Mağlup

Kuruntu En Fazla İsrailoğullarında Kök Salmıştır...

Mağlup, ebedi olarak galibin şiarını, kıyafetini, mesleğini, sair ahval ve adetlerini taklit etmeye düşkünlük gösterir:

Bunun sebebi şudur: Nefs daimi surette, kendisine galip gelende, bir kemal bulunduğuna itikad eder ve onun hizmetine girer. Ya ona saygı göstermek içinde yer ettiği ve galibi kemal sahibi olarak gördüğü için veya kendisindeki inkiyad halinin, “tabii bir galebe”den değil, galipteki kemalden ileri geldiği yolunda bir hataya sürüklenmiş olduğu için böyle davranır. Böyle bir yanlışlığa düşülmesi ve bunun aralıksız devam etmesi, bir itikad, bir inanç ortaya çıkarır. Bunun neticesi olarak mağlub, galibin bütün yol ve yöntemlerini benimseyip, her hususta onun yolunu tutar, ona benzemeye çalışır.İktida işte budur... Bu sebeple ebedi olarak mağlubun, kendini galibe benzetmeye çalıştığını, kılıkta-kıyafette, binme ve nakliye vasıtalarında, silahta, bunların yapılış ve kullanış şekillerinde, daha doğrusu tüm hallerinde onun gibi olmaya çalıştığını müşahade edersin.

Bu hususta çocukların babaları karşısındaki durumlarına bakınız; sürekli olarak onlara nasıl benzemeye çalıştıklarını göreceksiniz. Bunun sebebi sadece onlarda kemâlin bulunduğuna itikad etmiş olmalarıdır. Dünyanın her bölgesine bakınız.

Ekseriya askerlerin ve sultan ordusunun, kılık ve kıyafeti bölge halkına nasıl galip gelmekte ve hâkim olmaktadır. Sebep, bunların mağlup, onların galip olmalarıdır. Hatta yekdiğerine komşu olan iki milletten biri diğerine galip olsa, derhal bu benzeme ve tâbi olma hali, büyük ölçüde mağluplara sirayet eder. Nitekim çağımızda Celâlika (Galician, Galler) milletleri karşısındaki Endülüs’ün durumu budur. Görüyorsun ki, Endülüslüler kılık - kıyafet, alâmet, işaret, bir çok âdet ve ahvâl itibariyle kendilerini Gallilere benzetmekte, hatta evlerde, yapılarda, işyerlerinde ve duvarlarda çizilen resim ve heykeller bakımından bile onlar gibi olmaya çalışmaktadırlar. O derecede ki, hikmet gözüyle bakan, onun istilâya uğramanın alâmetleri olduğunu bundan his ve farkeder. Hüküm Alah’ındir.

Bu hususta; “Halk, hükümdarın dini üzeredir”, şeklinde söylenen vecize üzerinde dikkatle düşün. Çünkü bu sözle de o mâna anlatılmıştır. Zira hükümdar, eli altında bulunanlar üzerinde galiptir. Raiyye ise, çocuklar babalarına, talebeler hocalarına, inandıkları gibi, kemâlin onda olduğuna itikad ederek kendisini örnek almaktadır. Allah hikmet ve ilim sahibidir.

 

İbn Haldun-Mukaddime,cilt:1 syf;361-362 (Çev:Süleyman Uludağ)
Devamını Oku »

Siyaset ve Mülk

Siyaset ve Mülk

...Siyaset ve mülk, halk için (İlahî) bir kefalettir, Allah’ın kullardaki hilafetidir. Bu kefalet ve hilafetin maksadı ise, insanlar arasında ilahi ahkâmın icrâ ve tatbik edilmesidir. Şer‘î hükümlerin de şahitlik ettiği gibi Allah’ın halkı ve kullarıyla ilgili hükümleri ise, sırf hayırdır, (ferdî ve İçtimaî menfaat ve) maslahatlara riayet etmekten başka bir şey değildir. Şer kanunları ise Allah Tealâ’nın takdirine ve kudretine muhalif olarak sadece cehaletten ve şeytandan gelmektedir. Çünkü şerrin de hayrın da faili ve takdir edicisi O’dur. Zira ondan başka fail yoktur. İmdi bir kimse için, kudreti tekeffül eden asabiyet husule gelir ve o kimse halk arasında Allah’ın ahkâmını tenfize münasip düşen hayırlı hasletlerin kendisinden zuhur etmesini itiyat edinirse, artık o kimse, insanlar içinde (Allah’ın) halifesi ve halkın kefili olmaya hazırlanmıştır. Bu delil bu hususta birincisinden daha sağlamdır, mesnedi de daha sağlıklıdır.

Verilen izahattan açıkça anlaşılmaktadır ki, iyi hasletler, asabiyet mevcut dan şahıslarda mülkün de (bilkuvve) mevcut olduğuna şahittik eder. Asabiyet sahiplerine, bir çok bölgelere ve milletlere galebe çalıp onlara boyun eğdiren kimselere baktığımız zaman görürüz ki, hayır hususunda yarışmakta ve hayırlı hasletler olan mertlik kusurları bağışlama, gücü olmayanlara katlanma, misafirperverlik, çaresizleri gözetme, yoksulları kayırma, zorlukları sabırla karşılama, ahde vefa etme, namus ve haysiyeti korumak için harcama, şeriate hürmet etme, şeriati temsil eden ulemaya saygı gösterme, yapılması veya yapılmaması gereken hususlarda bu alimlerin onlar için tesbit ettikleri sınırlarda durma, bunlara hüsnüzanda bulunma, dindar kimselere inanma ve onları mübarek bilme, dualarına rağbet etme, büyüklerden ve yaşlılardan haya etme, bunlara saygı gösterip yüceltme hem Hakk’a hem halka davet edene boyun eğme, işlerini bizzat göremeyen biçarelere şefkat gösterip durumlarını düzeltmek için parçalanmak, Hakk’a itaat etmek, zavallılara karşı alçak gönüllü davranmak, darda kalıp imdat isteyenlerin çağrılarına kulak vermek, şer‘î hükümlere uyup ibadetleri ifa etmek suretiyle dindar bir hayat yaşamak bunların eda edilmelerinin sebeb ve şartları üzerinde durmak, gaddarlıktan, hilekârlıktan kalleşlik yaparak ahdi bozmaktan ve benzeri şeylerden kaçınmak gibi hususlarda birbiriyle yarışmaktadırlar.

Demek ki, siyasetle alâkalı olan bahiskonusu huy ve meziyetler onlarda mevcuttur,husule gelen bu gibi hasletler sebebiyle, hâkimiyetleri altında bulunanları veya umumi olarak herkesi idare etmeyi ve siyasetçi olmayı hak etmişlerdir. Bu, galebelerine ve asabiyetlerine münasip olmak üzere Allah Taâlâ’nın onlara şevketmiş olduğu bir hayırdır. Yoksa bu gibi hasletler, gelişi güzel onlara verilmiş ve abes olarak onlardan vücuda gelmiş değildir. Asebiyetlerine uygun düşen hayırların ve makamların en münasibi mülktür. İşte bunun neticesinde, Allah’ın onlara mülk verdiğini ilan ettiğini ve bunu kendilerine sevkettiğini anlamış oluruz.
Bunun tersi de böyledir.

Bir milletin sahip olduğu mülkün inkiraza uğrayacağı ve harap olacağı yolunda Allah’tan izin çıktığı vakit, Hakk Taâlâ sözkonusu mülk sahiplerini kötü şeyler yapmaya, rezalet nevinden olan işleri benimsemeye ve bunun yollarını tutmaya sevkeder. Böylece kendilerinde var olan siyasetin faziletleri tamamen kaybolur. Mülk ellerinden çıkıp başkalarına geçinceye kadar faziletler eksilmeye (rezaletler ise bilakis artmaya) devam eder durur. Bu durum, Allah’ın onlara vermiş olduğu mülkün ve ellerine teslim ettiği hayırların, kendilerinden soyup geri alması konusunda acı ve kara bir haberdir. “Bir kasabayı mahvetmek istediğimiz vakit, orada lüks ve refah içinde yaşayanlara emrederiz, onlar da bunun üzerinde orada fısk u fücur ile meşgul olurlar. Bu suretle mahvolmayı hakettiğinden orasını hâk ile yeksan ederiz” (îsra, 17/16). Anlattıklarımızı gözönünde tutarak eski milletler üzerinde bir inceleme ve arattırma yapınız. Anlattığımız ve tarif ettiğimiz cinsten pek çok örnekler bulacaksınız. “Dilediğini ve istediğini yaratan Allah’tır” (Kasas, 28/68).

İbn Haldun - Mukaddime,cild:1 (çev:Süleyman Uludağ)

 

 

 

 
Devamını Oku »

Bir tek sülâle silsilesinde hasebin nihayeti dört ceddir

 

Bir tek sülâle silsilesinde hasebin nihayeti dört ceddirMalum olsun ki, âlem (unsurlar âlemi) ve orada bulunan herşey gerek zatları gerekse ahvâli itibariyle olma ve bozulma (kevn ve fesad) halindedir. İmdi madenler, bitkiler, insanları da ihtiva eden hayvanlar (sınıfı) ile mükevvenâtın kevn ve fesâd vaziyetinde olduğu gözle görülmektedir. Aynı şekilde mükevvenâta, özellikle insan­lığa ârız olan hâller de böyledir.

İmdi ilimler doğmakta (gelişmekte, gerilemekte ve) sonra ölmektedir. Sanatlar ve benzeri şeyler de böyledir. Haseb (şan, şeref, asalet ve itibar) da insanoğluna ârız olan gelip geçici hallerdendir. O halde o da mutlaka kevn ve fesad halindedir. İnsanlar içinde hiç birinin şerefi, Âdem'den kendisine kadar olan cedler zinciri içinde kesintisiz bir şekilde sürüp gelmiş değildir. İlahî bir lütuf olmak ve kendisinde mevcut olan sırrı korumak üzere Nebi (s.a.)’ye tahsis edilen asalet ve şeref biricik istisnadır. Nitekim şöyle denilmiştir: Her şerefin ve asaletin ilk hali, haricî olmakta (asaletli ve şerefli olmama vaziyetine çıkmakta)dır. Yani (geriye ve eskiye doğru gidilince) riyasetten ve şereften çıkılmakta, aşağı, düşük ve hasebin olmaması haline geçilmektedir. Bunun mânası şudur: Her şerefin ve hasebin yok olma hali, var olma halinden öncedir. Hâdis olan her şeyin hali budur.

İbn Haldun - Mukaddime,cild:1 (çev:Süleyman Uludağ)
Devamını Oku »

Din ile Dil

Din ile DilBir kül­tü­rün ma­ne­vi­ya­tı­nı, an­lam-de­ğer dün­ya­sı­nı, du­yar­lı­lı­ğı­nı, kı­sa­ca vic­da­nı­nı ko­ru­yan, sü­rek­li kı­lan, Din ile Dil’dir. Din ile Dil’ini kay­be­den kül­tür, vic­da­nı­nı kay­be­der. Din en üst se­vi­ye­de ken­di­si­ni o kül­tü­rün the­o-on­to­lo­ji­sin­de ifa­de eder; Dil ise en üst se­vi­ye­de o kül­tü­rün şi­i­rin­de di­le ge­lir. Öy­ley­se, the­o-on­to­lo­ji din’in, şi­ir ise dil’in özü­dür. Din ile di­li, the­o-on­to­lo­ji ile şi­i­ri bir ara­ya ge­ti­ren, vic­da­nı ahenk­li, or­ga­nik bir bü­tün kı­lan ise o kül­tü­rün mu­si­kî­si­dir. The­o-on­to­lo­ji­si’nin de­rin­li­ği kay­bo­lan bir kül­tü­rün şi­i­ri­nin de has­sa­si­ye­ti za­yıf­lar; do­ğal ola­rak böy­le bir kül­tü­rün mu­si­kî­si de ahenk de­ğil gü­rül­tü ha­li­ni alır.

Bir kül­tü­rün an­lam-de­ğer dün­ya­sı­na, vic­da­nı­na sa­vaş, di­ni­ne, di­li­ne ve mu­si­kî­si­ne sal­dı­rıy­la baş­lar. Bu du­ru­ma ta­rih şa­hit­tir. Amen­tü’sü olan bir kül­tür emin’dir. Bu ne­den­le ide­olo­jik sal­dı­rı doğ­ru­dan mer­ke­ze, em­ni­yet sa­hi­bi­ne, Emin’e yö­nel­til­miş­tir. Bur­sa’da 1409’da ben­zer bir sal­dı­rı­ya Sü­ley­man Çe­le­bî, Ve­si­let el-Ne­cat (Kur­tu­luş Yo­lu) ad­lı ese­riy­le, ya­ni şi­ir’le kar­şı­lık ver­miş, Türk­ler bu şi­i­ri mu­si­kî’ye dö­ke­rek ebe­dî­leş­tir­miş­tir.

Ta­rih­te kaç mil­let sa­hip ol­du­ğu the­o-on­to­lo­ji’yi şi­ir­le ve mu­si­kiy­le ka­tıp ka­rış­tır­mış; her fer­dî do­ğum ve ölüm­de te­ren­nüm ede­bil­miş­tir. Türk­ler, the­o-on­to­lo­jik sev­gi­le­ri­ni öf­ke ile de­ğil sü­kû­net ile şi­i­re ve mu­si­kî­ye iş­le­miş; hü­zün­le­riy­leMev­lid’e can ver­miş­tir. Mev­lid’e hu­ra­fe di­yen­ler, bu mil­le­tin di­ni­ne, di­li­ne ve mu­si­kî­si’ne za­ten sa­vaş aç­mış­lar­dı; on­la­rın sal­dı­rı­ya ver­dik­le­ri kar­şı­lık ya­ni öf­ke şid­de­ti, Ölüm’ü do­ğu­rur; se­vad-i a’zâm ise de­rin üzün­tü­sü­nü, hüz­nü­nü Do­ğum’a dö­nüş­tü­rür.

Sheaskpere’in Hamlet’in ağzıyla dediği gibi: “Dünya bir hapishane ve Danimarka da onun en karanlık yeri”.

İhsan Fazlıoğlu,Akıllı Türk Makul Tarih
Devamını Oku »

İstanbul: Süreklilik kafada kopunca!

İstanbul: Süreklilik kafada kopunca! ...Her eylem, her eser, kişinin sahip olduğu fikrin, duygunun tecessüm etmesidir. Süleymaniye Külliyesi, bir fikrin, bir duygunun cisimleşmesidir; hatta bütün bir şehir, bir mananın/anlamın tecessüm etmiş halidir. Her ne ki içerisindedir kişinin o dışına vurur; kafada olmayan mekanda da olmaz çünkü. Ahmedî’nin dediği gibi: “Sanmagil fikr etmeden her işe el / Ki’olur evvel fikret ü ahir amel”; başka bir deyişle akıl, eylemi öncelemelidir. Özellikle yöneticiler bir işe kalkışırken heva ve heveslerine göre değil, akıllarına göre iş yapmalıdırlar.

Mehmed Şah Fenarî’nin Enmuzec el-ulumadlı eserindeki ifadesiyle: “Yönetici’nin düşüncesi, sözü ve eyleminden önce gelmeli; yalnızca işlere ilişkin inançlarla yetinmemelidir. Bundan dolayıdır ki Tanrı, Adem’i, kendisini diğer canlılardan ayıran aklı nedeniylehalîfe seçmiştir. Dolayısıyla Yönetici’nin eylemleri akla göre olmalıdır”. Cehaletten, bilgisizlikten iyi niyetin doğmayacağı bilinmeli, aklı dolaşık insanların sorunları çözmek değil, karmaşıklaştıracağı dikkate alınmalıdır. Çünkü siyaset, dolaştırmak, karmaşıklaştırmak değil, tertip etmek, düzenlemek; “un çuvalını tozutmadan yere koymaktır”; bunun da yolu bilmekten, bilenlerle yola çıkmaktan geçer. Yine Mehmed Şah Fenarî’nin deyişiyle: “Yönetici, adalet yolundan ayrılmamalı; bilginlerle beraber oturmalı, onlarla düşüp kalkmalıdır; çünkü -bilindiği üzere- doğru/kâmil siyasetin hem dış hem de iç etkisi ancak ve ancak bilgi’yle gerçekleşir”.

Güzel’i tahakkuk ve tecessüm ettirmeyi kendine şiar edinmiş bir kültürün, medeniyetin mensupları olarak, duyarlılığımızı maddeye dökmek, işlemek, nakşetmek için doğruluk’u tespit etmiş olmamız gerekir. Çünkü bilgideki doğruluk sanatta güzellik adını alır; bu nedenle “doğru’yu bilen güzel eyler, güzeli eyler” denmiştir. Bütün bunlar da hesabı verilmiş bir anlam-değer dünyası’na sahip olmakla mümkündür. Hiçbir yumurtadan aslan çıkmaz; hiçbir aslan da civciv doğurmaz. Ne ki bilkuvve içkindir bir fikirde, bilfiil hale gelen de odur eylemde.

Aklî dünyamızdaki süreklilik bilgimizdeki doğruluğun, vicdandaki/anlam-değer dünyamızdaki süreklilik de eylemlerimizdeki güzelliğin sürekliliğini sağlar. Kişinin aklındaki kopukluk, fırtına, karışıklık bilgisine; vicdanındaki/anlam-değer dünyasındaki kopukluk, fırtına, karışıklık ise eylemine, eserine yansır. Ahmedî’nin “Alem ilm [akıl] ü amel [adalet]dir” demesi boşuna değildir; ilim ile amel, akıl ile adalet, hem akılda hem de vicdanda süreklilik isteyen durumlardır. İdrakî süreklilik bilginin sıhhatini, vicdanî süreklilik ise eylemin istikametini pekiştirir; biri doğruluğu diğeri güzelliği muhkem kılar.

İhsan Fazlıoğlu,Akıllı Türk Makul Tarih
Devamını Oku »

İktidar Paylaşımı

İktidar PaylaşımıHer şeyden önce katmanlaşmayı, dolayısıyla düzen kurmayı becerebilen toplumlar, paylaşımı bilgiye, dolayısıyla ehliyete dayandırarak toplumun tüm bireylerine açmışlar; bu vasfı edinen her kişiye toplumun ürettiği artı-değerden pay alacak olanağı, en azından nazarî seviyede, vermişlerdir. Kadim kültürümüzde kaleme alınan Siyaset-nâmeler böyle bir katmanlaşmanın ve bilgi ile ehliyetin paylaşımdaki merkezî yerini gösterirler.

Güç, hangi araçlarla elde edilirse edilsin bir kez kazanıldığında hep elde tutulmak istenir. Bu durumun temsil değeri yüksek en güzel örneği, bir babanın sahip olduğu gücü çocuklarına aktarmak istemesinde görülür. Tarihte yalnızca saltanat babadan oğula geçmemiştir; dört yüzyıl süren tabip aileler, birkaç yüzyıl devam eden bilgin aileleri hep bu gerçekle alâkalıdır. Paylaşımın bilgi ile ehliyete dayanması, en sonunda katmanlararası geçişi sağlayan şeffaf bir sistem oluştururken (meritokrasi), paylaşımın hâkim güçlerce yapay ölçütlere göre ayarlanması kilitlenmeye neden olur. Kast Sistemi'nin kozmik-dinî gerekçelere dayandırılması; örnek olarak İslâm siyaset düşüncesinde belirli bir ailenin (Kureyş) kozmik-dinî seçilmişliği; ya da Türk devlet geleneğinde yalnızca, Kınık, Kayı gibi bazı seçilmiş ailelere siyasî iktidar hakkının tanınması bu tespitle ilgilidir. O kadar ki, mitolojiler bile, günümüzdeki ideolojiler gibi, kısmî olarak toplumlarda paylaşımın hâkim güçlerce yapılmasına olanak verecek şekilde örgütlenmişlerdir.

Paylaşımın yol açtığı çatışmayı belirli bir ahenkte tutmak için siyasî, dinî, ilmî ve ticarî aynı çıkara sahip bireylerin örgütlenmelerine ve paylaşım için yarışmalarına izin veren sistem, günümüzde demokrasi adıyla bilinmektedir. Paylaşımın bir yarış halini alması; karmaşık bir yapı içerisinde çok sesli bir uyum (harmoni) oluşturulmaya çalışılması ilk elde cazip gelse de, sistem nazarî seviyede kalmaktadır. Özellikle güçlü ülkelerde, demokrasi o ülkede hâkim güçlerin örtülü manipülasyonuna olanak verirken; zayıf ülkelerde de güçlü ülkelerin gizli-örtülü müdahalesine ortam sağlamakta; paylaşım, özellikle güçlü ülkelerle işbirliği yapan hâkim zümrelerin yapay kıstaslarına göre belirlenmektedir. Bu durum toplum içerisinde yatay biriken bir enerji yaratmakta, dikey harekete geçtiğinde ise toplumsal patlamaya (devrim) neden olmaktadır.

Yukarıda özetlenen yapılardan hangisi tercih edilirse edilsin, değişmeyen tek şeyin iktidar paylaşımının yarattığı çatışmanın, insanî bir nitelik olduğudur. Öyleyse yapılması gereken ilk şey insan olmaklığımızı dikkate alarak, niteliğimizi ortadan kaldırmak değil eğitmek (eğmek) ve öğretmektir. Nitekim tüm dinlerin ve hayata ağırlık veren felsefî sistemlerin amacı, işbu niteliğin hem birey hem de tür olarak insan lehine terbiye edilmesidir. Bu nitelik, insanın doğasına dayalı bir ahlakî ve hukukî sistem içerisinde iş görür, paylaşım da bilgi ve ehliyete göre yapılırsa ön-görülebilir ve sürdürülebilir bir hayat inşa etmek mümkün olur.

Hem bireyler hem de toplumlar sağlıklı bir iktidar paylaşımı için hayatı iki tarafı keskin bir kılıç formunda yaşamalıdır; bu keskinliğin korunması birey ve toplumların ayıklığını sağlarken; körelmesi iç çatışmaya düşülüp başkalarına uşak olunmasına neden olur. Ülkemizde, milletimize uşak olmayı öğretene aydın denir; bunun bir üst makamında da uluslararası şöhrete sahip, Türk bilgini olmayı becerememiş, bilim adamları/kadınları yer alırlar.

İhsan Fazlıoğlu-Akıllı Türk Makul Tarih
Devamını Oku »

İslâm âlemi önce geçmişini bulmalıdır

İslâm âlemi önce geçmişini bulmalıdır

Bir Sırp atasözü şöyle der: "Mutlak kesin olan tek şey gelecektir; çünkü geçmiş durmaksızın/sürekli değişir". Son iki yüzyılın dünyasını en iyi ifade eden belki de en güzel cümle bu olmalıdır. Niçin? Bu sorunun yanıtını yine yakın tarihimize geri giderek belki bulabiliriz.

Kurtuluşu bu dünyada arayan Yahudilerin kutsal kitabı Tevrat'ın yorumcuları Kabalacılar 'belirli bir gayeye göre tarihi değiştirme'ye sefirod adını verirler. Sefirod, ahiret inancı olmayan Yahudilerin yeryüzü cenneti inşa etmek için geliştirtikleri bir düşünme ve eyleme tarzıdır. Ancak 'belirli bir gaye' ifadesi, kapitalizmin doğuşu esnasında, eski ilişkileri (gelenek) ortadan kaldırıp yeni ilişkileri (modern) ikame etme olarak anlaşılmıştır. Yeni ilişkilerin dayandığı zihniyet ise niyet-insanını devre dışı bırakıp kural-insanını gündeme taşımıştır. Çünkü geleneksel insan niyetlerini (değerlerini) esas alan ve maslahata göre davranan ahlak-insanıdır; kurallar da değerlerle bağlantıları oranında dikkate alınırlar. Modern insan ise menfaate göre düşünür; bu açıdan kurallara uygun davranmayı esas alır; değerler bu kurallara dayandıkları oranda önemsenir.

Bu durum, ahiret inancının yokluğuyla birleşince, dünyaya yönelik, dolayısıyla mutluluğu yalnızca bu dünyada gerçekleştirmeye çalışan salt hukuk-insanını ortaya çıkarır. Sonuçta değerlerin dışarıda bırakıldığı ve salt hukukun üstün kabul edildiği bir çerçeve oluşur. Ancak dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, salt hukukun üstünlüğü çerçevesinde dikkate alınan kişi, ancak ve ancak modern ilişki biçimini/biçimlerini kabul eden, kurallara uygun davranan kişidir; geleneksel ilişki/ilişkiler biçiminde ısrar eden, değerlerini esas alan kişi ise, siyah-adamdır (ahlak-insanı). Çünkü değerlerin olgusal veya işlevsel aklî kaynağı yoktur, tersine değerler menşelerini ya vahiyte/dinde yada dinleşmiş ideolojilerde bulurlar.

Bu açıdan din, salt hukukun üstünlüğü anlayışının hakim olduğu her yerde, önce tasfiye, sonra tadil ve en nihayet tahrip edilir. Bu çerçevede modernleşme/batılılaşma, yani modern Avrupanın dünyaya medeniyet getirme savı, kendi ilişki biçimini hakim kılma ve tarihe bu çerçevede yön verme anlamına gelir. Bu ilişki biçiminin dışında kalmak, direnmek yani kısaca muhalif olmak gericilik (irtica) olarak damgalanır.
Türkiye, Batı Avrupa karşısında aldığı askerî yenilgiler üzerine girdiği batılılaşma macerasında, koruyacak bir şeye sahip olduğundan, daima, İsmet Özel'in deyişiyle 'Konuşulamaz Türk' olarak teklif sahibi olmaya çalıştı. O günden bugüne Türklerin modern Batıyla ilişkileri konuşulamaz ve konuşulabilir olma özellikleri çerçevesinde gelişti.

Konuşulabilir olmak için sefirod kavramının yoğun olarak etki bulunduğu Osmanlı münevveri, maziyi karaladı; geleceği ise kutsadı. Osmanlı münevverleri, ayrıca, geleceğe ilişkin tasavvurlarına uygun olarak, sefirod kavramını geriye doğru işlettiler ve geçmişi de belirli bir gayeye göre değiştirmeye başladılar. Bu gaye, geçmişin gelecek tasavvuruna uygun hatta ona destek olabilecek şekilde yeniden tanımlanması ve inşa edilmesidir. Bu durum, en iyi şekilde tarihî İslam ile gerçek İslam ayırımında kendini gösterir. Popüler düzeyde bu ayırım, İslam ile müslüman ikilemine sebeb oldu: Sorumlu gerçek İslam değil, bu gerçek İslamı anlayamayan müslümanlardı. Aslında bu anlayış, dini bir idea olarak görüp hayattan, dolayısıyla tarihten uzak tutmaya; ve dini kişinin vicdanına hapsetmeye çalışan zihniyetin bir izdüşümüdür.
Modernleşme öncesinde Türk dünyası, ortak bilinç durumunun temsil edildiği bir metafiziğe atıf yaparak maşerî vicdanını canlı tutuyordu. Bu metafiziğin iki yönü vardı: Şifahî olanı ki Mevlid'le, Mızraklı İlmihal'le, Muhammediye ve Ahmediye'yle, Hz. Ali hikayeleriyle, Battal Gazi gibi efsanelerle vb. yaşıyordu (Her ne kadar bu eserler yazılı ise de sözlü kültürün özelliklerine uygun yayılıyordu). Bu metafiziğin yazıya dökülmüş kısmını Kelam ilmi oluşturuyordu. Diğer bir deyişle Kelam, İslâm dünyasında ortak maşerî vicdanın hesabını verdiği, nazariyata dayalı, yazılı İslam metafiziğidir.

Bu iki yönlü metafizik yanyana değil, teşkik anlayışı gereği, üst üste duruyor; ikisi arasındaki irtibat ve kontrolu ulema sağlıyordu. Batılılaşma sürecinde sefirod mantığını ileri ve geri doğru işleten Osmanlı münevverleri ilk önce, bir taraftan hurafe diyerek şifahî vicdana, bir taraftan da dogmatik diyerek kelama saldırdılar. Hem de "mesâilin tağayyürü usulun tağayyürünü gerektirmez" kaidesini bildikleri halde. Böylece ulema ortadan kalktı; halk ile devlet arasındaki irtibat koptu. Bu iki şemsiye ile ulemanın tasfiyesi aydınlara, hatta bazı ulemadan kişilere, geçmişi, gelecek tasavvurlarına uygun olarak tahrif etme, tanımlama imkanı verdi. Nitekim maşerî vicdanın her iki unsuru bugün Türkiye'de büyük oranda tasfiye edilmiş durumdadır. Ayrıca, yine bugün aydın kesiminin dinî anlayışı da, ulema tasfiye edildiğinden nazariyata dayalı yüksek İslam değil, tek başına kaldığında, diğer bir deyişle yerinde olmadığında menfi görülebilecek halk İslamıdır.
Maşerî vicdanı olmayan bir toplumun ortaklaşa paylaştıkları bir geçmişi ve yine ortaklaşa ümid ettikleri bir geleceği yoktur; bu da kısaca ortak bir gayeleri bulunmadığını gösterir. Bir toplumun maşerî bir gayesi yoksa kendi içerisinde cepheleşir. Bu açıdan Türkiye'de halk arasında devamlı cepheleşmeye neden olan, tüm değişik renkleriyle aydınlar, bu milletin maşerî vicdanından, maşerî gayesinden kopan insanlardır. Bundan dolayı hepsi, topluma malolmayan, kökleri ötede beride müphem bir iradenin biçimlediği, tayin ettiği birer cephe komutanıdır, kabile şefidir. Çünkü Türkiyedeki aydının mensubiyet duyduğu bir milleti yoktur. Millet olmadan kişi olunamaz. Küresel düşünmek, evrensel dert edinmek geniş düşünmek değil yer-siz düşünmek demektir. Tersi ise bir yerden düşünmek, yer-li düşünmek demektir. Çünkü merkezi olmayan bir dairenin tanımı nasıl mümkün değilse yeri olmayan bir düşüncenin tanımı da o kadar mümkün değildir. Aksi, küresel, evrensel gibi siyasî kavramları bilgi nazariyesine mal etmek demek olur ki bu yanlıştır. Çünkü bilgi, düşünce, küresel, evrensel olamaz, olsa olsa tümel olur, genel-geçer vb. olur.

İhsan Fazlıoğlu,Akıllı Türk Makul Tarih
Devamını Oku »

Batılı bilincin "Top" korkusu

Batılı bilincin "Top" korkusu...11 Ekim 1098'de Anadolu'da Türklere karşı yürütülen savaşlara katılan bir Papaz'ın günlüğünde şu dehşet verici cümle kayıtlıdır: "Her yerde Türkler!" Ağustos 1100'de ise Roma'da Papa II. Baschalis bunu doğrularcasına şu fetvayı yayımlar: "Müslümanlar eşittir Türkler". Böyle bir ortamda 11. yüzyıldan XVI. yüzyılın sonlarına kadar Avrupa'nın en önemli gündem maddesi ortaya çıkar: 'Türklere karşı sürekli savaş'. Bu savaşları finanse edebilmek için toplanan verginin adı: 'Türk vergisi'. Bir de bunlara 'top korkusu' eklenince Batılı aydının "tüm Avrupa'yı Türklere bırakıp sömürülmeye başlanan Yeni-Dünya'ya gitmeyi" teklif etmesi şaşırtıcı değildir. Şöyle dense yeridir: Bugün Amerika Birleşik Devletleri denilen Angloamerikan-yahudi devletinin kurucuları bu korkuyu yanlarına alarak gitmişlerdir yeni-dünyaya... Öyle bir korku ki batılı aydın Ankara savaşında Türkleri yenen adam olarak gördüğü Timur'u 'üstün-insan' kabul edip tüm tarihini, C. Marlowe'nin Tamburlaine'sinde izleneceği üzere, bir Timur aramasına yani bir üstün-insan aramasına dönüştürmüştür (ya da güçlü, toptan daha güçlü silah araması mı demeliydim. Batı teknolojisi [Timur'un 'demir' demek olduğu anımsanırsa], bir yönüyle, böyle bir aramanın sonucu olarak, yani Tükleri yenmek için geliştirilmiştir desem içimizdeki devşirmeleri şaşırtır mıyım acaba?). Öyle bir arayış ki bu, Marlowe'nin, Timur'un Yıldırım Bayezid'e davranışına dayanarak koyduğu ilke uyarınca, "Yendiğini öldürmeden yaşatarak aşağılama konusu kılmak"ı mümkün kılacak bir arayış...

Batı bilinçaltındaki 'korku'nun esiri olarak saldırır Dünya'ya. Tüm amacı güç devşirmek, güçlü olmaktır. Bilimi doğaya; teknolojiyi insanlığa hakim olmak için üretir... F. Bacon'un İngiliz-Yahudi siyasetine çizdiği bilimle güç devşirme zihniyeti, K. Marx'ın işaret ettiği gibi, bilgiye emperyal bir form kazandırmıştı. B. Russell'in "Tüm modern bilimsel düşünce aslında kudret düşüncesidir; yani bilimsel düşünceyi harekete geçiren his kudret aşkıdır" derken kendi insanın bilinçaltındaki hakikat işaret ediyor gibidir. Bu zihniyette sevgi, saygı, merhamet, kısaca insanı insan kılan tüm değerler 'manipülatif'dir; kendi başlarına değil, kullanım değerleri itibariyle dikkate alınırlar. Angloamerikan-yahudi zihniyetinde tecessüm eden, daha doğru bir deyişle, bu zihniyeti temsil eden 'üst-insan'ın ana özelliği ne olabilir?

Russell bu soruya içten bir cevap veriyor: "Bilimin bir teknik olarak verdiği kudret İblis'e ibadet gibi bir fedakarlıkla, yani aşktan vazgeçmekle sağlanabilecektir". Bundan dolayıdır ki Angloamerikan-yahudi medeniyeti yıkıcı, yokedici, insanı aşağılayıcı kısaca Eflatun'un [Platon'un] uğramadığı, aşktan yani hikmetten/irfandan yoksun bir İblis Medeniyeti'dir. Yakın tarihimizdeki olaylar, yukarıda çizilen çerçevenin ne kadar şaşırtıcı, İblisvarî bir şekilde uygulandığına tanıklık ediyor. İslam dünyası, bahusus Türkiye bir aşağılama konusudur batılı aydının kafasında. Top korkusunun muharrik gücü solukbenizlinin eline istediği, peşinde olduğu yıkıcı imkanları, techno-science'i vermiştir. Artık Tanrı'ya yakarmasına gerek duymadan, Tanrı'yı da fazla dikkate almadan, kin ve nefretini kusabilir: Saraybosnayı yıkabilir, Kabil'i bombalayabilir, Çeçenistanı yerlebir edebilir, Kudüs-i Şerif'i çiğneyebilir, Bağdad'ı aşağılayabilir... Ancak soru şudur: İblis'in asıl hedefi neresidir? Yanıt oldukça basit: Batı'nın hedefi korkusunun ana kaynağını yok-etmektir. Bunu yapamadığı müddetçe korkusunu yenemeyecektir. Batılı güçler I. Dünya savaşı sonunda buna kalkışmış, ancak Kurtuluş Savaşı'yla pılını-pırtını toplayıp 'geldikleri gibi gitmişlerdi'. Fakat korku, korkanı korktuğu nesneyi nihai olarak ortadan kaldırmaya iter, sürükler. Korku neresidir: Korku, İstanbul'dur.

Öyle olmasaydı Fethin 550. Yıldönümünde ABD'nin Ohio eyaletindeki Grove City kentinde toplanan 43 bin Evangelistin ana konusu Fatih Sultan Mehmed ve İstanbul'un fethi olur muydu? Yukarıda denildiği gibi, Batılı adam korkularını yanına alarak gitmiştir yeni-dünyaya. Kendisine göre oldukça zayıf yerli ahaliyi, içindeki aşağılık duygularını bastırmak için doğramış, yok etmiştir. Güç biriktirdikten sonra artık hesabı kapatmaya, bilinçaltındaki korkularının kaynağını yoketmeye hazırlanmaktadır. Nitekim Kuzey Carolina'daki Wake Forest Üniversitesi öğretim üyesi Charles Kimball bu durumu açıkça ifade ediyor: "İslam, Hıristiyanlığı tehdit eden tek din. Bu bizim bilnçaltımıza işlemiş; kültürümüze kazınmış". Fatih'e dil uzatıp Fethi karalamaya çalışan Evnagelistlerin bu tavrı ile Alman soyluları ve M. Luther'in tavrı arasında benzerlikler var: Alman soyluları ve Luther 'dua' için biraraya gelmişlerdi; Evangelistler ise 'bed-dua' için... Şöyle de denebilir: Alman soyluları ile Luther dil-duası için toplanmışlardı; Evangelistler el-duası yani savaş için... Çünkü savaş, el-duasıdır, elin-duasıdır; ama 'bad-dua'dır.

Gavur'a kızmak doğru değil; çünkü onlar gavurluklarını yapıyorlar; bu onların doğası: Korkularını yenmek için tarihî hesaplaşmaya hazırlanıyorlar. El-duasına kalkışacaklar; ama bugün ama yarın... Asıl sorun: Fethin 550. Yıldönümünde içimizdeki Angloamerikan-yahudi devşirmelerinin anlamdaşlarıyla bir olup, hem de İstanbul'da Fatih'e dil uzatıp, Fethi karalamaya çalışmaları... Ne denir bilmem? Ama Marlowe'nin, "Yendiğini öldürmeden yaşatarak aşağılama konusu kılmak" ilkesinin herhalde anlamı bu olsa gerek.... Bu ilkeye şu da eklenebilir: Bir milleti bir kere değil, sürekli yenme hazzını tatmak için o milleti tarihine lanet etmeye alıştırmak yeterlidir.

İhsan Fazlıoğlu,Akıllı Türk Makul Tarih
Devamını Oku »

İdeolojik Savaş Başladı -mı?

İdeolojik Savaş Başladı -mı?....Düşünce tarihiyle birlikte yürür; bugünü idrak etmek için düne göz atmak gerekir. Saint Pierre, 'Muhammetçi hataya karşı eyleme geçmek yani yazmak gerekir' demişti XII. yüzyılın ilk yarısında... XVII. yüzyılın ikinci yarısında ise Alman asıllı ancak Fransız siyasî erkine hizmet eden ünlü filozof-bilim adamı Leibniz, henüz 26 yaşında iken XIV. Louis için İslamı, bahusus İslam'ın o günkü temsilcileri olan Türkleri 'tarihten tasfiye etme projesini' geliştirmişti.

Fransızlar için bu yabancı bir 'istek' ve 'hedef' sayılmazdı. Çünkü Fransız hariciyesinin önemli adlarından, bilim-casusu G. Postel daha XVI. yüzyılda Türkleri önce 'ikna etme'ye çalışmayı, olmazsa 'icbâr etme'yi, en nihayetinde de 'yok etme'yi önermişti. Ona göre, 'öteki-olan' Türkleri önce tanımayı, bulundukları durumu bilmeyi, oldukları hâli idrak etmeyi; akabinde Batı-Avrupa'nın menfaatlerine göre 'yeniden tanımlama'yı, kısaca olması-gerekene uygun hale getirmeyi; en nihayetinde direnirlerse de 'yok-etme'yi göze almak gerekirdi. Bossuet'in "Hristiyan Avrupa'nın Dünya üstündeki egemenliğini kurmada tek engel olarak gördüğü Türkleri"n ne yapılacağı sorusuna Careil ciddi (!) bir cevap buluvermişti: "Türk ırkının tamamen ortadan kaldırılması ve Osmanlı denen rezil güce bir son verilmesi"....

Yakın tarihimiz Saint Pierre'den başlayıp Postel, Leibniz ve Careil üzerinden devam eden fikirlerin tatbikine yeterli bir örnektir. Siyâsî-askerî açıdan bütün bir İslâm Dünyası'nın tarihten tasfiyesi, içeriden ve dışarıdan, hep birlikte gerçekleştirildi. Gerçi ideolojik-kültürel tasfiyenin, 'ateşli savaş' seviyesinde olmasa da, çeşitli bilimsel(!) tekniklerle uzun zamandan beri yürürlükte olduğu bir gerçek... Gibb "Onların herşeyini mahvettik: Felsefelerini, dinlerini.... Artık hiç bir şeye inanmıyorlar. İçlerinde sonsuz bir boşluk açıldı. Anarşinin ya da intiharın eşiğindeler" derken bu durumu tasvir ediyordu; yani gelecekteki ateşli bir savaş için, direnci kırmak, ruhu esir almak. Bu hedefi gerçekleştirmek için de müslümanların kendilerine yani tarihlerine olan güvenlerini kırmak birinci hedefti. Nitekim Massignon bunu şöyle dile getirir: "Onları kendi vicdanları önünde küçük düşürdük". İfade açık: Biz başkalarına karşı değil, kendimize yani tarihimize karşı küçük düştük. Çünkü 'vicdan tarihtir'.

Şimdiye kadar söylenenenler 'min-vech' şöyle 'min-vech' böyle yorumlanabilir. Ancak açık olan bir şey var: Metafizik üstünlük ile tarihî üstünlüğünü his seviyesinde bile kaybetmiş bir kalabalık, bir yığın İslâm dünyası... XIII. yüzyılda Bağdad'da elinde kılıç olan bir Moğol kadının önünde arkalarına bakmadan kaçan bir düzine müslüman erkeğin durumu ile bugün, ruhumuzun ve kültürümüzün inşa edildiği Bağdad tarümar edilirken binbir türlü bahaneye sığınan (yani kaçan) bin düzine erkeğimizin durumu arasında mahiyetçe bir fark yok... Her ikisi de kaçıyor. Kimden? Kendisinden yani vicdanından yani tarihinden...

Büyük Medeniyetler dinî, siyasî ve iktisâdî emellerini tevhid edebilen, sentezleyebilen medeniyetlerdir. Roma'da, Abbasîler'de, Selçuklular'da, Osmanlılar'da, hatta İngilizler'de bir eylemin gücü, o eylemin üçlü yani dinî, siyasî ve iktisâdî özelliklerinin hemhal olmasından kaynaklanır. Bugün ABD'nin -henüz büyük bir Medeniyet değilse bile, iddiaları itibariyle- herhangi bir eylemi ne tek başına dine, ne siyasete ne de iktisada indirgenebilir. Dolayısıyla Bağdad, ne yalnızca petrol ne de ABD'nin siyasî amaçları için bombalanıyor, tersine aynı zamanda aniden ve doğrudan başlayan ideolojik savaşın bir hedefidir Bağdad: Herşeye rağmen kendisinden koparılamadığımız kültürümüzün, herşeye rağmen ele geçirilemeyen ruhumuzun inşa-edildiği Bağdad...

Bir kızılderili bilgesi beyaz-adamın (anglo-amerikalının) bir milleti 'kesin yenilgiye uğratması' için geliştirdiği taktiği şöyle özetler: 'Bir milletin sevdiği, uğrunda savaştığı, kendisi için varolduğu güzellikleri yok etmek; suyunu zehirlemek, hayvanlarını katletmek, kadınlarını kirletmek, çocuklarını boğazlamak, hasılı o milleti o millet yapan bütün değerleri bir daha geri döndürülemiyecek şekilde ortadan kaldırmak... Uğruna yaşadığı, kendisi için savaştığı güzelliklerin yok-edildiğini gören savaşçı-kişi ise iki seçenekle karşıkarşıyadır: Ya intihar etme ya da bilincini uyuşturma. Biz kızılderililer her ikisini de yaşadık". İşte anglo-amerikalının niçin Bağdad'la ideolojik savaşı başlattığını gösteren neden: Bağdad bizim güzelliklerimizin tecessüm ettiği şehrin adıdır: "Ana gibi yar Bağdad gibi diyar olmaz". Bağdadın işgal edilmesi, yok-edilmesi, medeniyetimizin, kültürümüzün, ruhumuzun, sevdiklerimizin 'Ana'sının işgal edilmesi, yok-edilmesidir; kısaca İstanbul'un 'ikiz-kardeşinin' işgal edilmesi ve yok-edilmesi... Bağdad'daki yazma eser kütüphanelerinin tarümar edilmesi Süleymaniye kütüphanesinin ana-kaynağının yok edilmesidir: Yani hafızamızın yok-edilmesi... Anglo-amerikan medeniyeti bir 'kan medeniyetidir'; bundan dolayıdır ki periyodik aralıklarla taze kana ihtiyaç duyar; kana yani yok edilecek, öldürülecek kızılderililere, yerlilere... Bağdad'lara... Yoksa anglo-amerikalının Türkiyeyi Sultan Ahmet Camii'ni bombalamakla tehdit etmesi başka türlü nasıl açıklanabilir?

Türklere gelince; Machiavelli "Türkler zor ele geçirilir; ama bir kere ele geçirildiler mi elde tutulurlar" demişti. 'Türkleri ele geçirmek' ne demek? Bu sorunun cevapı Temmuz 1098'de Antakya'da Türklere karşı savaşa katılan bir papazın günlüğünde mevcut: "Kesin yenildikleri zaman'. Anglo-Amerikalıların bütün derdi I. Dünya Savaşında 'kesin yenemedikleri', İstiklal Harbi'nde topraklarından kovuldukları bir milleti kesin ve nihâî olarak yenmek. Dirençleri kırılan, ruhları 'kesin' yenilen içimizdeki 'Gavurlar: anglo-amerikanlaşmış devşirmeler' bu duruma çok güzel bir örnektir... Ancak son zamanlarda yaygınlaşan gelişmeler ister istemez insana şunu düşündürtüyor: Yoksa kesin yenilmeye mi başladık?

İhsan Fazlıoğlu,Akıllı Türk Makul Tarih
Devamını Oku »

“Şeker Türk”ler

“Şeker Türk”lerİn­san­la­rın ne­ye kar­şı çık­tı­ğı de­ğil, ne­yi tek­lif et­ti­ği önem­li­dir.”

Baş­ka bir de­yiş­le kar­şı çı­kı­la­nın ye­ri­ne ikâ­me edil­mek is­te­nen şe­yin ne ol­du­ğu göz önün­de bu­lun­du­rul­ma­lı; tek­lif sa­hi­bi ol­ma­yan­la­rın oyun sa­hi­bi ol­duk­la­rı unu­tul­ma­ma­lı­dır. Bir mil­le­te oyun ku­ran­la­rın alâ­met-i fa­ri­ka­sı, eleş­tir­dik­le­riy­le, kar­şı çık­tık­la­rıy­la, yok et­me­ye ça­lış­tık­la­rıy­la de­ğil; tek­lif et­tik­le­riy­le şe­kil­le­nir, be­lir­le­nir. Mev­cu­da kar­şı çık­ma­nın, an­cak ye­ri­ne ikâ­me edi­le­cek şe­yin ni­te­lik­le­riy­le il­gi­li ol­du­ğu; yal­nız­ca kar­şı çık­ma­nın, oyun sa­hi­bi­nin ama­cı­nı ger­çek­leş­tir­me­ye yö­ne­lik, dik­kat­le­ri­ni da­ğıt­mak için iz­le­yi­ci­le­rin duy­gu­la­rı­nı ok­şa­ma­ya ve göz­le­ri­ni bo­ya­ma­ya ma­tuf bu­lun­du­ğu dik­ka­te alın­ma­lı­dır…… Tür­kî hal­den an­la­ma­yan­la­rın, Türk ta­ri­hi­nin tec­rü­be­sin­den ha­ber­dar ol­ma­yan­la­rın coğ­ra­fî yö­nü­nün fark­lı­lı­ğı ma­hi­ye­ti de­ğiş­tir­mi­yor. Çün­kü söy­le­ye­cek sö­zü ol­ma­ya­nın han­gi di­li ko­nuş­tu­ğu önem­li de­ğil­dir; öz­gün­lük ne ses­te, ne la­fız­da, ne de un­sur­da­dır; ter­si­ne ter­kip­te­dir, ifa­de­de­dir, ilâ­ve­de­dir.

İyi oy­na­yan fut­bol­cu­su­nu Av­ru­pa’da­ki her­han­gi bir fut­bol­cu­ya ben­ze­te­rek id­rak ede­bi­len, ya­pı­lan her iyi işi “Av­ru­pa­lı gi­bi yap­mak” sı­fa­tıy­la ni­te­len­di­ren, dü­şün­dü­ğü her ko­nu­da “Aca­ba bu ko­nu­da Av­ru­pa­lı­lar ne di­yor” di­ye so­ran, ken­di ül­ke­si­nin in­sa­nı­nı adam ye­ri­ne koy­mak için Av­ru­pa’nın ya da Ba­tı’nın bas­kı­sı­nı bek­le­yen, tüm ya­şam ge­le­nek ve gö­re­nek­le­riy­le ‘Av­ru­pa­lı’ gi­bi dav­ra­nan ki­şi­le­rin; tek­rar pa­ha­sı­na, Tür­ki­ye’de bin yıl­dır, in­san­la­rın ka­nı­na iş­le­miş ya­şa­nı­lan Tür­kî her şe­ye, baş­ka sı­fat­lar yük­le­ye­rek kar­şı çı­kan­la­rın, kı­sa­ca, Tür­ki­ye’yi Av­ru­pa kül­tü­rü­nün çöp­lü­ğü ha­li­ne ge­ti­ren­le­rin gel­di­ği se­vi­ye “Sha­ke it up şe­ke­rim” se­vi­ye­si­dir. Bu ka­dar dü­şük süf­lî se­vi­ye­den ba­şı­nı kal­dı­rıp da Tür­kî de­ğer­le­ri tah­kir eden bu “Şe­ker Türk”le­re söy­le­ne­cek tek söz şu­dur: “Biz Tür­küz, Tür­kî çı­ğı­rı­rız.

İhsan Fazlıoğlu,Akıllı Türk Makul Tarih
Devamını Oku »