Paradigma mı, perspektif mi?

Paradigma mı, perspektif mi?....Varlıka (vucud) ilişkin yargılar ile var-olana (mevcud) ilişkin yargıları ve her ikisi ile onlara ilişkin bilgileri (malumat); kısaca mevcudiyetleri (var-olma) ile idraklerini (bilgi) birbirine indirgemeden yürünülecek yol, insanı mutlaklaştırmadan alıkoyabilir.Kudema bu meyanda "âlim-malum-ilim" ya da "âkil-makul-akl" denklemini kurarken vucud ve mevcudu değil; insandan başlayan ve biten bilgiyi kast etmiştir. Vucud ya da mevcuda ilişkin malum sürekli bir bakış açısından (perspektif) hareketle üretilir. Açı kavramının kadim Türkçede köşe ile karşılandığı dikkate alınırsa, açının yatay kenarı mekân ve dikey kenarı zaman boyutu olarak düşünülebilir ve her bakışın, ne kadar geniş tutulursa tutulsun, bu iki kenar arasında kaldığı, başka bir deyişle sınırlandığı kabul edilebilir. Bu nedenle bakmak için bir köşede konumlanmak ve iki kenar (mekân ve zaman) arasında durmak gerekir.

Nazar kavramının bakma eylemini içerdiği düşünülürse, bakış açısı olarak anlaşılabilir; ancak her nazar için bir noktaya gereksinim duyulduğu açıktır. Nokta-i nazar deyişinin kadim düşünce geleneğimizdeki kullanılışı, bu duruma güzel bir örnektir. Bu nedenle her bakışın bir köşesi, iki kenarı, dolayısıyla bir açısı; her nazarın da bir noktası vardır. Öyleyse, bakan, bir köşeden ve iki kenar arasından, bir açıdan mevcuda bakar ve onu malum hâle getirir. Köşe, nokta değiştikçe, iki kenarın, açının açılımı farklılaştıkça, mevcud değil ancak mevcudun malum hale gelme seviyesi değişecektir. Bu nedenle tüm ilkeler, sabiteler, konumlanan noktaya göre bir anlama ve değere sahiptir; itibarîdir ancak izafî değildir. Yine bu nedenle çerçeveleri, dizgeleri de var-eden bakış açılarıdır. Çünkü, bakış açısının iki kenarını birleştirmek, bir çerçeve elde etmek paradigmadır ve bu anlamıyla paradigma kapalı bir dizgedir.

Kişioğlunun hiç değişmeyen sabit noktası insan olmaklıktır. Bunun dışındaki her durum bir köşede konumlanış, bir noktada duruştur. Bu çerçevede, vucuda ilişkin sabitelerimiz ile mevcuda ilişkin değişkenlerimizi dinamik bir ilişki içinde tutabildiğimiz, birini ötekinin yerine ikame etmediğimiz; kısaca açı (köşe) ile bakışı, nokta ile nazarı birbirine karıştırmadığımız sürece varlıka, var-olana ve insana ilişkin sahih, muhkem ve istikameti olan ilim üretebilir, onları maluma dönüştürebiliriz.

Metafizik güvenlik alanı mı? O insanın bitmeyen bir ara-yışıdır; geçici olarak giderilir ama tüketilemez; çünkü arayış bizâtihi ara-da olan insandır... İrfanî geleneğimizde Hz. İnsan'a nispet edilen deyişle: "Bir peygamber olarak ben bile akıbetim hakkında emin değilim."

İhsan Fazlıoğlu,Kendini Aramak
Devamını Oku »

Küresizlik Sorunu

Küresizlik SorunuDin, en genel anlamıyla başlangıç (mebde) ile dönüş (mead) arasında (beyne-hümâ) yürünülen yol demektir ve bu yolu kat eden her insan (bu nedenle insana arada-olan denmiştir) bu anlamıyla bir dine/yola sahiptir. Bu yolun müstakim olması ya da olmaması kişinin ihtiyarına bağlıdır (sırat-ı mustakim: istikameti olan yol). Yolu kat eden bir inanan için biricik amaç, yolun Sahib'inin rızasıdır; bunun en temel zemini de beşerî olandan vazgeçmeden insan gibi yaşamaktır. Başka bir söyleyişle yaşamayı sürdürebilmek için zorunlu (zaruriyyat), hayatı sürdürebilmek için gerekli (hevaic) ve medeniyeti sürdürebilmek için estetik (tezyinat) ihtiyaçlar arasında doğru, iyi ve güzel bir orta-yol (adalet) bulmaktır.

Bilinmelidir ki hissiyatta hassasiyet, haysiyeti olan kişiye özgüdür; başka bir deyişle duyu ve duyguda duyarlı olmak ancak makulattan (düşünce) kaynaklanan bir duruşu, bir bakışı, bir yaklaşımı, bir görüşü ve bir yönü bulunan kişi için olanaklıdır. Türkiye'de, okumuşlar nezdindeki Tanrı inancı, mitolojik ve psikolojik seviyede kaldığı, teolojik bir mahiyet kazanmadığı sürece, makulattan kaynaklanan bir haysiyet var-olmayacak; din de ahlakın değil ahlaksızlığın kaynağı olmaya devam edecektir.

 

İhsan Fazlıoğlu,Kendini Aramak
Devamını Oku »

Terimsiz ve Yöntemsiz Düşünme

Terimsiz ve Yöntemsiz Düşünme İster hoşlanılsın ister hoşlanılmasın, bilgi, herkese açık, ancak belirli bir eğitim sürecini başarmış insanların elde edebileceği bir şeydir. İnsanlar içerisinde doğdukları toplumun eşyayla temas kurma tarzını eğitim/terbiye yoluyla, eşyanın bilgisini ise talim/öğretim yoluyla kazanır; davranışta ehlîleşme yanında bilgide de bir ehlîleşme süreci yaşarlar. Elbette herkes günlük tecrübe içerisinde bakkal hesabı yapacak kadar aritmetik bilir; ama matematik bilmek farklı bir eğitimi gerektirir. Benzer biçimde bir kişinin mensubu olduğu dinin ilmihal bilgisi ile fıkıh ve kelâm bilgisi arasında büyük fark vardır. Kısaca yüksek bilginin toplumsallaşması, belirli oranlarda aşağıya doğru süzülmesi, bu toplumsallaşmayı ve süzülmeyi denetleyen kurumlar var olduğu müddetçe faydalıdır da…

Şimdiye değin dile getirilen düşüncelere nazarî seviyede kimsenin itiraz etmeyeceği söylenebilir. Özellikle günümüzde matematik gibi formel veya fizik gibi temel bilimler alanlarında ciddi bir uzmanlık gerektiği sıkça vurgulanır. Örnek olarak, hiçbir gazetede köşe yazarı, uzmanı değilse, ne Kuvantum Fiziği'nin ne de felsefesinin derin sorunlarına girmez; ya da topolojinin problemleriyle, lineer cebrin sorularıyla uğraşmaz, astrofiziğin karmaşık teoremlerini tartışmaz. Böyle bir işe kalkışan kişinin denetlenmesi de nispeten kolaydır; çünkü sahanın uzmanı, daha baştan köşe yazarının kullandığı terimlerden başlayarak ne kadar anlamsız konuştuğunu kolayca ortaya koyar.

İlginçtir ki, en basit konuda bile uzmanlık isteyen insanlar, dinî, tarihî kısaca beşerî/sosyal bilimlerde aynı hassasiyeti göstermezler. Basit bir işlemi çözen bir bilgisayar programı için kursa gidenler, manevi dünyalarını belirleyen dinî metnin bir cümlesini anlamak için gayret sarf etmez; bilenlere sormaz, hatta konuşma hakkını sürekli saklı tutarlar. Benzer biçimde ne lâfız ne mefhum ne de mâ-sadak düzeyinde anlamadıkları tarihî bir metin üzerinde ahkâm keserler; geçmişi yargılarlar. Hafif bir deyişle, dinî, tarihî, kısaca sosyal/beşerî bilimler "ağzı olan herkesin konuştuğu", kendisinde bu hakkı gördüğü bir sahaya dönüşür.

Türklerin tababet, diyanet ve siyaset alanlarında doğuştan bilgili olduğu, şaka yollu söylenir. Halk düzeyinde bu şakanın kaldırılabilir bir tarafı vardır; çünkü halk bu davranışında, en nihayetinde, bir art niyet sahibi değildir. Ancak, şöyle ya da böyle bir eğitim almış, kendisini aydın kabul eden, çeşitli gazete ve dergi köşelerini hasbelkader tutan kişilerin hemen her konuda ahkâm kesmesi, safsata yani anlamsız konuşması, sanırım Türkiye'de dinî, tarihî, kısaca sosyal/beşerî bilimlerin bir terim dağarcığına ve yöndeme sahip olmamasıyla yakından ilgilidir. Düşünce, terimsiz ve yöndemsiz yapıldığında ise kaçınılmaz olarak, ehil olmayanların, -Tolstoy'un deyişiyle- "fikir fahişelerinin" eline düşer.

İhsan Fazlıoğlu,Kendini Aramak
Devamını Oku »

Eleştiri ne demektir?

Eleştiri ne demektir?Genellikle reddiye, karşı çıkma, hatta hakaret etme olarak anlaşılan eleştiri, esasen, düşüncenin üç özelliğinden birisidir. Kavramsal ve nedensel bir örgü olan düşünce, başka bir kişi tarafından yeniden el-de-n geçirilmeye uygunsa eleştirel özellik gösteriyor demektir. Bu anlamda el-e-ş-tiri, bir düşünce manzumesini, kavramlarına ayrıştırmak, aklın temel ilkeleri, mantık kuralları ve takip edilen yöntem açısından nedensel bağlantılarına geri götürerek yeniden kurmak demektir. El-de-n geçirilen düşünce çeşitli ölçütler çerçevesinde ya benimsenir ya gözden geçirilir ya da başka bir düşünce manzumesiyle değiştirilir; ancak her halde el-ek-ten geçen unsurlarıyla geleceğe taşınır; farklı renklerle sonraki düşünce çabalarına katkıda bulunur.

Duygular eleştirilebilir mi? Duygunun kavramsal ve nedensel örgüsü yoktur; dolayısıyla kurucu unsurlarına geri götürülerek yeniden üretilemez. Bu nedenle duygular ve değerler, kısaca vicdan, eleştiri kaldırmaz. Uyarı (tenbih) ile öğretim (ta'lim) arasındaki farkın gösterdiği gibi, eleştiri ancak bir eğitim-öğretim sürecinde ortaya çıkar; duygu durumunda ise uyarı esastır. Bu nedenle kişiliğe (şahsiyete) yönelik eleştiri ile düşünceye yönelik eleştiri birbirinden farklı ele alınmalıdır. İlmî çevrelerde çoğunlukla birbirine karıştırılan bu durum sıkıntı yaratmakta; düşünceleri eleştirilen kişi, eleştiriyi bilgisine değil, kişiliğine yönelik kabul ettiği için fikrî değil hissî tavır takınabilmektedir. Halbuki, insanın ürettiği kuram herhangi bir olgu ve olayın tasviridir; el-e-ş-tirilmesi en fazla o kuramın değiştirilmesine neden olur; kişilikten vazgeçilmesine değil.

Öyleyse insanlar niçin, şimdiye değin tasvir edildiği biçimiyle, eleştiriden kaçınmaktadırlar? Düşüncenin ilmî bir yöntem çerçevesinde yapılacak eleştirisi, herşeyden önce eleştirilecek düşünce manzumesi konusunda ma'lûmât ister; akabinde hesabı verilmiş nazarî bir bakış-açısı talep eder. Herşeyden önce de bu nazarî bakış açısının dayandığı bir gerçeklik (hakikat) ve doğruluk (sıdkiyet) tanımına; kısaca bir yönteme (usûl) gereksinim duyar. Görüldüğü üzere, eleştiri, ciddî ve yorucu, ilmî bir çabayı gerektirir. Bu koşulları gerçekleştirmeyen bir taraf alış övgüye, karşı çıkış ise sövgüye dönüşür. İster övgü ister sövgü olsun, her iki durum da eleştirilecek konu hakkındaki cehaletten kaynaklanır. Övgü ve sövgü, yazı-tura gibi, aynı cehaletin iki farklı görünüşüdür. Cehalet, sorunu çözmeye, aklı ikna etmeye değil, karıştırmaya, duyguları tatmin etmeye yarar. Duyguları tatmin olmuş vicdanı rahat insan ise, gece huzurlu uyur.

Benzer durum, tarihimize mal olmuş kişilikleri, ölüm ya da doğum yıl dönümlerinde, anma amacıyla düzenlenen çeşitli uluslararası ya da ulusal sempozyum, panel ve toplantılarda sunulan bildirilerde ya da tarihî konularda kalem oynatan yazarların yazılarında da görülmektedir. Övgü ve sövgünün ayarının kaçırıldığı bu tür ortamlarda bilgi de insanların korku ve ümitlerine göre düzenlenmekte; hakikat gözden kaçırılmaktadır. Halbuki, tarih, günlük korkularımızın ya da ümitlerimizin giderileceği bir kaynak değildir. Elbette tarihî hâdiseler ibret ve kuvvet almak için, o tarihe mensup bireyler tarafından kullanılabilirler; ancak bilgi konusu kılındıktan sonra… Tersi durumda yanlış bilgi, yan-lı bir duruş doğuracağından yan-lı-ş sonuçlara neden olabilir. Çünkü bilgi de yan-tutmak, doğru yoldan ayrılıp yan-yola girmek demek olur ki, bu da bizi kaçınılmaz olarak yan-lı-şa götürür. Kadim felsefî kültürümüzde hatt-i müstakîm, din dilinde ise sırat-i müstakîm diye adlandırılan durum, bilgideki yön-deme karşılık gelir ki, yönü olan bilgi doğru (müstakîm), olmayan bilgi ise yan-lı-ş-tır; yan-yollara sapmaktır.

Taş yerinde ağırdır; kişi, olgu ve olay da öyle. Bir tarihî kişiliği ya da konuyu yerinde ele almak, o kişiyi ve konuyu doğru yere oturtmak demektir. Günlük siyasî projelerde meşruiyet aracı olarak kullanılan tarihî kişi ve olaylar çarpıtılırlar; bu süreç bir süre sonra tahrif edilmiş bir tarih resminin ortaya çıkmasına neden olur. Bozuk bir mikroskop ya da teleskopla inşa edilen doğal gerçeklik ne kadar doğaya uygunsa bozuk bir kavramsal çerçeveyle incelenen tarihî bir gerçeklik de o kadar tarihe uygun olacaktır. Bir milletin tarihine ilişkin resmi, tasavvuru bilgiye değil de yalnızca övgü ya da sövgü içerikli duyguya dayanırsa, o millet tarihteki yönünü bulamaz. Bu nedenle, sık sık tekrar ettiğimiz üzere, tarih ancak ve ancak geleceğe ilişkin projesi olan milletler için anlamlıdır; sadece övenler için tatmin edici bir nostalji, sadece sövenler için ise kurtulunması gereken bir yük…

Unutulmamalıdır ki, hakikate ilişkin bilgi, kurtuluş sunmaz; belki de aklî bir saadet sağlar; kurtuluş ise siyasetin amacıdır. Hiçbir felsefî manzume, savaş kazanmak; hiçbir siyaset de hakikat üretmek zorunda değildir. Ama yine unutulmamalıdır ki, siyaset, bir hakikatin siyaseti ise medeniyet yaratır; siyasî amacı hakikat haline getirirse, Moğollar ya da ABD'liler gibi büyük bir yıkımdan başka bir şey değildir. Yakın tarihimizi de aynı çerçeve içerisinde değerlendirebiliriz: Hangi dünya görüşüne mensup olunursa olunsun, hakikati olmayan bir kurtuluş siyaseti arayışı…

İhsan Fazlıoğlu,Kendini Aramak
Devamını Oku »

Bilginin İstikameti

Bilginin İstikametiKudema nezdinde, bilgi'nin sıhhati yanında istikameti de önemlidir. Kişi'nin aklını karıştıran, dolaştıran, yolsuz ve yönsüz; amaçtan, maksattan mahrum haberdar oluşlar, bilgi değil, cehaleti, dolaşıklığı artıran malumatlardır. Söylenen, dile getirilen herhangi bir sözün sıhhati yanında, istikameti yani söylenen kişileri, muhatabları nereye taşıdığı da ihmal edilemeyecek bir öneme sahiptir. Açıktır ki, cahiller yani aklı dolaşıklar yol alamazlar; yola koyulamazlar, bir menzile varamazlar; âlimler, bilginler ise ol kişilerdir ki, bir iz'den bir iz'e ulaşır; bir maksada vasıl olurlar.

Bilgi'nin istikametle olan ilişkisi, düşünce/tefekkür, nazar/theoria gibi aklın pek çok eylemiyle de alakalıdır. Kudema, tefekkürü tertip yani düzen, nazarı ise aklın bilinenler-den bilinmeyenler-e hareketi, nazm'ı ise bir ipe sıra üzre dizilen inciler şeklinde tanımlamıştır. Bütün bu tanımlamalarda hep bir yol ve yön, bir tarik/menhec ve maksad/cihet, kısaca istikamet vardır. Yalnızca bilgi değil amel/eylem de böyledir: İnsan hatt-i müstakim'de bilgi devşirirken sırat-i müstakim'de de yürür yani eyler. Eslaf bu muhtevayı farklı bir deyişle de dile getirir: Nazar'da dikkat (dakiku'n-nazar) bilgiye, hal'de rikkat (rakiku'l-hal) amele istikamet verir.

Öyleyse en nihayetinde bilmek, hakkında olduğu konu için bir yol alış, bir menzile varıştır; öne doğru bir harekettir; kadim'in takaddümüdür. Bu nedenledir ki, Türkçemizde her eylem bilmeyi şart koşar: Yap-a-bil-mek için bilmek gerekir; öyle ki bil-e-bil-mek için bilmek olmaz ise olmaz bir koşuldur. Bilginin mündemiç olmadığı, derinliklerinde yer almadığı her eylem dolaşır; mündemiç olduğu, derinliklerinde yer aldığı her eylem ise içerisinde bir istikamet taşır; sahibini bir yere ulaştırır. Örnek olarak, vatan sevgisi, sevgi kelimesinin doğası gereği, ihsas'a ilişkin bir eylemdir; bu eylemi idrak'in alanına taşımak; ya da idrak'i ihsas'a indirgemek hem bilginin sıhhatini hem de istikametini bozar; dolaştırır. İşte tam da bundan dolayı, hem vatanı sevenler hem de yerenler, bu sevgi ve yergilerini ihsastan idrake taşıdıklarında, bilgiyi de sevgi ve yergi'ye bulaştırdıklarında her şeyi dolaştırırlar; hem sıhhati hem istikameti kaybederler. Çünkü ihsastan idrake taşındığında bilgisiz sevgi ihmale, bilgisiz yergi ihanete neden olur.

Benzer durum tarih için de geçerlidir; tarihi sevenler ile yerenler, yine bu sevgi ve yergilerini ihsastan idrake taşıdıklarında konuyla ilgili tasavvurlarının ve tasdiklerinin hem sıhhatini hem de istikametini kaybetmeye mahkumdurlar. Tasavvur ve tasdikteki sıhhat ile istikamet ne sevgi ne de yergiyle, kısaca ihsasla değil, ancak ve ancak idrakle, dolayısıyla bilgiyle kazanılır. Tarihi/vatanı sevenler ve yerenler ile tarihi/vatanı bilenler arasındaki en temel fark budur; ve ancak ve ancak bilenlerin bilgisi, sevgi ve yergi'ye temel teşkil ederse, bir istikamet hasıl olabilir; tersi durumda hem sevenler hem de yerenler dolaşıp dururlar; ya ihmale ya da ihanete neden olurlar.

İyi niyete gelince, sevgi ve yergideki iyi niyete cehalet eşlik ediyorsa, cehenneme giden yolların taşlarını döşemeye yarar; bilgi eşlik ediyorsa ihlasa, samimiyete inkilab eder. Bilgi'nin, idrak'in gerekli olduğu yerde sevgi ve yergisine, ihsasına göre eyleyen kişi, kudemanın deyişiyle ahmaktır; ve Şükrullah'ın güzel ifadesiyle, "bir milleti mahveden yöneticilerinin ve bilginlerinin ahmaklığıdır"……..Kişi neyi severse sevsin, neyi yererse yersin; neye inanırsa inansın, neyi inkar ederse etsin, kısaca ne ederse etsin bilerek etsin. Çünkü ed-e-bil-mek, bilmektir. Kudemanın dediği gibi, "Evrende en değerli insandır; insanda en değerli akıldır; aklın değeri bilmesindedir; bilmenin değeri ise adaletle eylemesindedir". Yine eslafın işaret ettiği üzere: "Kinâye te'vili, mecâz tefsiri talep eder; hakikate gelince o yalnızca ilim ister. O ilim ki, muhatabına bir istikamet verir". İstikametsiz bütün deyişler/söylemler yalnızca idare etmektir yani aklı dolaştırmak.

İhsan Fazlıoğlu,Kendini Aramak
Devamını Oku »

Alet Derin Evreni Resmeden Metafizik Yoldaştır

Alet Derin Evreni Resmeden Metafizik Yoldaştır
İnsan niçin cetvel, pergel gibi aletleri icat etmiştir? Aklettiğimiz ‘doğru çizgilik’ kavramını tahayyül edip, onu aklî mükemmelliğine yakın bir şekilde, dış-dünyadaki maddî bir zemin üzerinde çizmek için cetvele ihtiyacımız var; benzer biçimde ‘dairelik’ kavramını aklî mükemmelliğine yakın çizebilmek için de pergele.

Öte yandan maddî dünyadaki şeyleri ve olayları aklî olarak tasvir ve temsil etmek için olduğu kadar, duyu organlarımızı güçlendirmek, daha derin hissetmelerini sağlamak için de aletlere ihtiyaç duyarız. Bu ihtiyaç ister uzaydaki şeylere ve aralarındaki ilişkilere ait olsun, ister cismin içine nüfuz etmek ve daha derine inmek için olsun. Kısaca duyu organlarına konu olan cisimlerin ve aralarındaki ilişkilerin [cism-i mahsus], akıl içerisindeki tasviri ve temsili için [cism-i aklî], başka bir deyişle Gerçeklik’i.

Doğru idrak için alet icat etmek ve kullanmak zorundadır insan. Bu nedenle aletler hikmet arayışındaki insanın kendisinin icat ettiği, ama kendisini aşan metafizik yardımcılarıdır.

Bu duygu ve düşüncelerle ünlü ilim tarihçisi Fuat Sezgin Hoca’nın Topkapı Sarayı Müzesi’nde İslam’da İlim ve Teknoloji adıyla açılan ilmî aletler sergisini bir grup genç arkadaşla gezdik. Gerçekte, bu serginin bir parçası olduğu, 800 aletten kurulu müzeyi, Almanya’da, Frankfurt’taki Goethe Üniversitesi’ne bağlı Arap-İslam İlimler Tarihi Enstitüsü’nde [Institut für Geschichte der Arabisch-Islamischen Wissenchaften] bizzat Fuat Sezgin’in rehberliğinde dolaşmıştım. Topkapı Sarayı Müzesi’ndeki sergi bu müzeden alınma küçük, ama temsili yüksek bir kesitti.

Matematik, astronomi, fizik, kimya, mekanik, ölçü-tartı, tıp, mimarî, haritacılık, harp sanatı gibi disiplinlere ait olan aletler; Musaoğulları, Ebu Sehl Kuhî, İbn Heysem, Zehravî, Birunî, Cezerî, İdrisî, İbn Macid, Cemaleddin Mardinî, Pîrî Reis, Takiyüddin Rasıd gibi onlarca âlim tarafından yapılmış; Bağdad, Kahire, Endülüs, Merağa, Semerkand, İstanbul gibi İslam medeniyetinin önemli ilmî merkezlerinde kullanılmıştı. Aletler arasında şimdiye kadar şu ya da bu şekilde bilinenleri olduğu gibi ilk defa yazma eserlerdeki tasvirlerinden hareketle tespit edilenleri de vardı: İbn Heysem’in meridyen doğrultusunu en doğru bir şekilde ölçmek için icat ettiği gözlem aleti, Cezerî’nin eserinden hareketle küre üzerine açı çizme aleti, Ebu Sehl Kuhî’nin elips, parabol ve hiperbol çizmek için icat ettiği pergel, İbn Macid’in icat ettiği en gelişmiş pusula, Kemaleddin Farisî’nin gökkuşağının güneş ışığının su damlası içerisinde iki kez kırılması, bir veya iki defa yansımasından oluştuğunu gösteren deney modeli, Takiyüddin Rasıd’ın mekanik-otomatik saatleri...

Bunlar ve diğer aletler, İbn Heysem’den itibaren İslam medeniyetinde vazgeçilmez hale gelen “var-olan’ı bilmek için aletlerin şart olduğu”na ilişkin ilkenin, sonradan gelen âlimler tarafından ne tür bir seviyeye ulaştırıldığını göstermesi açısından dikkate değer örnekler olarak görülebilirler. Mirim Çelebî’nin ifade ettiği gibi, “âlet yapımı” evrene ilişkin burhanî bilginin vazgeçilmez şartıdır.

Bu medeniyetin varisleri olan bizlere gelince, bırakınız aklî mükemmelliği resmeden ya da dış dünyayı derinlemesine bilmeyi mümkün kılan aletleri yapmayı, kanımca, kendi medeniyetimizi sağlıklı bir biçimde idrak için bile gerekli olan ‘aletlere!’ sahip olduğumuz tartışmaya açıktır.

İhsan Fazlıoğlu,Kendini Aramak
Devamını Oku »

Akıl,İlim ve İbadet

Akıl,İlim ve İbadetKanunî Sultan Süleyman döneminin büyük müderris-filozofu Taşköprülü-zade muhalled eseri Miftahu's-saade ve misbahu's-siyade adlı çalışmasında bilginin hem dünyevî hem de uhrevî mutluluk'un anahtarı ve hakimiyet'in/efendilik'in ışıkı olduğunu belirttir ve ekler: "İlim aklın ibadetidir". Seleflerimiz bu cümleyi kendilerine ilke edinerek 'bilgi'yle meşgul oldular; çalıştılar; temsil ettikleri hakikatin omuzlarına yüklediği yükü taşıdılar; bu hakikatin hem saadet cihetini hem de siyadet cihetini -gerektiğinde- beraberce ele alıp yürüttüler. Nitekim hem Şeyhu'l-ekber İbn-i Arabî hem de büyük âlim İbn Teymiyye irfan ve ilim vadisinin en ince kıvrımlarında at koştururlar iken saadet'i; Biladu'ş-Şam'da, Anadolu'da, dağlarda gençlere Moğol istilacılarına karşı savaş eğitimi vererek de siyadet'i hedefliyorlardı. Çünkü biliyorlardı ki siyadet'i olmayan bir medeniyetin saadeti de olmaz, olamaz.

Aklı, ilmi ve ibadeti 'bir ve aynı' kabul eden bir medeniyet, günde yirmi dört saat çalışan mensupları sayesinde var-oldu, bundan sonra da ancak ve ancak bu şekilde var-olacak... Sözlük anlamında "yoksun olmak, bozulmak, durmak, ihmal etmek, kesilmek, hasara uğramak, felç olmak" gibi pek çok olumsuz mana bulunan tatil kavramı, hiç şüphesiz ne ilim ne akıl ne de ibadet için geçerli olur, aklını tatile gönderen bir medeniyet sürekliliğini muhafaza edemez. Kısaca, akıl'da/akletmede tatil olmaz; ibadet tatil kaldırmaz, ilim tatile çıkmaz.

Ya çıkarsa? Bu sorunun yanıtı için, uzun söze ne hacet, mevcut durumuza bakmak yeterlidir: Aklını, ilmini ve ibadetini tatil eden, siyadet'ini ve saadet'ini de tatil etmek zorunda kalır.

İhsan Fazlıoğlu - Kendini Aramak
Devamını Oku »

Kendilik Üzerine Düşünceler

Kendilik üzerine düşünceler

Büyük halk "filozofumuz" Temel ile arkadaşı Dursun, günlerden bir gün, birlikte köylerinin civarında bulunan ormanda gezintiye çıkarlar. Güzel bir ilkbahar günü, güneş ışığının bile zor girdiği ormanın derinliklerine doğru yol alırlar; doğanın tüm ihtişamıyla tezâhür ettiği ormanın içinde bir süre dolaştıktan sonra yorulur ve dinlenmek için yere uzanırlar. Bir süre sonra Dursun, birden yerinden doğrularak, "Temel! Şu ormanın güzelliğine bir bakıver!" diye seslenir. Temel başını kaldırıp bir sağına, bir soluna, bir arkasına, bir önüne bakar; bir süre sonra Dursun'a dönüp: "İyi de Dursun! Ağaçlardan bir şey göremiyorum ki..." diye yanıt verir.
İnsanlar var, tüm dikkatlerini ağaca; insanlar var, tüm dikkatlerini ormana verirler. Tek tek ağaçlara takılıp kalanlar ile ormanda kaybolanların kaderi aynıdır: Kendini kaybetmek... Ağaçların tekillikleri arasında yol bulmaya çalışan kişi ile ormanın bütünlüğüne sığınan kişinin ortak noktası, yol bulmaya çalışan ile sığınanı, kişi olarak göz ardı etmeleridir. Hem tek tek ağaçlara bakanın hem de ormanı idrak edenin kendisine ilişkin farkındalığı, kendisine dikkat kesilmesi; ağaç ile ormanın biraz da kendisi olduğunun ayırdına varması, ilkece, ağacı görmenin ve ormanı idrak etmenin zemininde kişinin kendilik bilgisinin/bilincinin bulunduğunu anlaması demektir.
Kendilik bilgisi, kendini-bilmek, dış-a-rı-dan hareketle, dışarıya yönelerek, ne tek tek ağaçları sayarak ne de ormandan dolaşarak ulaşılacak bir bilgi türü değildir. Çünkü benlik kuyusu, dışarı-dan sürekli su taşıyarak doldurulamayacak kadar derindir; yapılması gereken, benlik kuyusunun zeminindeki çer-çöple tıkanmış delikleri temizlemek (tezkiye), iç-e-ri-ye akmayı, fışkırmayı bekleyen suyun önünü açmaktır. Ancak, insan çoğun, kendinden kaçar; kendiyle yalnız kalmaktan korkar; kendini dinlemekten ürker; tersine, dışarıya, gürültüye, başkalarına, kalabalıklara sığınır; kendini beşerî ekrana göre ayarlar, tâdil eder. Yorgun argın döndüğünde ise kendine sırtını döner ve uyur; daha doğrusu uyumaya çalışır. Çünkü kadîm sûfî/irfânî kültürümüzde dile getirildiği üzere, ancak vicdânı rahat olan insanî bir uyku uyuyabilir; zira yine bu anlayışa göre, insanî uyku, bebek uykusudur; masum, derin ve huzurlu...
Ağaca ya da ormana, kısaca dış-a-rı-ya dikkat kesilen bir kişiye, bize, ağacı ya da ormanı anlatması istenilse, anlattıklarının, anlatılanın, biraz ağaç ya da orman, biraz da kendisinin olduğunun anımsatılması gerekir. Çünkü şeylerin, kişiden mutlak bağımsız durumları hakkında, bırakınız bilgiyi, bir kanaatimiz bile yoktur. Şey'in var-olması ile idrak edilmesi arasındaki ayrım yine karşımıza çıkıyor: mevcûd ne ise nedir; ancak malûm, bilinen şey ile bilen kişinin ortak ürünüdür. Söz konusu durum, insanın yalnızca bilme eyleminde ortaya çıkmaz elbette; duyumlama, algılama, sezme, sevme, âşık olma, hoşa gitme, önemseme, hatta inanma gibi öteki tüm insanî edimlerin de özelliğidir. Kısaca söylenilirse, inandıklarımız bile, inanılan şey ile inanan kişinin birleşimidir/sentezidir. Her insanın bir âlem olduğunu söyleyen kadîm sûfî/irfânî kültürümüzün, Hz. İnsan'ın âlemlere rahmet olduğunu ifade eden âyeti yorumlarken, âlem kavramını yalnızca evren anlamında değil aynı zamanda insan olarak da anlaması bu dikkatle ilgilidir.
Yunus Emre'nin "ilim, ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir/sen kendini bilmezsen ya nice okumaktır" beyti sıkça tekrar edilir insanlar arasında. Kendini bilmenin üzerinde özellikle durulduğu bu tekrarlarda, "ilim, ilim(i) bilmektir" kısmı çoğun ihmal edilir. Öncelikle, ilmin/bilginin, "ilim nedir?"i bilmekle başladığının vurgulanmasının ne anlama geldiği açıklığa kavuşturulmalıdır ki, kendini bilmekten ne kast edildiği anlaşılabilsin. Sûfî/irfânî kültürümüzün, Evren'deki başka nesnelere teklif edilen, ancak onların kaçındığı ama insanın yüklendiği emâneti (Ahzâb/72), ilim, mârifet/bilgi olarak yorumlamasından, aslında kendini bilmenin, bir yönüyle, insan olarak yüklenilen emaneti, dolayısıyla bizâtihî insan olmaklığı bilmek demek olduğu anlaşılır. Emaneti bilmeyenin, dolayısıyla kendini, insan olmaklığını bilmeyenin, okuyup durmasının, öze ilişkin pek bir anlamı yoktur. Çünkü kendinin farkında olmayan bir kişinin, tıpkı ağaç ve orman benzetmesinde olduğu gibi, okumalarından dolanarak kendisine varması çok zordur. Ya da daha çağdaş bir dille, bir kişinin, internette depolanmış trilyonlarca enformasyon/malûmât arasında sörf yaparak, kendi benlik sahillerine ulaşması, kendini bilmesi, kendiliğinin, insanlığının farkında olması olanaksız değilse de oldukça zordur.
İlim/mârifet/bilgiye, hayatın suyu diyen sûfî/ârifler, suyun akıcılığına benzeterek, bilginin, Tanrısal seviyede, Evren'in her yanına aktığına/seyelân ettiğine işaret ettikten sonra, beşerî seviyede, hayatın suyunun yani bilginin kaynağının insanın kendinde bulunduğunu; bizâtihî insanın benliğinin derinliklerinden kaynaklandığını vurgularlar. Bu nedenle, kendini tanımayan, bilmeyen, kısaca, kendini bilmenin ilmine sahip olmayan kişi, suyun kaynağından habersiz olacağından, suyun hayattaki öteki uzantılarını da gereğince idrak edemeyecek; benlik zindanının kapısını açmak için nefis gardiyanının belindeki anahtarlara gözünü dikip bir ömür bekleyecek, sonunda da çürüyüp gidecektir.
Şimdiye değin söylenilenler, var-olanları yalnızca hissî seviyede somut/maddî, zihnî seviyede temsilî, mantıkî seviyede tasavvurî düşünenler için bir misdaka/referansa işaret etmeyebilir. Aklî seviyede, değil kendilik, gayb bile kendine bir misdak bulur; yoksa siz, Gaybı (Ğâib), kayıp bir şey olarak mı anlıyorsunuz? Kâşânî'nin dile getirdiği üzere, makul olmasın? Kayıpsa, üzerinde düşünülecek bir nesnemiz bulunmadığından işimiz kolay demektir; makul ise her şeye yeniden başlamak, her şeyi yeniden düşünmek zorunda olduğumuzu hissedebiliyor musunuz? Tekrarda yarar var, başta iman olmak üzere Gayb kümesinin öğeleri makul hâle getirilmedikçe, vicdânî/zihnî din, ahlâksızlığın kaynağı olmaya devam edecektir. Makul bir alana geçmenin ilk şartı ise akl edeni, âkil olanı tanımakla, yüklendiği emanetle yüzleşmekle ve nasıl bildiğini bilmekle başlar. Evet! Fark, fark etmekle başlar; ancak her fark ediş, bir fark edenin bir şeyi fark edişidir.
İhsan Fazlıoğlu , Kendini Aramak
Devamını Oku »

Nizam-i Âlem "İnsan" demektir

Nizam-i Âlem "İnsan" demektir

Hiç bir işaret, simge olarak bizatihi kendisini göstermez; belirli bir duruma, eyleme işaret eder. Her bir kavram da delalet ettiği nesneyi ortaya çıkarırken diğer tüm nesneleri örter. Tüm bunların nedeni ise işaret ve kavramlarla iş gören insanın nutkiyetidir [düşünen/konuşan bir canlı olmasıdır].
Bu gerekçeyle öncelikle kadim kültürümüzde kullanılan ve hala kullanılmaya devam eden 'nizam-i âlem' terkibini oluşturan nizâm ile âlem terimlerini açıklamak; daha sonra da bu terkibin delalet ettiği muhtevayı belirlemek gerekir.

Nazm sözlükte, incileri bir ipe dizmek anlamına gelir. Terim olarak ise, bir şeyi/şeyleri aklın gerektirdiği, zorunlu kıldığı başka bir şeye delalet edecek şekilde tertip etmek demektir. Âlem'in sözlük anlamı bir şeyin kendisiyle bilindiği şeydir. Terim olarak ise ALLAH'dan başka herşeydir; öyle şeyler ki onları bilmek Allah'ın var-olanlarda tecelli eden isimlerini ve sıfatlarını bilmeye götürür. Ancak nizam-i âlem terkibinde kullanılan âlem, yalnızca Allah'ın tecelligahı olan maddî âlem anlamına gelmez. Aynı zamanda varlığı ilkece insanın nutkiyetinden kaynaklanan 'sosyal gerçeklik' [ictimaî âlem] anlamına gelir.

Öyle ise elimizde iki âlem ve iki nizam var. Birincisi maddî âlem ve bunun düzeni; ikincisi ise sosyal gerçeklik ve bunun düzeni. Maddî âlemin nizamı 'ilahî' bir içeriği sahip olmasına karşın insan aklının idrak edebileceği şekilde tertip edilmiştir; ve bir bütün olarak Allah'a delâlet eder. Sosyal gerçeklik de köklerini insan nutkiyetinde bulduğundan akla uygundur; ve bir bütün olarak insana delâlet eder; başka bir deyişle bu anlamdaki nizam-i âlem bizatihi insandır.

Dikkat edilmesi gereken noktanın bir defa daha vurgulanması gerekir ise her iki nizam-ı âlemde ortak olan özellik 'akla uygun' ve dolayısıyla insan tarafından 'idrak edilebilir' olmalarıdır. Başka bir deyişle maddî âlemin nizamına ilişkin 'kurallar' Allah tarafından konmuştur ve bizatihi maddî âleme içkindir. Ancak bu kurallar maddî âlem üzerinde tefekkür eden insan tarafından -nutkiyetteki ortaklık nedeniyle- tespit edilebilir, idrak edilebilir. Fakat bu idrak de en nihayetinde insanın nutkiyetinin, dolayısıyla değer dünyasının imkanlarıyla sınırlıdır ve anlamını değer dünyasından devşirir. Sosyal gerçeklik [ictimaî nizam] ise -şeklî olarak her ne kadar maddî dünyanın imkanlarıyla sınırlı olsa da- insan tarafından inşa edildiğinden, sürekliliği de insana bağlıdır. Başka bir deyişle sosyal gerçeklik insanın nutkiyetinin ve köklerini bu nutkiyette bulan değer dünyasının cisimleşmiş hali olduğundan maddî dünyayı da belirler, anlamlandırır.

Şimdiye kadar söylenenleri başka ifadelerle dile getirmeye çalışalım. Sosyal bir gerçeklik olarak ictimaî nizam anlamında bir âlem vardır ve bu âlem varlığını insanın eylemlerinde bulur. Yani insanın nutkiyetinden kaynaklanan eylemleri aile, devlet vb. şekillerde cisimleşerek, insanın dışında, maddî gerçeklik kazanır. Bu gerçeklik bazı ilkelere göre inşa edilir ve bu ilkelere göre yürürse 'nizam'ını korur; yürümez ise bozulur. Kısaca nizamın devam etmesi insanların eylemlerine bağlıdır. Çünkü nizam verili değildir; insan gayretiyle kurulur, elde edilir; dolayısıyla devamı da yine insanın gayretine bağlıdır. Bu açıdan nizamın tesisi ve devamı insanın imkanlarıyla sınırlıdır. Öte yandan bu âlemin varlığının insanın eylemlerine bağlı olması insanı özgür ve sorumlu bir varlık kılar. Çünkü insan nizam-i âlemi oluşturur; bu nizam içerisinde hayat sürer ve bu nizamın sürdürülebilmesi yine insanın eylemlerine bağlı kalır.

Bundan dolayı tab'an medeni olan insanın toplum içerisinde kendisine en uygun işi üstlenerek yerine getirmesi kurulan nizamın devamı için elzemdir.Bu noktada şöyle bir soru sorulabilir: Sosyal gerçeklik olarak nizam-i âlem ne tür ilkelere göre inşa edilir? Her şeyden önce sosyal gerçekliğin inşasında insanın hayvaniyet [canlılık] yanı nutkiyetine bağlı olarak şekillenir. İnsanî eylemler ahlaki ilkelerini ise mensup olduğu dünya görüşünden [köklerini nutkiyette bulan dinlerden ve ideolojilerden] alır. Dolayısıyla bir sosyal düzen kendisine göre kurulduğu, maddi bir gerçeklik kazandığı dünya görüşünün ahlakî ilkelerine göre biçimlenir. Eylemler bu ilkelere dayanırsa nizam sürer, dayanmaz ise yıkılır. Din ile ideolojiler [dinleşmiş beşerî görüşler] insana hayatın anlamına ilişkin ve bütüne yönelik küllî kavramsal bir çanak verirler.

Selçuklu-Osmanlı çizgisinde seyreden kadim felsefe-bilim anlayışımızda bir siyasî ve ictimaî yapı olarak nizam-i âlem, insanın dışında, kendi başına var-olan bir yapı değildir; tersine beşerîdir. Bu yapının kendisine göre kurulduğu temel ilkeler kaynağını, dolayısıyla meşruiyetini belirli kişilerin ya da sınıfların gücünden değil, bizzatihi haber-i sadıktan alır. Buna göre dinî (teolojik) bağlarını kaybeden bir nizam-i âlem anlayışı, zamanla ahlakî ilkelerini de kaybedeceğinden yeryüzünde nizamı tesis eden değil yokeden bir tavır kazanır; böyle bir tavır saadeti değil şekaveti hakim kılar. Bu çerçevede nizam-i âlemi yalnızca 'cihan hakimiyeti' olarak anlamak doğru değildir. Çünkü amaç cihana eldeki kurallara uygun 'bilgi' ve 'adalet'e dayanan bir düzen kazandırmaktır.

Bilgi ve adaletin hakim olduğu [nizam] bir âlemde ise insan saadeti yakalayacaktır. Çünkü mülk, 'küfr' üzere baki kalır; 'zülm' üzre baki kalmaz; ancak her iki halde de temelinde bilginin olmadığı, seyrinde bilginin bulunmadığı aleme nizam uğramaz.Öte yandan nizam-i âlem insanların eylemlerinin cisimleşmiş hali olduğundan, beşerî olduğundan eskir, değişir, başkalaşır, gelişir, yenilenir. Ancak nizamın metafizik ve ahlakî ilkeleri esas itibariyle vahye dayandığıdan sabittir. Devlet bu nizamın devamı için, yine insanların kurduğu [mülk ü millet], ancak olmaz-ise-olmaz bir şarttır ve bizatihi hem insanın tabiatının medeni olmasından hem de dininin ya da dinleşmiş ideolojinin içeriğinden kaynaklanır [din ü devlet]. Bu anlamda tarihte nizam-i âlem, 'devletin birliği' olarak da anlaşılmıştır.Selçuklu-Osmanlı çizgisinde nizam-i âlemin sahih bir şekilde kurulması ve sürdürülmesi, düşünürler [hukema], bilginler [ulema] ve ariflerin [urefa] vazifelerini yerine getirmesiyle mümkündür. Çünkü müslüman bir insanın içerisinde yaşadığı nizam-i âlemin ilkeleri 'Kitab ile Sünnet'le verilmiş; sürdürülmesi ise hukukla sağlanmıştır.

Öte yandan bilgi ve adalete dayanan bir düzen ancak bu üçlünün gayretleriyle mümkündür. Elbette bir bütün olarak nizamın ahvali ile bu nizamı kuran ve sürdüren insanların ahvali arasında karşılıklı bağlar vardır. Çünkü nizamdaki değişiklikler insana, insandaki değişiklikler de nizama tesir ederek değişime ve hatta dönüşüme neden olabilirler. Nitekim Akhisarlı Hasan Kâfî'nin işaret ettiği üzere nizam-i âlemin dört unsuru vardır: Yöneticiler, bilginler, çiftçiler ve tüccarlar. Bu dört unsurun varlığı şart olduğu gibi aralarında bir uyum olması da sağlıklı iş görmeleri açısından elzemdir. Uyum hiç şüphesiz her bir unsurun kendilerini aşan, nizamın dayandığı ahlakî ilkelere uymasıyla sağlanır.Kadim kültürümüzde yalnızca maddî alem üzerinde sosyal bir gerçeklik olarak ictimaî bir nizam kurmak yeterli değildir; bizatihi ilahî nizama uygun yaşamak da önemlidir.

İlahî nizam büyük alemde [makro kosmos] sunnetullah [tabiat], küçük alem olan insanda [mikro kosmos] da fıtrat [tab'] olarak tecessüm etmiştir. Böyle bir ilke hem çevreyi, doğayı tahrip etmeyi hem de insanın fıtratını tahrif etmeyi engeller. Bu açıdan nizam-i âlem için yalnızca 'bilmek' yetmez, 'eylemek' de gerekir. Çünkü 'eylemek' hem bir bilgi kaynağıdır [dolayısıyla bilmeyi artırır] hem de bir bilme tarzıdır. Başka bir deyişle yalnızca eyleyenler bilirler; bilenler de eylerler.

İhsan Fazlıoğlu,Kendini Aramak
Devamını Oku »

Siyasetin Nihai Amacı da İnsandır...

Siyasetin Nihai Amacı da İnsandır...Nasıl ki Evren'deki icadın, hakikatin nihai amacı insandır; siyasetin de nihai amacı insan olmalıdır; hem bir tür hem de bir birey olarak... İnsanı bir siyaset içinde var kılan, yeri, işlevi ve ilişkileridir. Bu özellikleriyle hem bir birey hem de bir toplum olarak insan bir süreç, bir örüntüdür.

Hem hakikatin hem de siyasetin bir süreç ve örüntü olması, bütün ile parçanın, sabit ile değişkenin, tümel ile tekilin birlikteliğini gösterir. İster bireysel ister toplumsal insanın hakikatini yok eden bir yaklaşim insanın siyasetini de yok eder. Elbette doğal âfetler gibi toplumsal âfetler de doğaldır, örüntü olmanın başka bir vechesidir. Ancak doğa, doğal olarak doğmaya devam eder; insanın doğuşu ise ölümünün tarzına, üslubuna bağlıdır.

 

İhsan Fazlıoğlu - Kendini Aramak
Devamını Oku »