ki) ölmüştür!” sözüyle ifade edecektir.

Aralık 1904’te yüzbaşı rütbesiyle Şam’daki 5. Orduya tayin edilince “Va­tan ve Hürriyet namile gizli ve ihtilal­ci bir cemiyet teşkil etmiş, Yafa’da bir şubesini açmış, faaliyetini Rumeli’ye de teşmil etmek maksadile Mısır ve Yunanistan’dan geçerek gizlice Selaniğe gelmiş ve orada da cemiyetin bir şubesini teşkil etmişti. Meşrutiyetin ilânı sıralarında bu cemiyet ittihat ve Terakki namını almıştır”.

Son cümleler, kendi ağzından ya­zılmış resmî inkılâp tarihinin (Tarih IV) 1934 baskısından (s. 18) iktibas edilmiş olup yanlış anlamaya mahal verecek şekilde mübalağalıdır.

Ali Fuad Paşa’mn da anlattığı gibi aslında Selanik’te onun teşkilatından evvel kurulmuş bir ihtilâlci gizli ce­miyet daha vardı ve Ittihad ve Terakki buydu. Vatan ve Hürriyet’in Cebesoy dahil bütün mensupları Ittihad’a geç­tikleri için kendisi de -iltimasla- Selanik’e gelince “bu emr-i vâkii kabul ve Ittihad’a intisab zorunda kalmış”, böylece iki ihtilâlci gizli teşkilat bir­leşmişti. Takvimler 27 Eylül 1907’yi göstermekteydi (Cebesoy, s. 113). işte bu, M. Kemal’in Macedonia Risorta Mahfili’nde tekris edildiği tarihtir.

6-Önce Mason, sonra İttihatçı

Zira, ittihatçı teşkilatlanmasında İtalyan Karbonari modeli esas alın­mıştı. Tamer Ayan’ın izahıyla söyler­sek:

“Hem ittihatçı, hem de Mason olan asker ve sivil arkadaşlarının etkisiyle, ‘önce Mason, sonra ittihatçı’ kuralına uygun olarak, önce Macedonia Risorta Locası’nda Mason olmuş ve bunu taki­ben de ittihat ve Terakki Cemiyeti’ne 1907 yılında 322 numara ile üye ya­pılmıştır. (...] Atatürk, en azından Cemiyet’in toplantılarına katılabilmek için, (Yugoslav Masonu) Kargotich’in açıkladığı gibi Mason olmuştur. Çün­kü yakın dostlarından olan Ittihatçıların çoğu Mason oldukları gibi, ittihat ve Terakki’nin gizli toplantılarının yapıldığı merkez üssü ve arşivi de Ma­son Mabedi’nin yanındaki Bekleme Odası’dır. Mason olmayanların buraya girebilmesi ve toplantıya katılması elbette ki mümkün değildir. Bunun tek pratik çözümü Mason olmaktır” (Ayan, s. 162, 204-5).

Macedonia Risorta (“Dirilmiş Ma­kedonya”) Locası 1864’te Selanik’te kurulup uzun bir müddet uykuya ya­tan Macedonia Locası’nın 1900 güzün­de uyandırılmasıyla teşkil edilmişti. Bunu sağlayan İtalya Meşrik-ı Azami (Grande Oriente d’Italia) Üstad-ı Aza­mi Emesto Nathan’ın bu maksatla Selanik’e gönderdiği Üstad-ı Azam Kaymakamı ressam Ettore Ferrari ile Nathan’ın kavimdaşı Emanuel Kara­su’nun faaliyetiydi. Sonradan Selanik mebusu olan Karasu (Carasso), Meş­rutiyet ihtilâlinin perde arkasındaki beyniydi ve locasım ihtilâlin laboratu­arı haline getirmişti. Başta Talat Paşa, Midhat Şükrü (Bleda), İsmail Canbolat ve Mustafa Rahmi (Evrenos) olmak üzere ittihatçıların öncü takımının mühim bir kısmı bu locaya mensup­tu.

Bu ihtilâlciler Fransa Meşrik-ı Azamı’na (Grand Orient de France) tâbi Veritas Locası’nın da müdavimiydiler. Ahmed Rıza ile Rumeli Umumi Müfet­tişi Hüseyin Hilmi Paşa Veritas Loca­sı’nda tekris edilmiş, Câvid Bey ise

İspanya Meşrik-ı Azamı’na tâbi Perse­verancia Locası’na intisab etmişti. Meş­rutiyet ihtilâlini nihai hedefine ulaştı­ran ve M. Kemal’in Kemal’in “Hareket Ordusu” ismini verdiği, kendisinin de Erkân-ı Harbiye Reisi olduğu Ordunun Kumandanı Hüseyin Hüsnü Paşa da Farmasondu (bkz. Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’nın internet sitesi).

İhtilâl öncesinde Macedonia Risorta üyelerinin sayısı 200’e yaklaşmıştı; bunlardan 23’ü Rumeli’ndeki 2. ve 3. Orduların üst rütbeli muvazzaf zabit­leriydi (A. Iacovella, Gönye ve Hilâl, Tarih Vakfı: 1998, s. 42). Veritas’ın üye sayısı ise 150’yi geçmişti (P. Dumont, Osman- lıalik, Ulusçu Akımlar ve Masonluk, Yapı Kredi: 2000, s. 66). Yine Selanik’te teşki­latlanmış İtalyan Labor et Lux, Yunan Philippos, Romen Steaoa Salonicului locaları da ihtilâl için çalışmaktaydı ve Sultan Abdülhamid’i devirerek bir an evvel Osmanlı’yı çözülüşe sürükle­mek emeli peşindeydiler.

Kâzım Karabekir’in yazdığı gibi: “[Ingiltere, Fransa, İtalya gibi emper­yalist camiasını müstemleke yapmak için, Hıristiyan çocuklarım o devletlerin hududlan içinde türlü adlarla açtıkları mekteplerde ve müesseselerde yetişti­rir ve onlara ihtilâl fikirleri aşılarken, kemale ermiş insanlarını da mason localarına alarak orada kendi emelle­rine uygun bir hale getiriyorlardı. [...] [Localarda] Türk münevverleri, Türklerden ayrılmak ve hatta onları mah­vetmek istiyen ve tamamile büyük devletlerin elinde birer alet olanların içinde ve onlarla birlikte gözü kapalı yürüyorlardı. [...] Ana unsur olan Türk milletinin ve onun din kardeşi olan diğer İslam unsurlarının istikballeri için hiçbir şey düşünülmüyordu” (Islâm-Türk Ansiklopedisi Mecmuası, Eylül 1947, 79/5).

İtalyan Locası'na kayıtlı

Bütün bu locaların evrakından mühim bir kısmı 1917 Selanik yangı­nında ve 2. Cihan Harbi’nin felaketle­ri içinde zayi olmuştur; bir kısmı da mahzurlu bulunduğu için gün ışığına çıkarılmamaktadır. Osman Zeki Koylan, Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası Üstad-ı Azami Şekûr Okten’e gönderdiği 12 Ekim 1981 ta­rihli mektubunda Mustafa Kemal’in Masonluğunu “gün ışığına çıkarma­nın kendisine nasib olduğunu” ifade ederek mektubunu şu tavsiyeyle biti­riyordu: “Netice itibarı ile, bize karşı umumî bir antipati devam ettiğinden, Ata’mızın intisabı konusunun harice intikalini asla tecviz etmiyorum. Ma­mafih, Localara tamimini takdirinize arz ederim” (Ayan, s. 37).

Hakikaten Bilâl Şinışir’in İngiliz Belgelerinde Atatürk adlı kitabında bulunan (1979: in/96) İngiliz işgal kuv­vetleri kumandam General Harington imzalı ve 20 Ocak 1921 tarihli istihba­rat raporunda M. Kemal’in “1907’de Selanik’e tayin edilince, hem Ittihad ve Terakkî’ye, hem de İtalyan Mason Locası’na kaydolduğu" bildirilmiştir (Ayan, s. 195).

Bundan başka o zaman yüzbaşı ve sonradan M. Kemal’in en yakınların­dan olan Kâzım Nâmi Duru, hemşeh­risi Koylan’a “Kolağası Mustafa Kemal, belediye doktoru Tevfik Rüştü (Aras) ve Fethi (Okyar) beylerle beraber İtalya Meşrik-ı Âzamı’na tâbi locaya devam ettiklerini” söylemiştir (Ayan, s. 191). Hâlbuki Iacovella’nın İtalya Meşrik-ı Âzamı’ndan aldığı listede (s. 61) sadece Dr. Tevfik Rüştü’nün kaydı görülmektedir. Binaenaleyh liste bir hayli eksiktir. Bununla beraber yine aynı Meşrik, elinde sağlam bilgiler ol­malı ki, yayın organı olan Rivista Mas-sonica mecmuasının Ocak 1973 tarihli nüshasının (Vol. 64-8 yeni seri) 46. say­fasında (Ayan, s. 519-21), “Modem Tür­kiye’nin babası Mustafa Kemal Paşa Atatürk’ün 1938’de Macedonia Risorta et Veritas Locası’nın Azası bulunduğu­nu” kaydetmektedir.

Fransız ve dünya Masonluğunun ortak eseri Dictionnaire universel de la franc-maçonnerie de (1974:1/91), bu bilgiye istinaden “Modem Türkiye’nin babasının, 1938’de vefatında, Italyan Locası Macedonia Risorta et Veritas Azası bulunduğunu” tekrar etmekte­dir. Dünya Masonluğu bu hususta öy­lesine ittifaka varmıştır ki birçok bü­yük locanın internet sitesinde benzeri tesbiti görmek mümkündür (Mesela ffanc-maçonnerie.org veya Lake Har- riet Lodge No 277.).

Üstelik İstanbul İtilâf Kuvvetleri ta­rafından işgal edildiği zaman Mustafa Kemal’in himayesine sığındığı (Lord Kinross, 2011: s. 180,182) İtalya Fevkalâ­de Elçisi ve Farmason Comte Sforza da, Les Bâtisseurs de l'Europe modeme isimli kitabında (Paris, 1931: s. 343-364; Ayan, s. 193), himaye ve desteğini esir­gememiş olduğu M. Kemal’in Mason olduğunu kaydediyor.

Mustafa Kemal’in Mason olduğuna dair deliller böylece sıralanıp gidiyor ama ne gariptir ki, olmadığına dair hiçbir delile rastlanmıyor. Bu mesele­deki belki tek muamma, İtalyan Ma­son mecmuasının, onun tekris edildi­ği ve ölünceye kadar sadık kaldığım beyan ettiği Macedonia Risorta Loca- sı’nın ismini neden Macedonia Risorta et Veritas olarak belirttiğidir. Türkiye­li Masonlar İtalya Meşrik-ı Azamı’na sorup bizi de aydınlatamazlar mı?

 

-----------------------

Mustafa Kemal Mason localarını kapattı mı, yoksa "bizzarure hâl-i nevme" mi girdi­ler? Şu 6 hususa dikkat edince "kapatma" meselesi aydınlanmaktadır:

1-Her ne kadar Mason emlâki Halkev­lerine devredilmişse de, bu hukukî mu­amele -kasden- usulüne uygun (umumi heyet kararıyla) yapılmadığı için 1948'de tekrar faaliyete geçtiğinde uzun seneler süren davaları müteakip olsa dahi önceki Masonluk hükmi şahsiyeti olan Türk Yükseltme Cemiyeti adına açılan davalarla (Ayan, s. 389), İstanbul, Ankara ve İzmir'deki üç binanın geri alınması mümkün olmuş­tur (Apak, s. 178).

2-Mason binaları Halkevlerine teslim edilmeden evvel bütün evrak ve Masonik eşya emin mahallere nakledilmişti (Ayan, s. 380).

3-Yine bir kanunla veya mahkeme kararıyla, hatta derneğin umumi heyet ka­rarıyla "fesih" gerçekleşmediği için 1948'de "Millî Şef ve hükümet tarafından yakılan yeşil ışık, hatta isteğe" (Ayan, s. 386) mebni dernek (yeni unvanıyla Türkiye Mason Derneği), İstanbul vilayetine verilen bir di­lekçe ve nizamnameyle kolaycacık tekrar faaliyete geçebilmiştir.

4-Masonlar ancak kısmen uykuya girmişlerdir; zira faaliyetini tatil ettiğini resmen ilan eden sadece Masonluğun ilk üç derecesini bünyesinde toplayan (remzî dereceleri tanzim eden) Büyük Loca (Türk Yükseltme Cemiyeti)'dir; yoksa 4-33. de­recelerden atölyelerin tâbi olduğu Yüksek Şurâ (Türkiye Yüksek Masonluk Cemiyeti) faaliyetine devam etmiş, bu çerçevede 16 masonu 33 dereceye yükseltmiş, bu meyanda 1939'da 1-3. dereceler için de üç yeni loca (ideal, Kültür ve Ülkü) kurmuş, 1948'deki uyanışta bu localar çekirdek vazifesi görmüştür (Ayan, s. 384). Üstelik Apak'ın kaydettiği gibi, Büyük Loca Masonlarından bir kısmı aralarındaki görüşme ve dayanışmayı devam ettiriyor­lardı: "İstanbul'da, İzmir'de ve Ankara'da birçok biraderler grup grup muayyen gün­lerde lokanta ve gazinolarda veya mahdut mikdarlarda dahi olsa evlerde toplanıp bir araya geliyorlar ve böylece hep beraber yemek yeyip eğlenerek hem birbirlerine olan tahassürlerini gideriyorlar, hem de eski yılların şimdi daha da tatlılaşan hatıralarını tazeliyerek yarına ümid ve di­leklerini kaybetmiyorlardı." Zaten Üstad-ı Azam Mehmed Fuad Akev'in kaydettiği gibi , “sırri gizli bir teşekkülün (formation secrète mystique)" hiçbir zabıta takibi olmadan kendi kendine kapandığını iddia etmek akıl kârı mıdır?

5-Güya yerli localar faaliyetlerini tatil etmişken ecnebi localar-hem de Türkiye haricindeki büyük localarına tâbi olarak- faaliyetlerine rahatça devam ediyorlardı (Apak, s. 172; Akev 1974:11/1330).

6-Hepsinden mühimi, gerek locaların (hakikatte sadece Remzî Locaların ve kısmen, zahiren) faaliyetinin tatil edildiğini ilân eden resmî Mason beyannamesinde olsun, gerekse Dâhiliye Vekilinin izahatın­da olsun. Masonluk asla muzır yahut "kökü dışarıda" tehlikeli bir teşekkül olduğu veya en azından hükümete (totaliter CHP iktidarına) ters düştüğü için değil, bilakis Masonluk hükümet programında mündemiç olduğu, daha açık bir ifa­deyle, zaten Kemalist iktidar bütünüyle Masonlukla aynileşmiş bulunduğu için artık varlığına ihtiyaç kalmadığı ifade ediliyor. Öyleyse bu ne menem bir"kapatma" veya "kapanma"dır?

 

Yesevîzâde Alparslan Yasa
Derin Tarih,sayı:39

 

 

 

 

 
Devamını Oku »

Çağdaş İslam Dünyasında Değer ve Kalkınma

Çağdaş İslam Dünyasında Değer ve Kalkınma

 

H. 9, yüzyılın sonlarından itibaren, Batıcı fikirlerin İslâm alemindeki si­yasi kadroların önemli bir kesimini etkilemeye başlamasıyla birlikte, önceleri ‘ilerleme’(progress) ve sonra da ‘kalkmma’(development) düşünceleri büyük oranda kabul görmüş ve bir müddet, tarihsel akışın doğal bir sonucu telakki edilmişlerdir. Ne ki bu fikirlerin, taşıdıkları ‘değerler’ ve tehdit ettikleri İslâmî fikir ve normlar açısından objektif bir analizi pek yapılmamıştır. Her ne kadar Batı ile ilk temaslar sırasında gelenek­sel aydınlar ‘ilerleme’nin felsefî açıklamalarını çürütmeye çalışmışlarsa da, kalkınma kavramının giderek daha büyük bir yaygınlık kazanması Sonucu, İslâmî değerler manzumesi açısından kalkınmanın ne anlama geldiği, önceki dönemlere göre çok daha az sorgulanır olmuştur.

Şükür ki geçtiğimiz yirmi-otuz yıl esnasında modern medeniyetin yaşadığı açmaz ve kalkınmanın doğal sonucu olan kimi acı ürünler, ak­lı başında bazı müslümanların kalkınmanın tabiatını, Batı için anlamı­nı ve İslâmî ‘değerler’ sistemi açısından ne ifade ettiğini sorgulamaya başlamasını sağlamıştır. Son birkaç yıl içerisinde ‘kalkınma nedir?’, ‘ne için kalkınma?’ gibi sorular daha sık işitilir olmuştur. Aslında İslâm dünyasında son dönemdeki en önemli kalkınma, Batı ve Batılılaşmış Müslümanlarca anlaşıldığı şekliyle kalkınmanın kendisinin sorgulanır hale gelmesidir.

Bu kısa incelemede, İslâmî değerler açısından kalkınmayla bizi önemli meseleleri ele almaya çalışacağız. Bu değerlerin en köklülerinden biri, zamanın doğası ve tarihi sürecin mahiyetidir. Batı'daki sürekli kalkınma ve ilerleme fikri, Allah’ın tarihe, Cennetteki ahenkli  hali yemden tesis için müdahalesi biçiminde özetlenebilecek geleneneksel ‘zamanı durdurma’ öğretisinin kötü bir parodisi olan ûtopyacılıktan türemıştır. Daha önceki bölümde de açıkladığımız gibi, ütopya fikrini Arapça ve Farsça’ya çevrilmesi oldukça zordur. Her ne kadar Sûhreverdinın kullandığı ifade ilk bakış itibariyle ‘utopia’ gibi bir anlam taşıyorsa da, ’ideal şehir’ veya uzam anlayışımızın ötesinde bir sekizinci yer olan ‘’nahucaabad’la’’ kelimenin bugün sahip olduğu anlam arasın­da ciddi bir fark vardır. İslâm’daki zaman kavramı, insanlık tarihinin, peygamberler aracılığıyla sürekli yenilenmesine ve Mehdi’nin zuhu­ruyla özdeşleşen kıyamet alametleriyle sona ermesine dayanır. Bu, dünyadaki huzur ve ahengin, insanın meydana getirdiği değişimler va­sıtasıyla değil, ilahi müdahale marifetiyle tesis olunacağı anlamına ge­lir. Batılı modern kalkınma teorisinin İslâm dünyasına ilk meydan oku­yuşu, tarihsel zaman içerisinde insan eyleminin nihai gayesi olarak ta­rihin anlamı ve doğasına ilişkindir. Geleneksel İslâmî eskatoloji öğreti­leri ve Batılı felsefi ûtopyacılık arasında aşılamayacak bir uçurum var­dır: Bu uçurum aynı zamanda, geleneksel İslâmî kültür ve Batılı fikir­ler arasında tereddüt yaşayan müslümanların zihin ve ruhlarında da derin bir çatışma yaratmaktadır.

İlerleme (kalkınma), belli bir amaca yönelmiş bir faaliyeti işaret eder.İslâm’da bütün insan fiilleri, Şeriat’te belirtildiği üzere Allah’ın ira­desiyle uyumlu olmak zorundadır; dolayısıyla, eşya üretimi sözkonusu olduğunda da, yine İslâmî vahiyden kaynaklanan İslâm sanatının norm ve ilkelerine uygunluk söz konusudur, insanın ameli, Allah indinde makbul ve hoş olmalıdır. Elbette ki modern anlamda kalkınmanın, ki­şinin refahına yönelik, mesela gıda ve konut temin etme gibi yönleri di­nî açıdan da meşru sayılır ve hatta desteklenir. Fakat ilerlemenin mak­sadını, salt dünyevi bir varlık ya da İktisadî bir hayvan olarak görülen insanın başıboş gelişmesi biçiminde algılamak meşru görülemez. Diğer dinler gibi İslâm da, insanın amacını, manevî yollardan kemale ulaşma­da görür ve insanı aşkın, kendinden öteye ulaşmak için yaratılmıe amelinin anlamı konusundaki telakkisini zedeler.İslam’ın kişinin geçimini temin etmesi ve maddi ihtiyaçlarını karşş bir Varlık olarak tanımlar.Açıktırki,sadece maddeye ve dünyaya dayalı bir ilerleme,İslam’ın,insan hayatınn ve amelinin anlamı konusundaki telakkisini zedeler.İslam’ın kişinin geçimini temin etmesi ve maddi ihtiyaçlarını karşılaması üzerinde durduğu bir gerçektir:fakat bu dünyevi ameller,ancak insanın öteki dünyasına,ahirete faydalı ise teşvik edilir. Kuran’da, daha önce de belirttiğimiz bir ayette açıkça, “Elbette sizin için ahiret bu dünyadan daha hayırlıdır.” (Nahl, 30) diye buyurulmaktadır. Bu nedenle, son dönemlere kadar temelde maddiyatçı ve salt iktisadi olan modern ilerleme fikrinin, İslâm'ın insan hayatının ruhî ve maddi yönleri arasında kurmuş olduğu dengeyi bozduğu ve insanın  dünyada, akibetinden haberdar olarak, yaşama ve faaliyette bulunma  ihtiyacını gözardı ettiği belirtilmelidir.

İslâm toplumu, içerisinde bireyin anlam ve destek bulduğu, organik  bir sosyal çeşitlilik içeren bir toplumdur. Islâm toplumu, ne toplumun K atomik birimlere ayrıştığı bir bireyciliğe, ne de bireyin iç özgürlüğünü kaybettiği ve üretim gücünün tekelcilik ve tekbiçimlilik yoluyla köreltilmesi tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğu bir kollektivizme yaslanır.

Şimdiye kadar tektip ve kör bir sanayileşme amacını gütmüş modern  ilerleme teorisi, bu sebeple, bireyin geniş aile, mahalli bağlar, loncalar  ve -daha içsel bir boyutta- tarikatlarla daha büyük bir bütüne bağlandığı geleneksel toplumların organik yapısının temelini yıkma eğiliminde olmuştur. Gayet tabiidir ki böylesi bir toplumun değerler sistemi her zaman için, bu tür bağları gevşetecek veya zayıflatacak birtakım güçlerin tehdidine açıktır. İslâm dünyasının kalkınması bu bağlan yok etmese de, şüphesiz zayıflatmıştır.

İslâm dünyasında son yirmi otuz yılda cereyan ettiği ve algılandığı biçimiyle kalkınma, insan ve toplum, insan ve tabiat ve son olarak da insan ve Allah arasındaki ilişkileri etkilemektedir. Bu anlayış, İslâm'ın teomorfik anlayışına zıt, dünyevi ve evrimci bir antropomorfık felsefe­nin gelişmesini sağlamaktadır. Bu görüşten etkilenen müslüman da ha­liyle, toplumu bir ümmet veya Allah’ın kanunlarıyla idare edilen dini bir cemaat olarak değil; giderek daha hızlı bir üretim ve tüketim çarla içine girmeye mahkum, atomize bireylerden oluşmuş bir topluluk ola­rak görmeye başlamaktadır. Aynı şekilde tabiat da artık, Allah’ın, içinde uyumlu bir şekilde yaşanacak ve tefekkür edilecek bir eseri değil; müm­kün olduğunca seri biçimde tüketilmesi ve yağmalanması gereken bir nesne; yani ‘o’dur. Son olarak Allah da, insan hayatının her anına hükmeden,kişinin her iş ve hareketinde kendisine karşı sorumlu olduğu  kadir-i mutlakbir Varlık değil, çok çok yaratıklarını uzaktan seyretmek­le yetinen bir varlıktır.

Tabii ki bu saydıklarımız, yaygın olmakla birlikte İslâmi değerler sistemini yok edememiş eğilimlerdir. Aslında bu değerler, yakın zaman­lara kadar bakim olan kalkınmacı fikirlerin doğurduğu meselelere kar­şı ciddi tepkiler yaratacak kadar kuvvetlidirler. Bunun yanısıra, insanla­rın sektiler hümanizm, ütopyacılık veya tarihi determiniz medayalı kalkınmadan gördüğü zarar üzerine Batı’da pek çok akıl sahibi araştırmacı bu fikri yeniden değerlendirirken; İslâm dünyasında da kalkınma sûrecini İslami değerler açıcından yeniden tanımlama çabaları görülmektedir. Geleceğin müslümanların 'kalkınması’ hakkında ne göstereceği bir yana; İslâmi açıdan kalkınma, insanın, şimdi, burada ve onunla bir­likte olan ve ona Allah tarafından bahşedilmiş her türlü imkanın farkı­na varmasından başka bir şey değildir.

 

Seyyid Hüseyin Nasr,Modern Dünyada Geleneksek İslam
Devamını Oku »

Cihadın Manevi Anlamı

Cihadın Manevi Anlamı

Ve Bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette yollarımıza iletiriz. Allah muhakkak ki iyilik edenlerle birliktedir."

(Ankebut, 69)

‘Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz.’

(Hadis)

Bugünlerde İslâm’la ilgili hiçbir mesele üzerinde cihad kadar hassasiyetle durulmamıştır. Kille iletişim araçlarında olduğu kadar ilmi kitaplarda da tartışılan bu terime verilen farklı anlamlar sadece Batılı  yorumcuların değişik görüşlerini değil, kavramı anlamlandırmada ‘fundamentalistler’ ve gelenekçiler arasında. Varolanderin ayrılığı da yansıtmaktadır. Şu anda Batı’daki İslâm imajının cihadın manasını anlamakla ne denli ilintili olduğu düşünülürse, geleneksel İslâm’ın bu anah­tar fikri asırlar boyunca nasıl tahayyül ettiğini ve onun İslâm maneviya­tıyla olan bağını anlamak da o denli önem kazanmaktadır. Arapça bir kelime olan cihad, Kur’an ve hadisteki evrensel manasından ziyade İslâm hukukundaki anlamıyla Batı dillerine çoğunlukla ‘kutsal savaş’ olarak çevrilmiştir, chd kökünden türetilmiştir bu kelimenin birincil an­lamı, ‘kendi kendine çabalamak’ veya ‘uğraşmak’tır. Haliyle böyle bir çe­viri, Batı’daki yaygın yanlış kanaat lslâm= ‘kılıç dini’ fikriyle de birleşince, cihad yan anlamsal bir düzeye indirgenmiş; asıl anlamım oluşturan manevi ve içsel boyutu yitirmiştir. Yine, son yüzyılda, özellikle de son yıllarda birbiriyle çatışan bir kısım ‘fundamentalist' ve devrimci hareke­tin ortaya çıkarak cihad terimini ya da onun türevlerinden birini kul­lanması, kelimenin mûslûmanlarca yıllar yılı kavrana-geldiği gelenekselanlamı tamamen tersine çevirmiş, bu tür çarpıtmalar, cihad gibi dini manevi açıdan anahtar bir kavramın hakkıyla anlaşılmasını eskisinden çok daha zor hale getirmiştir.

Cihadın manevi anlamını ve İslâm'a göre, hayalın hemen hemen her alanına uygulandığını kavrayabilmek için. İslâm'ın insanın bireysel varoluşu ile içinde yaşadığı ve dünyevi hedeflerini gerçekleştirdiği toplum arasında bir denge tesis etme fikrini hatırda tutmak gerekir. İlahı  Adalet’in yeryüzündeki yansıması ve insan ruhunun huzuru açısından " kaçınılmaz olan bu denge, hristiyani terimlerle söyleyecek olursak, '’bütün kavrayışların ötesindedir’’. Hristiyanlık manevi hayat ve ahlak gayesini Hz. İsa’nın göğe yükselişiyle idealize ederken, İslâm bu tür bir manevi yükseliş için, içsel ve dışsal bir dengenin kurulmasını gerekli görmektedir. İslâm toplumlunun ,tarih boyunca gösterdiği istikrar; Şeriatla  belirlenmiş,İslâmî normların değişmezliği ve İslâm’ın sürekli ve kalıcı  yapısının bir sonucu olan geleneksel İslâm medeniyetinin zaman üstü tabiatı; hepsi söz konusu denge idealinin ve bu idealin gerçekleştirilme-sinin birer yansımasıdır. Hem Şeriat (veya İlahîHukuk) Öğretilerinde hem de İslâm sanatında böylesine aşikar olan bu denge, İslâm kelimesi­nin türediği selam kökünün anlamı olan huzurdan ayrılamaz.

Hayat, tabiatı gereği hareket demek olduğuna göre, bu dünyadaki dengenin korunması da bir durağanlık veya pasiflik anlamına gelemez. Olumsal değişimler, zamanın aşındırıcı etkisi ve yaşanan onca hadise düşünüldüğünde, dengede kalmanın daimi bir çabayı gerektireceği açıktır. İşte bu, cihadı hayatın her safhasında sürdürmek demektir. Şe­hevi arzu ve tutkularla kuşatılmış olmanın sancısını çeken, nisyanla malul insan fıtratı, hem bireysel hem de toplumsal anlamda söz konu­su hassas dengenin kaybedilmesi; hatta birey düzleminde çözülme, top­lum bazında da kaosa sebebiyet verecek dengesizlik halinin ortaya çık­ması gibi gibi bir tehlikeyi içermektedir. Böylesi bir trajik sondan kaça­mak ve tevhid’in ya da topyekün birliğin gerçekleştirilmesi yolunda in­sanlığı kemale eriştirmek için, birey ve İslâm toplumunun mensubu olarak her bir müslüman cihada sarılmalı; kendileriyle savaşılmadığı takdirde bu hayati dengeyi yok edebilecek güçlere karşı, anbean içsel ve dışsal anlamda bu mücadeleyi sürdürmelidir. Tabii ki bu, toplumun mücadele eden-çatışan birimler ve güçler öbeğinden çok, İlahi Nassın izini taşıyan bir ortaklık olarak görülmesi halinde gerçekleşebilecektir. İnsan hem maddi hem de manevi bir varlık; kendi içinde kusursuz bir küçük kainattır.

Bunun yanısıra, içerisinde kimi ihtiyaçlarını giderdiği ve varlığının bazı yönlerini geliştirdiği bir toplumunda üyesidir. İnsan öncelikle, cevheri ilahi karakterli bir akla; ayrıca bazen bu aklı perdeleyebildiği gibi bazen de kökenini sorgulamada kişiye yardımcı olabilen duyarlıklara sahiptir. İnsanda hem aşk hem nefret hem cömertlik hem tamahkarlık, hem şefkat hem de saldırganlık içkindir., Yine şimdiye dek, her biri farklı dini ve ahlaki normlara sahip bir çok “beşeriyet"; kendilerine has mensubiyet bağlan bulunan bir çok milli, etnik ya da ırksal grup ortaya çıkmıştır. Sonuç olarak, yaşa­nan tüm olaylara ve katmanlara yayılan cihad, sosyal alanda olduğu ka­dar siyasi ve iktisadi faaliyetler alanında da dallanıp budaklanmış ve in­san hayatını karakterize eden karmaşıklığı paylaşmaya başlamıştır. Za­hiri anlamıyla cihad, “darû'l-lslâm"ı, yani Islâm alemini gayri-İslâmî güçlerin işgal ve sızmalarına karşı korumak demektir. Cihadın zahiri anlamda kullanıldığı bu ‘kutsal savaş'ınen mükemmel örnekleri olarak,İslâm tarihinin ilk yıllarındaki, genç ümmetin varlığını tehdit eden savaşlar gösterilebilir.

Kurulmakta olan bir ümmetin hayatiyeti açısından son derece önemli ve bu nedenle de evrensel bir anlamı olan bu savaşlardan dönerken Peygamber-i Zişan (s.a.v.), ashabına, küçük savaştan büyük savaşa dönmekte olduklarını buyurmuştur: İnsanın asli tabiatı olan Allah rızasına uygun yaşamayı engelleyen bütün güçlere karşı sürdürülecek, içsel bir savaştır bu.

İslâm tarihi boyunca, Islâm aleminin bir kısmının veya tamamının  içten veya dıştan tehdit altına girdiği anlarda küçük cihada çağrı dört bir yanda yankılanmıştır.Bu çağrı özellikle, tehditlerin neredeyse tüm Islâm aleminin varlığına yöneldiği ve sömürgeciliğin yayıldığı  13.H/19.M yüzyıldan itibaren süreklilik kazanmıştır. Ne ki İslâm ale­minin kimi bölümlerinde cihad düşüncesini uyandıran bu gibi durum­larda bile kavram, savaşı kutsayan dinsel bir argüman olmaktan çok, toplumun yabancı askerî -İktisadî güçler veya fikirlerce işgaline karşı kendini koruma çabası olarak belirmiştir. Elbette bu, dini duyguların bir çatışmayı meşrulaştırmak veya kışkırtmak maksadıyla, özellikle son dönemlerdeki kimi örneklerde gözlendiği üzere, kötü yolda kullanıla­mayacağı anlamına gelmez. Yine de İslâm alemi en azından, diğer me­deniyetlerin ve hatta seküler Batının tarihte pek çok örneğini sergiledi­ği bu ayıbı asla ortak olmamıştır. Üstelik, din insan topluluklarındaki temel önemini kaybettiğinde, fıtratları gereği insanlar, iman ya da inançtan çok daha süfli bir takım sebeplerden ötürü savaşıp birbirlerini katletmektedirler.İslam Tarihinin açıkça gösterdiği gibi,şer-i bakış savaşa asla göz yummamış,sonuçlarını önceden görüp onu engellemeye çalışmıştır.Herhalükarda,toplu savaş düşüncesi ve bu düşüncenin uygulaması olan sivil insanların katli,dini cihadı olumlayan bir medeniyetin ürünü değildir.

Daha zahiri bir düzlemde, küçük cihadsosyo-ekonomik alana da uygulanır. Cihad, kişinin kendisinden başlayarak çevresinde de adaleti tesis etmesi anlamına gelir, Hakkını, iffetini, ailesini ve namusunu korumak da cihaddır ve dini bir görevdir. Şeriat’in vurguladığı, aileden ümmete tüm sosyal bağların kuvvetlendirilmesi düşüncesi de aynı görevkapsamı içindedir. Modern -sekûler anlamda değil- Kur an prensip­leriyle uyumlu sosyal adaleti gerçekleştirmeye çalışmak, iktisadi girişimleri olduğu kadar, toplumda dengeyi yeniden kurmak (yani cihadı İfa etmek) için de bir yoldur. Tabii bu arada herkesin refahı göz-önünde tutulmalı; maddi refahın kendisi amaç haline getirilmemeli ve Kur’an’ın  “ahi re t sizin için bu dünyadan daha hayırlıdır" emri hatırlanmalıdır. İki dünya arasındaki bu mükemmel ilişkinin unutulması da bir dengesizlik haline yol açacak ve bu kez tersinden bir cihad ortaya çıkacaktır.

İnsanın yüceliği, göründüğü ve olduğu arasındaki sürekli çatışmada ve dünya hayatı boyunca ‘hakikatine’ varmak için kendi kendisini aşma ihtiyacında yattığından; cihadın bütün dış şekilleri, insanın kendi , içinde devamlı sürdürmek zorunda olduğu büyük iç cihadlabütünleş­rtirilmedikçe, eksik kalacak; hatta hatta insanın aşırı bir şekilde dışa bağ­lanmasını yol açabilecektir

Konu manevi açıdan ele alındığında, İslâm’ın bütün ‘esaslarının ci­hadla İlgili olduğu görülebilir. Müslümanlığın nişanesi olan Kelime-i şehadet, yani ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ ve ‘Muhammed (s.a.v.) O’nun elçisidir’ ifadesi sadece İslâmî açıdan Hakikat’i dile getirmekle kalmaz, aynı zamanda bize iç cihadın silahlarını da sunar.

Kelime-i tevhidin ilk harfi, arapça yazılışıyla, Yüce Hakikat’i diğer bütün şeylerden ayıran ve ifadenin bütün olumluluğunu o Hakikat’e hasreden eğik bir kılıç gibidir. Şehadetin ikinci kısmı ise, O Yüce Haki­katken kainata ve insanlığa sadır olan, kudretiyle göz kamaştırıcı bildi­riyi içerir. Bu iki şehadeti nazil oldukları kutsal dilde söylemek, bir iç cihada soyunmak; kim olduğumuzun, nereden geldiğimizin ve nereye gittiğimizin ayırdında bulunmak demektir.

İslami ibadetlerin temelini oluşturan günlük namazlar da yine,insanı,kainatın ritmiyle ahenkli daimi bir ritme kavuşturan,kesintisiz bir cihaddır.Namazı düzenli ve huşu içinde eda ederek,gaflete,sefahate ve tembelliğe karşı sürekli bir iradi mücadele,yani bir nevi manevi savaş gerçekleştirmiş oluyoruz.

Aynı şekilde, kişinin dış dünyanın ihtiras ve iğvasına karşı direnme safiyet zırhını kuşandığı Ramazan orucu da iç cihad olmaksızın ortaya çıkarmayacak bir zûhd ve iç disiplini gerektirir.Mekke’ye yapılacak Hacc ziyareti de genellikle uzun hazırlıklar, çabalar, sıkıntılar ve zorlukluklarla gerçekleşir. Peygamberin ‘’Hacc bütün cihadların en üstünüdür'’ sözüne yakışacak, esaslı bir mücadeledir bu. İç cihadı gerçekleştirecek kişi için Allah’ın Evi’ni haccetme, diğer Kabe olan kalpteki Ev Sahibi ile  karşılaşma anlamına da geleceği için; Kutsal Kase’yi arayan(*) şövalye gibi Mukaddes Ev’e gidecek hacı da, sonunda tüm zahmetlerin unutulduğu, manevi bir savaşa girişmek durumundadır.

Nihayet, zekat da bir cihad türüdür zira kişi böylelikle, servetinin bir bölümünden vazgeçerek tamahkarlığa ve nefsinin hırsına karşı savaş açmış olur. Ayrıca, zekatınbir çok şekilde verilebilmesi toplumdaki iktisadi adaletin tesisini de kolaylaştırır Cihad, İslâm’ın şartlarından biri olmasa da, bir anlamda diğer bütün şartların içinde yer alır. Aslında manevi açıdan bakıldığında tüm bu şartlar, bir olan Allah’ın tefekkûründen doğan huzurla çelişmek bir yana onu tamamlayan iç Cihad’ın  ışığında anlaşılabilir.

Manevi hayatta kemale ulaşan yol da iç cihadın ışığında ilerler. Ruhumuz, gerçeği arayışta bizi yanlışlara sürükleyen fani dünyaya derinden derine kök saldığından, İlahi Huzur’a bu dünyanın kirinden arınmış olarak çıkmak yoğun bir iç cihadı gerekli kılar. Genellikle ruh bezginliği, pasiflik ve vurdum duymazlık şeklinde beliren ve insanın neredeyse ikinci bir tabiat haline getirdiği ’hakikatte ne olduğunu unutma’ hastalığının üstesinden gelmede de, yine kararlı bir cihad çabası gerekir. Aynı şekilde, ruhun merkezkaç eğilimi sebebiyle dağılmasını önle­mek ve onu kesret içinde nafile gezinmekten İlahi Huzur’un ve güzelli­ğe asıl mekanı olan merkeze döndürmek de, iç cihaddır. Katılaşmış kalbi, Allah sevgisiyle bütün yaratılanları kucaklayacak bir sevgi ırma­ğında eritmek, bir nevi simyadaki ‘solveedcoagula’ işlemini yerine getirmektir:

Bu da ruhun ‘düştüğü hale’ karşı açılan bir iç savaştan; onu, gerçek tabiatından haberdar olmadıkça sürdüreceği bu yabancılık halinden kurtarmaktan başka bir şey değildir. Ve son olarak, yalnızca Allahu Teala’nın mutlak olduğunun ve sadece Zatı’nın ‘ben’ diyebileceğinin idrakine varmak, ruhun gaflet uykusundan uyandığı ve yaratıldığı hikmet  uğruna yüce bilgiyi kazandığı en üstün cihaddır denilebilir. Bu sebeple, manevî ve batınî açıdan iç cihad veya mücadele, öncelikle bütün mane­vî tekamülü anlamada bir anahtar ve İslâmî mesajın tamamını kapsayan Bir’in idrak edilmesinde bir yoldur. Kemale doğru uzanan İslâm yolu, bu yolun dünyadaki banii Sevgili Peygamberimiz’in işaret ettiği büyük cihadla anlaşılabilir.

Her nefes alışta, bizim irademiz dışında ve bizi yaratan Allah-u Teala tarafından murad edildiği kadar işleyen ömür saati, vücudumuza hayat kazandıracak cihadla idame etmektedir. Şuurlu hayatımızın her anında; sadece bizimle ilgili alemdeki dengeyi kurarken değil, bilinci­mizin esas kaynağı olan İlahî Hakikat’ı hatırlarken de cihad etmeyi dü­şünmeliyiz. Alman her nefes, bütün yaratılmışların kendisinden geldiği ve kendisine döneceği o en yüce isim kalblerde yankılanıncaya ve insan gafletten tamamiyle uyarıncaya kadar, ruha iç cihadı sürdürmesi gerek­tiğini hatırlatır. Peygamberimiz, ‘Kişioğlu uykudadır, ölünce uyanacak­tır’ buyurmuşlardır. Manevi insan, gafletten uyanmak; bütün hakikatların aslı olan Hakikat’e, bütün dünya güzelliklerinin onun soluk bir yan­sımasından ibaret olduğu Hakiki Güzellik’e(Cemal) ve herkesin aradığı Huzur’a kavuşmak için iç cihada girişir ve dünyadan geçer...

Seyyid Hüseyin Nasr,Modern Geleneksel İslam
Devamını Oku »

Çanakkale'yi niçin seçiyoruz?

 Çanakkale'yi niçin seçiyoruz?Otuzyedi sene evvelki hâtırayı bugün neden canlandırıyoruz? Aklide bir mâzinin yâdıdır diye mi? Türkün mazisinde anılmağa değer ne yüzlerce hâtıralar vardır! Bunların arasından Çanakkale'yi niçin seçiyoruz?

Çanakkale Türk'ün, en Allah’a yaklaştırıcı şehâdetle Ölmesini bildiği yerlerden biridir; Türk iradesinin ölümü yendiği zirvelerden biri olmuştur. Lâkin bundan ibaret değil. Çanakkale, Türk tarihinin, birçok tezleri içerisine alan muazzam bir dâvasının kazanıldığı mahkeme olmuştu, hâkimi, hâdiselerin sahibi olan İlâhî mahkeme. Biz bu tezleri tahlile çalışacağız.

Türk-lslâm kalesini yıkmak emeliyle, yedi asır üzerimize saldıran Haçlılar, hep Rumeli topraklarından geldiler. Orhan Bey ­den sonra ecdadımız, bu Haçlıları Rumeli'de durdurmak için, Bel­grat, Viyana kapılarında altı asır Türk kanı döktü. Nihayet Türklü­ğün demir kapısının Belgrat veya İşkodra da olmadığı anlaşıldı. I. Cihan Harbi, Türklüğün demir kilidinin Çanakkale olduğunu öğret­ti. Bundan sonra, millî vatanımızın bir ucunda Kars kalesi, şimal barbarlarının mezarı, öbür ucunda Çanakkale, garb barbarlığının boğulduğu yer olacaktı.

Malazgirt’ten Çanakkale’ye kadar Türk kızılelmaları, Bi­zans’tan sonra hep Rumeli’nin üzerinden uçuyor; Belgrat, Budin, Viyana, Roma, Ren şehirleri ve Paris burçlarına düşüyordu. Çanak­kale, imparatorluk dâvasına son verdiğimiz devirde, millî vatanımızın bir sınır burcu oldu. XX. asrın milliyet dâvasında alacağı yeri Anadolu çocuğunu gösteren işaret, Çanakkale'deki mehmetçiğin mezarıdır. Bu mezar, haritamızı çizen kalemin kefendeki al mürek­kebe batırıldığı başlangıç noktasıdır. Bu şehitlerle karşı karşıya uzanıp yatan Namık Kemâl, vatan yolunda ölmek için yetiştirdiği bu fedakar nesillerin ruhuna, gerçek vatanın neresi olduğunu, hudut taşlarını kemikleriyle sıralamak idealiyle beraber aşılamıştı. Malaz­girt Anadolu'nun bir ucu, Çanakkale öbür ucudur.

Çanakkalenin bir azameti daha var; acıklı, elemli bir azamet: Çanakkale, Mehmetçiğin yalnız başına savaştığı yerdir. Türk ordu­su, o zamana kadar hep hükümdarlarını ve padişahlarını başında bu­luyordu. Sefere meyus gitmiyordu. Yalnız olmadığından emindi. Al­parslan'ın veya Kanuni'nin arkasından, düğüne gider gibi muhare­beye koşuyordu. Harp, Türk için bir ziyafetti. Ölmek saadetti; yaşa­mak da şerefti: Her ikisi de gazilik; biri dünya, öbürü âhiret gazili­ği. Bir harpte şehitlik ideali, mest edici bir rüya, gazilik ise, gelecek bir harpte şehitliğin müjdecisi idi. Türk erleri, muharebeye girme­den önce, şehitlik müjdesi olan rüyalar görürlerdi. Bu millet, padi­şahlarını muharebe meydanında şehit vermiş olan bir millettir.

Çanakkale harbinde bu hal, büsbütün başkalaştı. Hepsi de Anadolu çocuklarından teşekkül eden Türk ordusunun başında, ar­tık hükümdarları yoktu. Başkumandan vekili, pâyitahttaentrikalariyle meşguldü. Ordunun yanına her gelişinde, gözü kapalı ölmeye memleket çocuklarının daha büyük kütlelerle sürülmelerini emre­diyordu. Lâkin Çanakkale'nin, herbiri bir kumandan mertebesinde savaşan kahramanları, bundan elem duymadılar, gerilemediler. Millet idealini mutlaka yaşatmaya azmetmiş insanlar gibi Ölmesini bildiler. Sanki herbirinin başında bir hükümdar, herbirinin yanında bir kumandan, herbirinin içinde bir millet vardı. Allah’la başbaşa kalan velîler, nasıl ki bütün varlıkla dolmuş olarak yaşarlarsa, meh-metçik de Çanakkale’de bütün milletin göğsiyle düşmanı karşıladı. Ordunun önünde sanki velîler sancak çektiler ve şehitleri Peygam­ber kucakladı.

 

Mehmetçik! Anadolu çocuğunun harpte aldığı ve Peygamber’inin adına redif olan bu büyük isim, bu harbin askerinin, ku­mandanının, hükümdarının ismidir, Malazgirt’te Alparslan, Haçlı­ları kıran Kılıçlarslan ve İngiliz Haçlıları önünde geçilmez sed olan Salâhaddin-i Eyyübl; Kosova’da Sultan Murat, Niğbolu’da Yıldırım Gazi; İstanbul kapılarında F'atih Sultan Mehmed, Çaldı­ran ’da Yavuz Selim, Pilevne’de Gazi Onman ne idiyse Çanakka­le’de mehmetçik odur. Tarihin büyük hükmü ve kalb sesinin müj­desi, Çanakkaledemehmetçiğin hükümdarlığını ilan etmiştir. O devrin sahipleri, artık millet mukaddenutının, tarihinin, vicdanının sahibi değildiler. Bu milletin manevî cephesini yıkma hareketine başlamışlardı. Hudutta mehmetçik ölürken, memleket içinde de onun vicdanına tecavüz başlıyordu. Mehmetçik, Batı barbarlariyle sınırlarda vuruşurken, pâyitahtla düşmanın mukaddesatına secde edenler vardı ve bu dâva istikbâli işaret ediyordu. Çanakkale’de ölen babaların ruhu, İstiklâl harbinde ölecek oğullarına mukaddes bir vasiyet bırakıyordu: “Büyük cihâdı milletin vicdanında yapma­yı unutma!”

Çanakkale’nin en büyük mânası, işte bu sonuncuda toplanı­yor. Zira Çanakkale, Alparslan’dan Mehmet Akif’e kadar, kimi kılıciyle, kimi feryâdiyle savaşan kahramanların ruhlarının birleştiği yerdir. Biz bu ruhun vârisleriyiz. Bu mirası muhafaza edebildik mi? Dâva bugün şiddet kazandı: Bu miras vardır veya yoktur dâvası. Benliğimizden ibaret olan bu mukaddes emaneti elimizden almak istiyenler millet huzurunda, millî vicdanın muhakemesiyle mah­kûm edilmişlerdir. Nasıl ki Alparslan’ı Allah’a kavuşturan bir Ma­lazgirt, Kılıçarslan’ınbinbirgazâsına ninniler söyleyen Orta Ana­dolu ovalan, Kızdırmaklar ve Ceyhan kıyılan, nasıl ki batı barbar­lığının karşısında İlâhî irade gibi yükselen Çanakkale ufukları im­ha edilemezse, yok edilemezse, bu gazâları yaratmış olan ve onlar­la hayat bulan milli mukaddesat da yok edilemez. Millî vicdan da imha edilemez. Bu vicdanın sahibi, hakkın sahibidir. Hak, yumruk­landıkça kuvvetlenir.

Çanakkale'de mertlikle muvaffak olamıyan düşman, sonra bedhahı taliinyardımiyle bu mukaddes vatana girdiği zaman, İstan­bul sokaklarında silâhsız halkı kırbaçladı; Şehzade karakolunda uyuyan masum askerlerimizi süngüledi; Yunan sürülerini hain Venizalos’un emrinde Anadolu’ya kışkırtıp sabanın arkasındaki alnı ter dolu köylüyü hançerletti, doğmayan çocukları anaların karnın­dan çıkarttı.

İçteki düşman başka türlü mü yaptı? Onun da, güneş altında gömmeye muvaffak olamadığı vicdanlarımıza karanlıklarda saldır­dığım bilmiyor muyuz? O da vicdanlarımızı her mecalsiz, her sa­hipsiz bulduğu anlarda ona çullanmasını bilmiştir. Senin ataların, Alparslan’lar, Yıldırım’lar, Gazi Osman’lar değildir, diyenler kim­dir? Tarihinin daha dün başladığını, şeklinin sana yakışmadığını, Haçlı çocuklarına benzemen lâzım geldiğini söyleyenler senin dostların mıdır? Orhan’ın kabrinden yükselen tekbir üzerinde hora tepenler senden değilseler, mabedini sana zindan yapanlar senden midirler? İnsanın, ruha zindan olan uzviyetini plâstik sanatın biri­cik modeli, sözde millî neşriyatın biricik sürücüsü yapanlar, Kosova’nın kahraman şehidi Murad’ın ölümüne vesile olan secde ile, Bağdat’ta Hallaç’ın kabri üstünde titreyen secdenin sahibi Nizâmülmülk’ün elbette çocukları değildi. Bunlar bu tarihin çocukları olsalardı, kalpleri bu ilhâm kaynakları sahnelere koşardı. Milleti­min musikîsine “pespâyemusikî” diyenler, İstanbul’un fethindeki tekbir seslerini Kostantin kadar bile duyamamış, kör ve yabancı gö­nüllerdir. Dost olan, sevgisi olan, toprağa düştü diye babasının kab­rini çiğnemez. Diz çöker, eğilir, gözyaşı döker ve el açar: Onunla birlikte ve onun yardımiyle Allah’a yükselmek için. Selâmet, ancak böyle bir yükselişte aranır. Ecdadı çökerten biz, ona hakaret eden de biz!

Biz demiyorum, hâşâ!, bizden görünenler. Düşmana bakın: Kendisini bizim yerimize koyuyor, bizi bertaraf ederek bizim kabu­ğumuza bürünüyor ve bizimle, bizim kabuğumuzun içinde mukad­desatımızı gömmeye yelteniyor. Ne müthiş tabiye!

Görüyorsunuz ki onun muvaffakiyeti; ancak bizim de kendi­mizi inkâr etmemizle kabildir. Kendimizi inkâr etmiyecegiz arka­daşlar, cihad varsa biz de varız. Bize içimizden saldıran bu son Haçlı lan da ezmesini bileceğiz.

Çanakkale'den kan ve ilhâm alan İstiklâl mücadelesi Erzu­rum'da hazırlanırken, merhum Süleyman Necati’nin ilkokulunda bir kız çocuğu, “Türk kızları da saçlarından kemend örmesini unut­mamışlardır” diye haykırmıştı. Kongrenin çocuklan, ancak bu imanla Ankara'ya koştular. Onlar pâyitahtta da Ali Şükrü’leri şehit verdiler. Lâkin imanlarını feda etmediler. Bu iman, bugün dimdik­tir; sizden cihad istiyor! Bu büyük milleti kurmuş olan tarih, bütün müesseselerinin, bütün yıkılan aşk ve iman mihraplarının yükseltil­mesi için, bizden kol, kalb ve kafa istemektedir. Bunlarda yapılacak bu cihad, irademiz ses verdiği anda başlamış demektir. Onun kendi dışında kumanda edicisi yoktur. Bize sinmede olduğunu hayranlık­la, vecd ile hissettiğimiz bu ilâhı iradenin emirleri, Malazgirt’ten Çanakkale’ye kadar dağlara, taşlara, dokuzyüz yıllık kaderimizin kitabına, vücudumuzdaki kan damarlarına, simâmıza ve sevgimize, ecdadın kemiklerine yazılmıştır. Türk çocuğu, senin mukaddes anıtların bu kemikleridir; elin kolun bu dağlar taşlar, vicdanın bu kitaptır. Onlarsız yürüyemezsin, onlarsız dileyemezsin.

Çanakkale, Türk çocuğuna cihâdın mektebi oldu. Ona kuman- dansız savaşmayı öğretti. Onda her asker bir kumandan gibi döğüştü: Hepsi iddiasız, hepsi fedaî, hepsi de isimsiz kumandanlar! Bu­gün medenî hayatta, ahlâk ve irfan sahasında açacağınız cihatta fü­tursuzca döğüşürken, hepiniz isimsiz, külfetsiz birer fedaî olmaya mecbursunuz. İçinizde, “ben yaptım, ben kazandım, ben kurtardım” diyecek olan varsa, biliniz ki varlığınızın asıl düşmanı odur.

Zira en büyük ve yenilmez düşman, bize en yakında olandır. Haçlılar, asır­lık hamlelerle muvaffak olamayınca, kendi saflariyle şekil değişti­rerek içimize girmişlerdi. Varoşlardaki muharebede de ümitsiz ka­lınca damarlarımıza girdiler; bizim zekâmızı, bizim düşüncemizi, bizim irademizi fethederek, bizi yeni kendi elimizle çürütmeye karar verdiler. Bu muharebe müthiştir. Bunda muvaffakiyetin biricik sim, kendimize gelmektir. Bu da birlik içinde kabildir. Birlik, hepi­mizden fedakârlıklar ister. İlk feda edeceğimiz şey, kendi nefsimiz, kendi zaaflarımızdır. Bu felâketten, benlik sefaletinden kurtulduğu­muz gün, bayrağa sarılan mukaddes kılıç, çekilmiş olacaktır. Bu kı­lıç, Alparslan’ın Malazgirt’teki hutbesinde, minberden harp sahne­sine doğrulttuğu, Kılıçarslan Gazi’nin hiçbir düşmana teslim olamıyan muazzez bedeniyle beraber Habur nehrinin derinliklerine dalan, Gazi Osman’ın düşman eliyle tutulamaz bir mukaddes varlık olan kılıcıdır.

Bu kılıçtaki yazıyı biz de okumasını biliyoruz. Çanakka­le'nin düşman toplarını çocuklarına ninni yapan nesil, bu cihadın sahibi olacaktır. Çanakkale’de parlayan ilhâm, Kars kapılarına ka­dar akisler yarattı. Biz bu ecdadın kılıcına and içtik: İnkılâp yapaca­ğız! Bu kılıcın hakkını korumak dâvası, bizden muazzam bir inkı­lâp istiyor. İnkılâp yapacağız! Bu kılıcın, arzın topraklarında oldu­ğu kadar insanların ruhunda çizdiği ideali neslimize ve gelecek ne­sillere öğreteceğiz. Bu kılıcın toprak ve kanla bulaştığı hâdiselerin, kendi tarihi, kendi geçmiş hayatı olduğunu anlatacağız. Bu milletin anladığı, sevdiği, yarattığı dilin kendi dili olduğunu söyleyeceğiz? Kendi öz benliğine hasret yaşamaktan onu kurtaracağız.

Kuvvet olmaktan korkmıyacağız. Ehveni değil, âlâyı seçmesi­ni, beşikteki çocuklara telkin edeceğiz. Ancak sizden, aşk ve feda­kârlık duygulariyle hareket bekliyoruz. Birlik içinde hareket istiyo­ruz. Sulh mağlûbiyettir! Hareketin mühleti ancak ölümdür.

Şu anda Malazgirt’teki gazilerin Allah adına and içtikleri min­berin önünde ve Allah’a yükselen ellerin üstünde, minberdeki yeşil perdenin, harp meydanlarından gelen rüzgârla kabardığını görür gi­biyim. İlmin, ahlâkın, milletin, dâvanın gazileri; gazânız mübarek olsun!

Komünizme karşı mücadele, sayı: 33, 11 Nisan 1952. Aynı dergi tarafından aynı yılda 3 sayfalık bir broşür olarak da yayımlandı.

Nurettin Topçu,Büyük Fetih
Devamını Oku »

Fatihler ve Zalimler

fatih-sultan-mehmed

Büyük fetihler, büyük irade hareketleridir, insanın gerçek de­ğerini teşkil eden sonsuzluğa yöneltilmiş irade, sonsuz fetihlerin ik­tidarına sahiptir. Hayati menfaatlere ve heveslerin emirlerine boyun eğen imansız irade ise, sonsuzluğu kaybetmiş, onunla rabıtayı kes­miştir. Dünya nimetlerine köle olur; menfaatlere esir, heveslere hiz­metkâr olur. Serveti, devleti, tahakkümü, zevklerle dolu gururu se­ver. Farkında olsun olmasın kendini müminlerin mürşidi sanar, kendi benliğine tapar.

İradenin böyle düşüş devirleri, milletlerin yıkılış devirleridir. İradenin iflâsı, insanın iflâsıdır. Böyle devirlerde yeryüzü zulüm ve yalanla dolar. Halkı kandırmak için kürsülerden müdahaneci ve gösterişçi nutuklar yükselir. Zümrelerin cebini dolduracak altınlar dağıtılır. Bir yanda zulüm ilerlerken öte yanda mazlumların haline deva olsun diye harekete geçenler, mazlumları da zalimlerin merte­besine yükseltici mağrur sesler çıkarırlar; mazlumlara müdahane sanatile omuzlarda taşınır, başların üstüne yükseltilirler. Bunlar da ötekiler kadar zalimdir. Ezilen iman safından yükselen gurur nara­ları kendilerine teselli oldukça zalimler kadar ve onlar gibi kuvvet­li olacaklarını, bir gün zalimlerin yerine geçebileceklerini düşüne­rek zulmü taklid ederler ve ilk fırsatta kendi etraflarında zulüm de­nemeleri yapmaktan çekinmezler. Kendi kazanç ve şöhret hırslan uğrunda halkı istismar edenler, halkı zalimlerin hizasına getirmek isterler. Zulmün dâvası, hakkın dâvası olur, Fatih, kendini kaybettiği anda zalim olur. Onun zalim olmamak için bir an bile kalbini kaybetmemesi lâzımdır. En büyük fetih esnasında irade sonsuzluk­ta rabıtasını kestiği anda en büyük musibeti doğurabilir. İşte İsken­der’lerin Sezarlar’ın, Cengiz’lerin fetihleriyle insanlığa getirdikle­ri felâketlerin sebebi budur.

Sonsuzluğun iradesinden ayrılmayan gerçek fatihler ise insan­lığa rahmet getirirler, İslâmın ruhunu, eserlerinde tanıtan vasıflardan birisi de fütuhatıdır. İnsanlığın tarihinde İslâm devletlerinin fütuha­tı gibi yayıldığı yerlere rahmet getirmiş, hakikaten kurtarıcı olmuş fetihler yoktur. İşte eski Asur ve Mısır orduları, İran ve Yunan harbleri, Hunlar ve Romalılar; işte Napolyon istilâları, İngilizlerin maz­lum milletlere saldırılan; işte varlıklariyle insanlığı ürperten Rusya ve Amerika. Bunların yaptığı fetihlerde ruhumuzun önderleri Halife Ömer’lerin, Büyük Muaviye’lerin, ulu atalarımız Fatih’lerin ve Ya­vuz’ların insanlığa rahmet getiren harblerindeki ruh ve dâva, onlar-daki kılıcı kullanan kalb kuvveti yoktur. Fethettikleri beldelerin hal­kını selâmetlere garkeden, ruhlar kurtaran müslüman orduları, kan dökücü değil, kalb kurtarıcı olmak dâvasiyle savaşmışlardır.

Midesine dolan nimetleri alkışlatmışlardır. Fatih Sultan Mehmed’in Bizans halkına bağışladığı hürriyeti, zamanımızın doğu demokrasileri, muazzam maaşlarına yan bakanlarmaktan başka irade kuvveti olmayan büyük, küçük bütün zâlimlerin karşısında gerçek fâtihler, hürriyeti alkışlata karşı bile yaşatmamaktadır. Gerçek hür­riyetin şartı, insana verilen değerdir. Kur’an’ın ve gerçek dindarlı­ğın ölçüsünü verdiği ve Allah tarafından takdir olunan bu insan de­ğeri, hepimizi eşit haklarla hürriyetlere sahip kılıcıdır. Cemaatin se­lâmeti endişesinden başka hiçbir şey hürriyetlerimizi sınırlandır­maya sebeb olamaz. Bu cemaatin içinde her ferdin hakkı bizden is­tenirken hepimiz aynı derecede âciz durumdayız. Zira hakka karşı koyulacak hiçbir haklı kuvvet olamaz. Hakka karşı gelen âsîdir, şa­kidir. İçimizden birinin hakkını ararken, herbirimiz hepimizden da­ha kuvvetliyiz.

Cemaat içinde mazlumların hakkını arayan bir ferde karşı kuv­vetin direnmesi, iktidar sahiplerinin yumruk kullanması ise zulüm­dür, şenaattir. Hakka karşı koyulan isyan ile hakkı koruyana yapı­lan zulmün ikisi de Allah’a kulluğun inkârıdır, ikisi de Allah’sız davranıştır. Haklarımızın hududunu kadar kimsenin dokunmaya hakkı olmayan hürriyetimiz, cemaatin haklarına tecavüz ettiği yer­de şiddetle karşılanır ve durdurulur. İşte insan hürriyetinin hakiki mahiyeti olan hürriyetle disiplin birbirinin öz kardeşidir. Hakka hürriyet bağışlayan fatihler, kalblerin fatihi oldular. Zülme sonsuz hürriyet sunanlarsa insanlığın gerçek düşmanlarıdır. Büyük çoğun­luğu teşkil eden bu sonuncular, sahip oldukları az veya çok kuvvet­le hodkâm ve hasis emelleri uğrunda haklan çiğnemekten usanmı­yorlar: Zümreci oluyor, zulmediyor; partici oluyor, zulmediyor; dinci geçiniyor, zulmediyor; zulüm ediyor; zulüm görüyor, zulüm ediyorlar.

Bugün Islâm’ın ufuklarını saran havada zulüm teneffüs edili­yor: Maddeyi temsil eden zümre zalim, “gençlik benim” diye hare­kete geçen kuvvet zalim, din uğruna mücahitlik yapar görünenler zâlim. Bütün bir riyayı kullanan ve sinsi kuvvet hazırlığı yapan sözde muhafazakâr zümre, komünizmin kullandığı bütün vasıtala­rın taklidini hazırlamaktadır. Sözde ruhçular, ruh dâvasının selâme­ti için maddecilerin silâhlarına sarılıyorlar: Cehalet, riyâ, sahtekâr­lık, sürü taassubu, hoyrat saldırma, gösteriş, propaganda, bunların hepsi maddeyi muzaffer kılmak için kullanılırken kendini ruhçu sa­yanların ruhun zaferi yolunda kullanmaktan çekinmedikleri vasıta­lar haline geldi. Bu hal, onların hezimeti ve dâvalarının iflâsı de­mektir. Ruh dâvası, bohça öpenlerle üstad övenlerin değil, insan oğluna Allah’ın kulu diye hörmet etmesini bilen, ilimle ahlâktan başka yol tanımayanların dâvasıdır.

Sahte Fâtih’lerin bir kısmı iştihaları fethederek insanlığa yara­nırlar. Halkın iştihalarına hürriyet sunar ve bilhassa ruhu zincirle­nerek iştahlan akim zincirlerinden boşanmış genç zümreleri minnettar bırakırlar. Bunlar zâlimlerdir. Bazıları ise insanların içinde gizlenen ve zorlandığı için yaşatamayan hırsları fethederler ve hırs­lara hürriyet bağışlamak için bağırırlar, tepinirler, yazarlar, saldırır­lar. Kendilerine idealist dedirten bu sahte mürşidler de evvelkiler kadar zâlimdir. Çünkü esir olan insanlara hürriyet sunmak idealiy­le ruhu ayaklar altına alırlar. Evvelkiler zulmü gerçek yapanlar, bunlar zulmü ideal edinenlerdir. Bütün halkı zâlim yapmak ide­aliyle hareket ederken her adımda kendi nefislerinden taşan zulmü yapmaktadırlar.

Zulüm bazı imtiyazlı ellerle yapılırken o kadar büyük, o kadar korkunç değildir, lâkin ufak ufak ufalanıp da bütün halkın eline ge­çerse pek tehlikeli, pek korkunç, pek müthiş bir şey olur. Ve böyle bir dünya, içerisinde yaşanamayacak kadar korkunç bir dünyadır.

Gerçek fatihler nefislerinin ve halkın nefsaniyetinin takdisine hizmetkâr olmadılar. Zümrelerin menfaatini yumruklaştırıp karşı zümrelere saldırtmadılar. Sultan Mehmed Han’ın, fetihten sonra Bizans’ın Rum halkına galip ve muzaffer müminlerle aynı muame­leyi yapması, onlara eşit haklar tanıması ve gönüller sultanının kalbleri fethederken meyus kalblere bazı imtiyazlar bağışlamasın­dan bize gelecek ders, mâzimizin sunduğu hikmet ve hakkın gerçek yolu olmalıydı. Öyle iken onun âdil ve otoriteli devlet anlayışı, onun gönüller fetheden kalb dâvası, devlet iradesi önünde, vezirle­ri ve kıralları dize getiren hak mefkuresi, büyük fethe hazırlanırken kumandanlardan önce şeyhine danışan Allah idealizmi çoktan unu­tuldu. Onun insanlığa şeref olan büyük mirasından; asırlar geçtik­ten sonra bize yalnız bu şehrin yaşattığı bir tabiat harikası kaldı. Geriledik, çok geriledik. Bir kısmımız bu gerileyişten meyus ve hüsran içinde bunalmış olarak düşman iradelere, düşman ruhlarına sığınıyor; esareti süslüyor, garblılaşma diyor, garp dillerinde yapı­lan öğretim diyor, garp sanayii diyor, garp terbiyesi diyor. Bu da az gelince esaret solcu dâva ile besleniyor, siyonizmin insan haklan maskesine bürünüyor.

Diğerleri ise bu soysuzlaşmaya karşı sanki cidal açarak gerilere, daima daha gerilere çekiliyorlar. İnsanlığın en geri sınıflarına sı­ğınarak orada buldukları cehaletle taassubu, soysuzlaşmaktan ko­runmanın çaresi sanıyorlar. Geri ley işlerinde kullandıkları iptidai gurur bunları acınacak hale koymakta ve zaman zaman zâlimyap­maktadır.

Bir taraf, geri saflarda kalmamak, aşağılık duygularından ken­dini kurtarmak için düşmana iltica ederken öbür taraf geriliğinde selâmet arıyor; hurafelerin ilmini, riyânın sanatım ve taassubun ah­lâkını yaymaya çalışıyor. İki taraf da hüsrandadır; her ikisi de mağ­lûptur. Atamız Fâtih'lerin vaktiyle bizi ulaştırdıkları saflarda ger­çek yerimizi almak için her iki tarafın sürüklediği uçurumdan ko­runmamız lâzım geliyor. Ancak o zaman yeni hayatın gerektirdiği yeni fetihler bize de müyesser olacaktır.

Tohum, 11/20, Mayıs 1965.

Nurettin Topçu,Büyük Fetih
Devamını Oku »

Feth'in 7 Harikası

Feth'in 7 HarikasıBüyük fethin siyasi değerinin altında barınan derin manasının yani hikmetinin (sagesse) yanında, dış manzarası cidden küçük 'ka­lıyor. İstanbul alınmış, Bizans’ın baş tacı olan belde Türkleştirilmiş, Asya’dan kopup gelen bir millet Avrupa’nın büyük kapısının bekçi­liğini ele geçirmiş. Islâm medeniyeti. Hıristiyan dünyasile karşı kar­şıya gelmiş, tarihte yeni bir devir başlamış, bütün bunlar, bu zafer­ler ve bu inkılâplar fethin ruh dünyasında yarattığı harikaların ya­nında sönük kalmaktadır. Ruhlardaki inkılâp, fethin asıl hikmetini teşkil ediyor. Zira bu inkılâbın kahramanı, sadece kılıçların fatihi değildir; o ilimle, imanile dimağların ve kalplerin fatihi olmuştur.

Fatih’in en büyük eseri olan ruhlardaki bu inkılâp, henüz safi­yeti bozulmamış bir ırkı sonsuzluğa yönelten ruh kudretlerinin hep­sini getirdi. Milletimizi sayısız ruhî servetlerin varisi yaptı. Ruhla­rın tarihindeki seyri değiştirdi. Biz fethin getirdiği harikalardan ye­di tanesini kaydedeceğiz:

Fethin ilk ve en büyük eseri bir iman harikası oluşudur. Yirmiiki yaşındaki gencin kıtaların kilidini açma karan, bu dev irade­si, Akşemseddin’in istihare denilen Allah’a danışmasından işaret alıyor. Allah izni alındıktan sonra ne şüphe kalıyor, ne bir an tered­düt; ne yeis, ne de korku. O artık dünyalardan da kuvvetlidir. İstan­bul alınacaktır, mutlaka alınacaktır. Çünkü Allah’tan müjde gönde­rilmiştir. İman kuvveti tamam olunca gemiler dağlardan aşırılır, et ve kemikten bedenler akan ateşlere meydan okurlar. Bu hâdisede Cebrail’in yerinde Akşemseddin’igörüyoruz.

Büyük fetihle kuruluşu tamamlanan yeni devletin felsefe te­meli ruhçulukdur (spiritualisme). Orta Asya’dan Anadolu kıyıları­na kadar akıp gelen istilâcı realizm, Malazgirt kapılarında idealiz­me yerini terketti. Kesilen kafalarla kule yapma hırsı, gönüller sul­tanı Alparslan’da yerini kazanılan kalplerden kale yapma aşkına bı­raktı. İslâm idealizmi, Asya'nın putperest realizmine galebe çaldı. Bu zamana kadar göğüslerinde hançerden başka bir şey taşımayan­lar, Anadolu’ya ayak bastıktan sonra kılıcı da kalplerin futühatı için vasıta olarak kullandılar. İslâm spirtualizmini, birkaç sarsıntı devri­nin üstünden sıçrayarak, tıpkı Peygamber’in getirdiği ruhla, Osmanoğullarını yeniden yaşattılar.

Fetih, doğunun büyük beldesinde yapılacak rönesansın ka­pısı olacaktı. Fatih Mehmet, buradan Asya’ya bir aydınlık asrı ge­tirebilecek insandı. Yüksek âlim şahsiyeti, yaratıcı dehasile ilimler­de ve san’atlarda batıdaki rönesansın öncü hamlesini Peygamber’in övdüğü bu şehirden başlatabilirdi. Molla Hüsrev’lerin, Molla Zey­rek’ lerin, Hocazâde’lerin eliyle Fatih külliyesini Bizans’ta ilk İs­lâm üniversitesi olarak açan Padişah, mütefekkirler arasında yaptır­dığı İlmî münakaşalarla işe başlamıştı. Bunlardan Molla Zeyrek’ le Hocazâde arasında kendi tertiplediği Tehafüt münakaşası bir hafta sürdü. Bizzat kendisinin takip ettiği bu münakaşayı, filozoflara kar­şı îmamı Gazali’yi iltizam eden Hocazâde kazandı. Fikir hürriyeti­nin kudretli koruyucusu, Hocazâde’yi takdir etti ve bu fikirlerini bir eser halinde neşretmesini söyledi.

Topkapı Sarayı’ndan başlıyarak Türk dünyasının İstan­bul’da yeni bir san’at idealine kavuşacağını müjdeleyen rönesans sultanı batıdan MastoriParli, Matheos Bellini gibi şöhretli sanat­kârları getirtti. Cem Sultan babasına varis olsaydı, Sinan asrına ba­samak olması lâzım gelen bu hazırlık devri, Türk-Islâm dünyasının Giotto’larını, Mazoccis’leriniAndrea del Sarto’larını yetiştirebilir­di. O zaman bunlarla Leonardo de Vinci’ler, Michel-Ange’in doğu­daki muhteşem rakibi Sinan’a el vereceklerdi.

Hüdavendigâr’la Yıldırımlar’ın başlatığı Anadolu’nun millî birlik dâvası, Fatih’in kabzasına Allah adı yazılı kılıncile tamam­landı. Sonraki asırların her taraftan yıkıp da viran ettiği Anadolu milli birliği, doğunun bu rönesansasnnda bir olan Allah idealine bağlı İslâm spirtualizminin temelleri üstüne kuruldu. Birliğin mu­hafazasına muktedir, otoriteli devlet prensibi, bütün ruhî ve ahlâkî zaafların sığınağı olan Yahudi rejimlerine yerini terkedinceye ka­dar, cihan tarihinin en büyük Türk-İslâm devleti Anadolu’da hâkim yaşadı. Ancak aklın otoritesi yerini içgüdülerin hürriyetine bırak­maya mecbur olduğu zaman Ulu Devlet parçalanacaktır.

Manevî iktidarın önünde eğilen Fatih, maddî kudretlerin hep­sine diz çöktürmenin halkı Hakk’a götürecek tek yol olduğunu ilimle, imanile kavrayan bir devlet dahisi idi. Bu görüşe sahip ol­mayan oğlu Beyazıd’ın ahlâkî şahsiyeti dahi devlette ilk tehlike be­lirtilerini yok edemezdi. İslâm dünyasının masonları demek olan Şiilere karşı Yavuz Selim imdada yetişmeseydi, Anadolu Türkü İs­lâm idealizmini Avrupa’nın ortasına kadar götüremiyecekti. İlk ça­ğın Yunan dünyasını yıkıp çökerten ayağa düşürülmüş iktidar ideal olduğu zaman, hak ve adalet prensiplerini okuyan Yıldırım’larla Fatih’lerin, Yavuz’ların güneş devleti hırsların oyuncağı olacaktı.

Yeni Türk devletinin temeli adaletti. Ahlâk idealinin usan­maz hizmetkârı olan bir hanedanın, bütün mânasile büyük olan bir sülâlenin cihan tarihine yeni bir devir açan çocuğu, fethettiği şeh­rin yeni açılan külliyesinde, bu külliyenin müderrisleri talimata uy­gun bulmayarak reddettikleri için, kendisine şerefe bahşişi diye is­tediği bir küçük odaya bile sahip olamamıştı. Vazifesini suistimal ettiği için kolunu kestirdiği bir Rum duvarcı tarafından hakkında dâva açılarak hâkim huzurunda alelâde bir fert gibi ayni ceza ile hükümlenen Hükümdar, cihad yolunda Hulagü’leri değil, en büyük Islâm idealisti Ömeru’l-Faruk’u kendisine örnek almıştı, işte bu adalet iktidarı, Rum cemaatinin kendileri için ayrı mahkeme kurul­ması hususundaki isteklerini, Fatih’in hâkimlerini dinledikten son­ra, yine kendilerine geri aldırttı. Bu, adaletin Hattâbın oğlundan beri görülmemiş zaferiydi.

II. Murad’ın oğlunun kalbinden taşarak siyasî dehasile bir­leşen affu rahmet, fethin en emin bekçisi oldu. Bu şehir Hatemü’l- Enbiya’nın ruhundun kopup gelen affu rahmetle dolup taşmadan tam mânasileTürk’ün olamazdı. Ayasofya'nın kubbesinin üstüne konulan Bizans kızıl elması rahmet nurile aydınlanmadan ebedî ka­lamazdı. Genç Fatih’in kalbi kadar büyük dehası, mağrur ve mağ­lup Bizans’ın halkını kayıtsız şartsız affetmekle kalplerin fatihi ol­du. Batan medeniyet merkezinin perişan halkına tam hürriyet, tam huzur, tam selâmet sundu. Onlara her hususta serbest olduklarını, hattâ isterlerse camilerimizin duvarına bitişik kilise yaptırabilecek­lerini ilân etti. Bu hareket ile,kendisini öven büyük Peygamberin izinden yürüyordu. O Peygamber ki Mekke’yi fethettikten sonra İlâhî beldenin valiliğini, biraz önce kendisine diş bileyen Attâb İbni Esid’e vermişti, bu kalp harikasının meftunu olan II. Mehmet de, Hz. Muhammed gibi davranırken Peygamberinin yolunda yürüdü­ğünü isbat ediyordu. Kalbin harikası eseri ebedileştirdi. Fetihten sonra Bizans’tan Türkleri atmak gayretile Avrupa’da büyük bir haç­lı ordusu hazırlanıyordu. Onu Bizans’ın Fatih’i mi karşılayacaktı. Hâdise, kalpler Fatih’inin kalbine kâbus mu çöktürecekti. Hayır. Allah’ın evini koruma işini sahibine bırakan Peygamber ceddi gibi, fetholunan beldenin korunmasını da o, gerçek sahibine bıraktı. Haçlı hazırlığından Bizans halkı telâşlandı. Paris’e gönderilen pis­koposlar, orada hazırlanan yeni haçlı ordusunun önüne durdular. “Hayır, hıristiyan kardeşlerimiz” dediler, “bizi kurtarmağa gelme­yin. Biz Türk hükümdarı ile pek iyi anlaştık, sizi istemiyoruz.”

İşte fethin yedi harikası bunlardır. Hepsinde ebedî olmak iste­yen insan iradesi sonsuzluğa uzanmaktadır. Hepsinde “insanla Al­lah’ın terkibi olan hareket” insanüstü bir âleme uzanıyor. Bu yedi harikadan, daha yedi asır geçmeden elimizde kalan, sadece bu şeh­rin sakladığı bir tabiat harikasıdır.

 

Nurettin Topçu,Büyük Fetih
Devamını Oku »