Ferdî ve Millî Şahsiyet

Ferdî ve Millî Şahsiyet

Bu çok acı tarih gerçeğini gördükten sonra, mille­ti milet yapan, millî şahsiyeti meydana getiren oluşlar ve unsurları araştıralım.

İnsanlar olmadan nasıl cemiyet olmazsa (Maurras’ın dediği gibi) “Milletler olmadan beynelmilellik de olamaz.” İnsanları, fertleri can sıkıcı, sözü sohbeti çekilmez birer silik, tufeyli yaratık hâline sokan nasıl şahsiyetsizlik ise, milletler de şahsiyetsiz oldukları öl­çüde, insanlık sofrasında hor görülür, ciddiye alınmaz­lar. İnsanda şahsiyeti meydana getiren nedir?

Yaşanmış bir ömür, (ana rahminden belli bir yaşa kadar geçirilen safhalar) bu ömrün içinde acı tatlı hâ­tıralar: tesadüfler, aşklar, vicdan azapları, vicdan ra­hatsızlıkları... Ana babanın, başka insanların, çevremi­zin bizdeki tesirleri, soyumuzdan süzülüp gelen sırlı derin kuvvet ve zaaflar, kabiliyet ve eksikler okuyup dinlediklerimiz, gördüklerimiz... Dinî inancımız, iba­detlerimiz, hoca, öğretmen ve bütün bunların sonucu olarak gelişen kültürümüz, îmanımız, mizacımız, zevk­lerimiz, dünya görüşümüz... v.s.

Bunun gibi millet dediğimiz, beynelmilel hukûkî şahsiyeti meydana getiren unsurlar ise: Önce bir tarih ve bir vatan... Başlangıçta hâtırasız kudsiyetsiz bir dağ, çöl, vâdi, orman vesaireden ibaret bir toprak iken, çekdiğimiz emek, döktüğümüz alın teri ruhumuzun ilha­mı olan âbideler, uğrunda verdiğimiz şehitler, içinde zafer türkülerimiz veya ıstırap çığlıklarımız ile gözü­müzün bebeği olan vatan... Önce garip tesadüflerle, idealist acemiliklerle başlayıp sonra dünyalara hük­mederek en büyük iftihârımız olan tarih... îşte bu mu­kaddes zaman-mekân ahengi içinde bir milleti millet yapan unsurlar aşağıdaki gibi sıralanabilir:

Asırlar içinde aydınlanan, nefeslenen, şiirlenen di­limiz; bize vatanlar, şahlanışlar, iyiyi kötüden ayırdedişler, insanlığa ve iki dünyaya bakışlar, müsâmahalar, hayır, iyilik, sevap haram telâkkileri bağışlayan dî­nimiz; bin yıldan beri “ebed müddet” diye vasıflandır­dığımız ve bizi, bugün mevcut olanlar arasında en es­kilik şerefine ulaştıran devletimiz... Bu devleti geliş­melerle yaşatan devlet adamlarımız, hanedanlarımız, pâdişâhlarımız... Türk topraklan üzerinde temeli 1000 yıldan beri atılmış bulunan ilim müesseselerimiz» 500 yıllık büyük üniversitelerimiz, yetişmiş ilim adamlarırımız... Şânı dünyâları tutan cihângirlerimiz, fatihlerimiz... Bizi başka milletlerden ayrı değerler, kabiliyet­ler, dürüstlük, temizlik, savaşçılık, asalet bağışlayan soya bağlı hasletlerimiz... Yalnız bunlar değil, bu mal­zeme ile meydana gelen eserler de mühimdir:

Örf ve âdetler, ahlâk telâkkimiz, günah, sevap, ada­let anlayışımız, musikimiz, mimarîmiz, oyunlarımız, rakslarımız, halk türkülerimiz, giyim kuşamımız, hülâ­sa toprak üstünde, kâğıt üstünde, taş üzerinde, seste, sözde meydana gelen sanat eserlerimiz, anıtlarımız, ev, yol, köprü, saray, cami, kervansaray, çini, nakış, şi­ir, roman, halı, gergef işi olarak yaşattıklarımız, aile­miz, ırz ve namusa verdiğimiz ehenmiyet ve bu vatana yaydığımız efsanelerimiz milletçe ve tarih içinde yapı­lıp kazanılıp başarılmış olan umumî eserlerin bâşlıcalarıdır.

Efsaneler, lejantlar, menkıbeler üzerinde ayrıca durmak isterim:

Vatanı kutsal yapan, milleti şiirleştiren efsaneler, bizde kaba materyalizmin yobazlığı ile uzun zaman horlanmıştır. Buna karşılık Yunan masalları ve Batı düzmeceleri edebiyat kitaplarımızda ve yeni sanat id­dialı eserlerde baş yeri tutmuştur. Kafası yeten yetme­yen, en ufak bir yorumlama gayreti göstermeksizin, basit ve âdi mantıkla, bu dinî-millî menkıbelerimize te­cavüz etmiştir. Halbuki, millî şahsiyet oluşumuz için­de efsanelerin seçkin yerini görebilmek lâzımdır. Her- biri bir başka kudsiyetten timsaller dolusu ses veren ve her biri ayrı bir mâneviyatı dile getiren vatanın ebem kuşağı efsaneler halkımızın öz inanç ve hayal eserleri olarak yeri geldikçe değerlendirilmektedir.

İmdi, bütün bu sayılan şahsiyet unsurları, işte bir­takım maddeci-Sovyetçi “kompradorlar”m mezbûhane gayretleri ile eğer har vurulup harman savurulmuş ve yerlerine yabancı kültürler, yabancı töreler, fikirler, ahlâklar, sanatlar, zevkler, inançlar geçirilmiş ise... Ve buna da nesiller boyun eğmiş bulunuyorsa, işte o mil­let, kültür emperyalizminin amansız pençesine düşürülmüş demektir. Yabancı fikir, âdet ve modaların bi­rer müstemlekesi olmak; görülecektir ki yabancı ordu­lar veya şirketler eliyle sömürülmekten daha tehlikeli ve ağırdır.

Burada, kültür emperyalizminin bir özelliğini an­latalım: Askerî, siyâsî, İktisâdi sömürgecilikten farklı olarak kültür emperyalizmi, dışardaki mütecaviz kuv­vetlerin veya paranın, tekniğin zoruyla değil, doğruca o milletin kaderine hükmeden yabancı ruhlu, kaypak zihniyetli şahsiyetsiz liderlerin, idarecilerin, para şı­marığı zenginlerin ve ana millete lâyık olmayan  aydınların gönüllü gayretleri ile gelir.

Yabancı bir devlet pek tabiî, ordusunu, parasını, il­mini, modasını, hippilerini, anarşistlerini, eroinlerini, doktrinlerini vs. seferber ederek, başka milletler üzeri­ne kendi kültür şahsiyetini (inançlarını, zevklerini) yaymak isteyecektir. Nitekim vaktiyle biz de “hakiki bir millet iken” kendi harsımla Balkanlara, Orta Do ğu’ya, Akdeniz’in her kıyısına ve Rusya içlerine yaymı-şızdır. Fransızın, îngilizin, Almanın, Amerikalının ve Rusun da kendi kültürlerini, çağın metot ve araçlarına tutunarak yayıp kabul ettirmeğe uğraşmaları olağan­dır. Bizim olmayan dinler, doktrinler, ideolojiler de sa­hipleri tarafından gizli açık yollarla ve fırsat verildiği ölçüde yayılıp propaganda edilebilir.

Bunları gösteriyorlar, sevdiriyorlar, para ile adam tutup propaganda ediyorlar, misyoner yolluyorlar, sa­natlarını, törenlerini ayinlerin bir zehir gibi bize saçı­yorlar diye onları suçlamak, kınamak, düşman olmak beyhudedir. Milletinin mücadelesi, daha çok kültürle­rin mücadelesidir. Her ülke kendi hars ve değerlerini yaymak peşindedir. Dünyaya bugün rengini veren “milliyetçilik” gerçeğinin icabı ve meyli de budur.

 

Ahmet Kabaklı,Kültür Emperyalizmi
Devamını Oku »

Bütün Nehirler Denize Akar

Bütün Nehirler Denize AkarBilim, yaygın inancın aksine, Avrupa’nın icadı değildir. Hemen hemen bütün medeniyetler ve kültürler -ki bunlar İslam, Çin ve Hint medeniyetleri gibi “büyük”; Afrika, Kolombiya Amerikası öncesi ve Pasifik Adasındakiler gibi “karmaşık” ya da “basit” de olabilirler- kendi bilimini üretmiştir. Modern Batı bilimi, Avrupalı olmayan medeniyetlerin oluşturduğu bu bilimlerinin mirasçısıdır. Fakat Batı diğer tüm Öteki bilimleri, seküler bir çatı altında çerçeveleyerek ve tanımlayarak kendine mal etmiştir. Farklı çatılar altında işleyen bilimlerin, bilim olmadığını ifade edip, onları tarihin dışına itmiştir. Evrim tarihi ve modern bilimin gelişimi gibi Avrupa’nın kökenleri de, hem modern bilimin hem de Avrupa’nın, öteki kültürlerden ayrı ve özerk bir yeri olduğunu göstermek için yeniden yazılmıştır.

Paul Davies, bilimsel ilerlemenin Avrupa merkezli resmini çizer. İlkel kültürlerde, dünyanın anlaşılması günlük meselelerle sınırlandırılmıştır. Bunlar mevsimlerin gelip geçmesi ya da, yaydan çıkan bir okun hareketi gibi şeylerdir. Tamamen pragmatik ve büyülü terimlerin dışında hiçbir teorik temeli olmayan şeylerdir. Bugün, bilim çağında, kavrayışımız bir hayli artmış olup, bilgiyi, astronomi, fizik, kimya, jeoloji, psikoloji vb. gibi konulara ayırmak zorunda kalmışızdır. Bu dramatik ilerleme tamamen “bilimsel yöntemin” sonucunda olmuştur: Deney, gözlem, tümden gelim, hipotez, yanlışlama…. Bilim akıldışı inanca karşı aklı öne çıkaran katı prosedür ve tartışma ölçütleri talep eder.

Biz biliyoruz ki, Avrupa tarafından “ilkel” olarak tanımlanan bu kültürlerin bile son derece karmaşık bilimler geliştirdiğine tarih tanıklık etmektedir. Kolombiya öncesi kültürler ince elenip sık dokunmuş bir bilimle, deneysel tarımı geliştirmişler ve en az 3.000’e yakın patates çeşidi yetiştirmişlerdir. Pasifik Adaları halkı bugün bile bilinmeyen son derece parlak gemi inşa tekniklerini geliştirmiş, bunun sonucunda da uzun deniz yolculuklarını başarmışlardır. Karbon çeliği ilk defa bundan 1500 sene önce bugün Tanzanya denilen yerde üretilmiştir. Avrupa onları on dokuzuncu asrın sonuna kadar başaramamıştır. Açıkçası bu tip anıtsal ustalıklar,“akıldışı İnançlar" ya da “ölçütsüz bir prosedürle" kazanılmış olamaz. Batı “akıl dişiliği" ve geleneksel hikmeti Batılı olamayan kültürlere atfeder ve onların kazanımlarını kafalardan çıkarır. Bununla birlikte sözde “ilkel” kültürlerin biçim ve teknoloji tarihleri araştırıldığında, böylesi küstahlıkların gerekçelendirilmesi gittikçe zorlaşır.

Son yirmi yılda, İslam, Çin ve Hint medeniyetlerinin bilimsel bilgileri hakkındaki bilgimiz uzun mesafeler kat etmiştir. Joseph Needham ve diğerlerinin anıtsal çalışmaları Çin biliminin empirik tabanını ve karmaşıklığını göstermektedir. Bunlar, “insanın doğal bilgisinin, insanın pratik ihtiyaçlarına uygulanmasında Batı’ya ait olanlardan çok daha verimlidir." Çin’in magnetik iğneyi, pusulayı ve barutu keşfi olmasaydı Avrupa kendi coğrafi sınırlan içinde kalacaktı. İslam bilimi üzerinde akademisyenler -Fuat Sezgin, A.I. Sabra, E.S. Kennedy ve Donald Hill- tarafından yapılan geniş araştırmalarda, İslam bilimin nitelik ve nicelik açısından ulaştığı seviyenin hiçbir şüpheye yer bırakmayacak düzeyde olduğu gösterilmiştir. Bu araştırmalar aynı zamanda Avrupalı bilim adamlarının, Müslüman bilim adamlarından ne kadar “borç" aldığını da göstermektedir. Tusi, îbn-i Şatir, el-Heysem ya da îbn- i Nefis gibiler olmadan Copernicus, Kepler, Newton ya da Harvey de olmayacaktır. Doğrusu, on dördüncü asrın Müslüman bilim adamı İbn Şatir’in matematik modellemeleri olmasaydı “bilimsel devrim” diye birşey de olmayacaktı.

Onüçüncü asırda Azerbaycan’ın Maraghe’sında yapılmış meşhur rasathanede Nasireddin Tusi gibi astronomların çalışmalan olmasaydı “bilim devrimi” de olmazdı. Maragha astronomları Tusi çiftini ve eksentik modelleri, episiklik modellere dönüş
türecek bir teorem geliştirdiler. Müslüman bilim adamları Batlamyus’un gezegenlerin hareketleri hakkındaki tezlerinin, el-Heysem’in deyişiyle “yanlış” olduğunu biliyorlardı. Böylece Müslümanlar büyük bir kırılmanın eşiğine geldiler. Copernicus sadece Tusi çiftini ve ibn-i Şatir’in teoremlerini kullanmakla kalmayıp, onları modeldeki aynı noktalar üzeninde de kullanmıştır. Copernicus ve Maragha Okulunun aya ait modelleri tamamen benzeşmektedir. Copernicus’in yaptığı tek iş, dünyayı modelin merkezinden alıp, güneşle yer değiştirmektir. “Bilimsel devrim” bundan sonra patlamıştır. Eğer bilim evrensel bir binaysa, onun temelleri Avrupa’da değil, Batılı olmayan bilimsel geleneklerde yatmaktadır.

Fakat Batılı olmayan kültürler de derin kökleri bulunan sadece modern bilimin temelleri değildir. Batılı bilimin büyümesi bir istismar, sömürme işlevidir ve Batılı olmayan toplumların gelişmesini engeller. Sömürgecilik ve endüstri devriminin elele gitmesinde olduğu gibi Batılı bilimin gelişimi de doğrudan Avrupa imparatorluklarına bağlıdır.

Ziyauddin Serdar,Postmodernizm ve Öteki
Devamını Oku »

Geri Dönüşümlü Şampuan !

Geri Dönüşümlü Şampuan !...Artık Asyalı gerçeklerin sabırsız bir hale gelmesi ve sa­dece Batı pop müziğini ve kılık kıyafetlerini değil, tüm post­modern kimliğin arzulu alıcıları olmaları kimseyi şaşırtmamaktadır. Sokakta bol, sarkık kazaklar ve yırtık kotlar giyen repçiler, kirli ve uzun saçlarıyla, tüm dünyadaki gibi siyah kotlar ve t-shirtler içindeki heavy metalciler, sadece Ameri­kan şehir gençliği gibi görünmemekte, aynı zamanda onlann psikolojik profilini de öğrenmektedirler. Artık “gençliğin ge­niş ailelerden bağımsız düşünülmediği ve kişisel davranışların disipline edilmesinin ölçüt olarak kabul edildiği” toplumlarda, yavaş yavaş cinayet işleyen, okuldan kaytaran, uyuşturu­cu bağımlısı, ailesine karşı isyan eden, önüne gelenle yatıp kalkan bir gençlik yükselişe geçmektedir.

Bu kültürün en be­lirgin özelliğiyse, Asya’daki güç sahibi ayrıcalıklı elitin çocukları arasında baş gösteren sevgisizliktir. Asiaweek'e göre Ba­tılı pop müzik, MTV ve televizyon programları “paragöz bir gençlik” kültürü yaratmıştır. Bu gençlik anlık hazlara itibar etmekte ve görsel-işitsel bir bombardıman altında yetişmek­tedir... Okul öncesi Christian Dior'un bez spor ayakkabıla­rına ilgi duyan bu gençlik sonraları Beverly Hills 90210’da- ki sahnelere arzu duyarlar. Öyle ki kullandıkları kalem kutu­lar bile özel tasarlanmıştır.” Fakat bu mallar sadece sevgi­sizliği yaygınlaştırmaktadır. İthal edilen kültür sürekli bir sev­gisizlik aşılamaktadır. Sevgisizlik, sahip olunamayanlara du­yulan nefrette anlamını bulan bir gençlik kültürüdür. Böylece Asya’nın her yerindeki zengin gençliğin çıkarları “lepak"ın yansımasıdır. Malezyalıların son zamanlarda en çok şikayet ettiği toplumsal sorun, yollarda sallana sallana yürüyen ve bu yaşam tarzına uygun ürünlere sahip olan gençliğin, özünde sevgisizlik taşıyan bir modanın oluşturduğu anlamsızlığı yansıtmalarıdır. Ve tüm bunların arkasında kişiyi yıkan bir bağım­lılıkla birlikte, kur yapmak yatmaktadır.

Peki bu moda markaları almaya gücü yetmeyenler ne yapmaktadır? Güneydoğu Asya, bu soruna kendi cevabını üretmiştir: Burada gerçeğe postmodern bir dayanak noktası oluşturulur ve gerçekle ayrıt edilemeyecek kadar sahte ve ya­lan üzerine temellendirilmiş kültür ve ekonomiyi gerçekmiş­çesine benimsetir. Eğer gerçek ve temsili ayırt edilemezse, gerçek bir Gucci marka saatler ile taklitleri arasındaki farkın ne önemi kalır? “Gerçek taklitler” piyasada rahatlıkla bulu­nabilir. Sahte CD’ler sadece gerçekleri gibi görünmeyıp ay­nı zamanda kesinlikle aynı ses ve kaliteye de sahiptirler. Bu durum endüstri uzmanlarının bile iki ürün arasındaki farkı anlatmasını imkansız hale getirmektedir. Bununla birlikte Tayland, Tayvan, Hong Kong, Güney Kore, Malezya, Endo­nezya ve Singapur’da satılanlar sadece taklit saatler ve ka­setler değildir. Sahte kültür, kılık kıyafetten, deri mallara, an­tika eşyalardan, bazı araba parçalarına ve endüstriyel işlem­lere kadar bir çok şeyi üretmektedir. Güneydoğu Asya’da gö­ze çarpan ortak manzara, insanların New York, Paris vé Ce­nevre’deki Batılı, zengin hem cinsleri gibi şık giyinmeleridir. Oysa bu insanların üzerindeki kıyafetler taklittir. Tayland ın ünlü bir pop şarkısında “Bin yıl önce Tayland’da yapıldı. İki yüz sene önce Amerika’da yapıldı”, denilerek bu durum hi­civ edilmektedir. Hayret verici bir şekilde, bölge ekonomisi­nin % 20’si taklit üretime bağlıdır. Yatırımların belirsiz gelişi­mi hem bir postmodern üründür hem de Batı kapitalizmini alt üst edecek potansiyel bir silahtır. Bununla birlikte, bu du­rum, toplumun tüm bireylerinin, postmodern bireysel kimlik arayışına, kendini gerçekleştirmeye ve anlamlandırmaya ka­tılma imkanı tanır.

Pop müzik, televizyon ve tarz ürünleri, postmodern de­virde Üçüncü Dünya gençliğini tuzağa düşürmek için bir ara­ya getirir. Onların kimlikleri metaya dönüştürülür. Televizyon şovlarından, Hollywood ve MTV’ye kadar birçok abartılı ıvır zıvırla gençlik bombardımana tutulmakta, “hepiniz eski kafa­lısınız” tarzı davranışlar moda eğilim haline getirilmekte, uyuşturucu, intihar, suç ve nihilizm kültürü “ideal” bir tip ola­bilmenin ön gereksinimleriymiş gibi yansıtılmaktadır. Bu pa­ketin özü, Batılı olmayan ülkelerde, Batı’ya ait olmayan her şeyin “iğrenç” olduğunu kanıksatmaktır. Söz konusu paket “özgürlüğün” cezb ediciliğiyle birlikte satılır. Fakat bu “özgür­lük” ya da daha yaklaşık haliyle bireyci özgürlük, her bireyin kendi potansiyelini tatmin etmesi, sonsuzca tüketmesi, ko­lektif, cemaatsel ve toplumsal sorumluluklardan elini çekme­si için bir ruhsattır. Batı’nın deyişiyle bu mesaj Rousseau’ya kadar uzanmaktadır. Beş çocuğunu da yetimhaneye veren Rousseau bir özgürlük havarisidir. Fakat Batılı olmayan toplumlarda, bu tarz bir “özgürlük” görüşü, onların gelenek ve tarihlerinin altını oymaktadır.

Bu görüş, Batılı olmayan gen­cin kendi kültürel ürünlerine yaklaşma özgürlüğünü içermez. Örneğin, Batılı olmayan geleneksel müzik, postmodernizmin kendine mal ettiklerindendir. Zaire’den, Solomon Adalanna, İran’dan Türkiye’ye dünyanın her yerinden alınan geleneksel müzik, hiçbir telif ödemeden, Batılıların kulak zevkine hitap edecek bir şekilde New Age elektronik enstrümanları ve rock vuruşlanyla bezenip, yeniden Üçüncü Dünyaya satılır. Afrika­lı Pigmeler, postmoderne “Deep Foresf’de girer. Gelenek tüm tarihinden ve içeriğinden soyutlanarak metalaştınlır ve yıkıcı bir mutlulukla kitle pazarı kültürü oluşturmak için kulla­nılır. Taahüt etmek, görev, yükümlülük, aile ve cemaat gibi kelimeler bir kenara itilir ve doyumsuzluk, kendini gerçekleş­tirme, tüketim öne çıkarılmaktadır. Gençlik, kendini yıkma hususunda kendi bireylerine ait bir yol oluşturma konusunda cesaretlendirilir.

Batılı olmayan gençlik üzerinde yaygınlaştırılan keskin bir kimlik krizinin yanı sıra, pop müzik ve ithal televizyon programlarıyla yerel kültür de harap edilir. Yerel kültürel ürünler en iyi halde marjinalleştirilir ve en kötü halde de ta­mamen ortadan kaldırılır. Yerel televizyonlarda lokal programlar yapmanın imkanı kalmadığında, yerli kültürü destek­leyen en önemli kurumsal çatı altında, yerli yazar ve sanatçı­lar kendilerine yer bulamazlar. Yine yerli müzik de ya tama­men marjinalleştirilir ya da onun mirasçıları olduğunu ileri sürenler tarafından kabul edilebilir bir biçime sokularak, içe­riğinden soyutlanır ve Batılılaştırılır. Mesela buna örnek ola­rak Hindistan, Pakistan ve Bangladeş’in dini müziği Quaw-vvalli’yi düşünün. Sufi kökenli bu müzik, geleneksel davullar ve el çırpmaları eşliğinde basit bir ritimle söylenir. Bu şarkıların konusu Tanrı, Peygamber Muhammed, dördüncü hali­fe Ali ve büyük Sufi önderlerinin övülmesidir. Bu müziğin ye­ni yorumuysa, alt kıtanın hippi gençliğinin benimseyebilece­ği bir biçime sokulmuştur. Bu yeni biçim rock kalıplarının, müzik sentezcileri tarafından kullanılan ritimleri, birdenbire değişen başka bir müzik haline getirilmiştir.

Aslında mistik coşkulan tatmin etmek için yapılan bu müzik yeni haliyle rock histerisi ile disko dansınıın yaygınlaşması işlevini gör­mektedir. “Efendinin” dilinin egemen olduğu postmodern ürünlerde, yerel dillerin kullanılması kalitesizlik olarak dam­galanmaktadır. Bir başka deyişle yerli kültürün üretimi dur­durularak, yetişen neslin bu kültürle ilişki kuracağı her şey ortadan kaldırılmıştır. Üçüncü Dünya’da politik kimliklere karşı ilgisizlik hiç bu safhaya ulaşmamıştır.

 

Ziyauddin Serdar,Postomodernizm ve Öteki
Devamını Oku »

Ben Poca, Sen John-Biz PC

Ben Poca, Sen John-Biz PC

Walt Disney, modern sinema ortamının fast food resto­ranıdır. Pocahontas’ın piyasaya çıkışının, Mc Donald’s tara­fından McChief Burger’le “kutlanması” hiç de şaşırtıcı değil­dir. McDonald’s ve Walt Disney arasında açık bir bağlantı vardır. Paketlenmiş, reklamı yapılmış ve her zaman rafta ha­zır durmaktadır. Daha da önemlisi, filmin değerlendirilmesine katılanlar, onların, Walt Disney fimlerinin yeni bir tarih olarak sonsuza kadar devam edeceği şeklindeki tarihi yorumlayışlarını bilirler. Pocahontas, bildiklerini televizyondan, si­nemadan, video oyunlarından ve CD-ROM’lardan öğrenen gelecek neslin çocukları için bir ikon olacaktır. Bilgi devri-miyle birlikte, yeni karakterler tarihte popüler olmaya başla­dı. Geçmişi ziyaret etmenin ve onu yeni açılardan görmenin yollan ortaya çıktı.

Fakat gerçek bunun tam aksidir. Postmodern bilgi dev­rimi, modern tarihi olaylara nazaran çok daha vahşi ideolo­jik amaçlar için, çok daha acımasızca seçicidir. Seçilenler ve dahil edilenler, karmaşık bir düzenleme oluşturmak için modernitenin eski ve bildik fikirlerinin nasıl zorlayıcı ve eğlendi­rici mitsel bir tarihle geçerli hale getirildiğini göstermektedir. Söz konusu düzenleme egemen düzene daha fazla iktidar vermekte ve Amerika’ya ilk yerleşen göçmenlerin tasarladı­ğından bile daha güçlü bir şekilde Ötekini yok etmektedir. İş­te bu seçmeciliğin ve sessizliğin mekanizması olup, incelen­diğinde postmodern mitsel tarihin ne olduğunun algılanma­sını sağlar.

 

Ziyauddin Serdar,Postmodernizm ve Öteki
Devamını Oku »

Unutmak için Büyük Bir Hafıza

Unutmak için Büyük Bir HafızaPostmodernizm, ta­rih anlayışını kayıtlı tarihsel olaylara hapseder. Bunu yapar­ken tarihi olayları, halk masallarını ya da efsanevi tarihi ay­nı kefeye koyar. Bütün bunlar bencil insan ifadesinin çalış­malarıdır. Algılarımız açısından tarafsızlık, tarihî duyarsızlaş­mamıza ezici bir etki yapar. Masal anlatıcılığı, mit yapıcılığı ya da doğru ve gerçek denemeciliği yapıldığında tarihin kay­naklarına bir sessizlik hakim olur. Sessizlik, tahtından edilmiş tarihi, hükmetmeye engel, gergin ve kendisine sahip olan ik­tidarlar lehine çarpıtılan bir hale sokar. Postmodern gelenek­te tarihin kullanımı düşlenenin güçlendirilmesi şeklindedir. Fakat postmodern düşün yapamadığı şey bir alternatifi göz önünde bulundurmaktır.


Hollywood çizgi filmleri üzerinden tarihi düşünmek tu­haf görünebilir. Fakat burası dikkat dağıtmanıın postmoderncesinin en sinsice yapıldığı ve en etkili olduğu yerdir. Bura­sı tarihin, postmodern modaya uygun bir şekilde, postmo­dern düzenin gerçekleriyle kesiştirilmesi için kullanıldığı ve istismar edildiği bir yerdir. Onun moda tarzı, her şeyi eşyalaştırması, seçmeci göreliliği ve hakiki unutturma yeteneği, hatırlanacak yeni sahte ikonların eş zamanlı olarak taklit edilmesini beraberinde getirir. İmgeler tüm sahip oldukları­mızı oluşturduğundan, postmodernizm imgeleri güçlendirir. Onun imgeleri nasıl yaptığı ve bu imgeleri nasıl kendi amacı için anlamlarından saptırdığı, postmodern projenin fark edil­mesi gereken kurnazlığıdır. Yeni bir gelenek bilim yapılma süreci incelendiğinde, tarihin pençelerinden kurtulduğumuz yeni bir döneme girmemiş olduğumuz ortaya çıkar. Bunun yerine egemen tarihin çok eski ve benzer fikirlerinin, post- modermizm tarafından, kendisine yeni bir dil oluşturmak ve etkisini arttırmak amacıyla yeniden ortaya sürüldüğü görülür. Ortaya çıkan, eski dilin egemenliğinin devam ettirildiği, yeni bir yüzey, üstünkörü bir ifadelendirmedir. Her ne kadar ala­ya alınsalar da, bunlar, modernizmin hükmeden fikirlerine örnek teşkil etmektedir.

Walt Disney’in Pocahon tasında, postmodern tarihçiliğe örnek eylemlerde bulunan hayaleti düşünün. Bu sinema de­nemesinde, peri masalı anlatıcısı, geleceğin tarihini belirle­meye çalışan bir peri masalının anlatıcısı haline gelir.

Film, renkli bir tayfanın eski Londra’da denize açılmak için hazırlık yapması sırasında söylediği eğlenceli bir şarkıy­la başlar. Şarkıda “1607’de açık denizlere yelken açtık, za­fer için, Tanrı için ve Virginia Şirketi altınları için” denmek­tedir. Şirket, kıvrak ve sarışın kahramanımız olmadan bir hiç­tir: “Hintlilerle John Smith olmadan savaşamazsınız”. Ve böylece onlar şiddetli bir fırtınayla karşılaşmak için yelken açarlar. Kahramanımıza, kaynayan okyanusu bölerek genç bir delikanlıyı kurtarma fırsatı sağlarlar. Maceracı, güçlü er­keklik dürtüleri büyük bir zafer kazanmaya hazırdır.

Bu arada Amerika’nın bakir ormanlarında hiç bir şey­den haberleri olmayan yerliler hayatlarını devam ettirmekte­dirler. Onlar köylerinde Dünya Ana’nın meyvelerini toplaya­rak yaşamlarını sürdürmektedirler. Asil Reis Powhatan, ba­şarılı bir mücadelenin ardından savaşçılarıyla mutlu köyüne döner. Ve burada, Pocahontas olarak çağırdığı kızı Mato-aka’yı arar. Kızının beslediği hayvanın adı olan -Pocahontasla, kızına seslenmektedir. Fakat Pocahontas, ormanda uyku­larını bölen derdine, derman aramaktadır. O, uykusunda bir takım esrarengiz bulutlar -bunlar, John Smith’i getiren gemi­nin yelkenleridir- görmüş olup, bunların, önüne çıkacak ve izlemesi gereken yeni bir yolun habercisi olup olmadığını dü­şünmektedir. Babası ona, değerini yeni ispatlamış genç bir savaşçı olan Kocoum’la evlendirmeyi teklif etmiştir. Poca­hontas, stardart bir orman yerlisi olan bu adamı çok haşin ve ciddi bulur. Danışmak için, konuşan yaşlı bir ağaç olan bü­yük annesi Willow’a gider.

Ve böylece bu sahne, Yeni Dünya’da yeni bir ideolojik buluşmayı postmodernizmin el kitabına göre düzenlemiştir. Film, bir çok yerinde kullanılmış efektlerle donatılmıştır. Ta­rihî Pocahontas’ın, onda olmasına ihtiyaç duyulan, çağdaş duyarlılıkları ve zevkleri vardır. Dişi, kavgacı, son derece du­yarlı, önemli olayların tam ortasında bulunan bağımsız bir aktördür Pocahontas. Onun efsanesi olan aşk öyküsü ancak zamanın sonunda gerçekleşebilecek türden barışçı bir uzlaş­madır. Pocahontas’ın ihtiras ve sevgisinin hedefi, aranılan bu yeni tarihi ikonla daha da güçlendirilir. John Smith olmadan Pocahontas ne işe yarayacaktır? Her iki tarafın güç denge­si bu çizgi filmde masallaştırılmıştır. Walt Disney, geleceğin tarihini konu alan çizgi filmlerinde bilinçli olarak, geçmişin tarihinin anlaşılmasını zorlaştırmak için, tarihi tüketir. Tarihi, bilinçli olarak, polemiklerle dolu bir maskeli balo olarak ta­nıtmaya çalışır. Bugün filmler yapılırken, varolan kültür incelenerek, bunun bir reklam ve tanıtım aracı olarak kullanılma­sına dikkat edilmektedir.

Merkezine imge üretimini alan Hollyvvood, herkesin beğenisine ve anlayış kapasitesine hi­tap edecek filmler yapmaktadır. Pocahontas’ın bir televiz­yon filmi olarak çekimine katkıda bulunanlar -animatörler, müzisyenler, seslendirenler, prodüktör ve yönetmen- bir yan­dan tarihi doğru yansıtmanın yollarını ararken, öte yandan da tarihin tam kalbindeki bu aşkı, nasıl insanların, üzerinde yoğunlaşacağı ve sindirebileceği akıcı bir üslupla anlatabile­ceklerinin yollarını aradıklarını söylemektedirler. Walt Dis­ney kurgu ve peri masallarından farklı olarak ilk defa bu tip bir maceraya el atmıştır. Bunu vurgulamak için filmde bir çok hatırlatıcı öğe kullanılmıştır. Kadın kahramana benze­yen neşeli hayvanların sesleri ve şarkıları yoktur. Bunun saf bir düşten çok gerçek bir efsane olmasından dolayı, onlar da gerçek hayvanlardır. Kendinden emin bir şekilde genç tüke­ticinin boğazına oturan Walt Disney, bilinçli olarak onlara ta­rihî bir mesaj vermektedir. Bu mesaj onun halkla ilişkiler da­iresinin tanımladığı gerçek tarih üzerine bina edilmiştir.

Yeni Dünya’nın keşfi hakkında yapılan bu çizgi film ani­masyonu son derece önemli bir postmodern ideolojik köşe taşıdır. O, büyük endüstri tarafından yapılmış bir zırva ol­maktan çok antropoloji, sosyoloji ya da sizin için önemi olan tüm “loji”lerin kavramsal bir arıtmadan geçirilmesidir. Öteki hakkında ileri sürülen tezlerde, basmakalıp örnekler üzerin­den, Öteki’nin etnik ve kültürel ayrımlarının anlaşılması ve farklılıkların tanınması sağlanır. Her iki taraf da, biri diğeri kadar kötü, basmakalıp örnekler üzerinden işlenir.

Bunları daha önce duymuşuzdur: “Vahşiler, vahşiler, in­san olmalarına rağmen çıplak vahşiler” diye şarkı söyler göç­menler ve ardından da eklerler “benim senin gibi değiller,onlar şeytan olmalılar”. Kendi vatanlarım kurtarmaya hazır­lanan Amerikalı yerliler de aynı şekilde cevap verirler. “So­luk yüzlü, bir şeytandır. Süt gibi beyaz derisinin altıysa bom­boştur”. Ve şarkılarını özenle yazılmış bir nakaratla bitirirler : “Vahşiler, vahşiler bizden farklı vahşiler. Onlara asla güvenilemez”. İşte biz ancak bu şekilde postmodern tarih eğilimi­nin özünün ne olduğunu anlarız.

Hepimiz Öteki kefesine ko­nuruz ve Öteki’nin kavramları neredeyse birbirinin aynıdır. Bazı basmakalıp örneklere egemenlik tarihi tarafından veri­len ayırıcı güç, yıkıcı ve soyutlaştırıcı bir çizgidir. Bu güç yal­nızca, tektipleştirdiği insanların politik olarak doğru olma ge­reksinimine dair bir eşitlik bırakır ardında. Etikisi “vahşi” te­riminin kullanımındaki son canlanmayı haklı çıkarmaktır. Ar­tık, hükmeden, ayrımcı düzene karşı özgün bir tarihi suçla­maya muhalefet etmesinden dolayı bu terimin evrensel bir geçerliliği bulunmaktadır. Bir yandan ötekini egemen düzen sınıflamasının içine sokarken öte yandan da şimdide ve ta­rihte Batılı olmayan halkların farklı iktidar tanımlaması ve örneklendirmesinin üzerine görünmezlik perdesi çekmektedir. Egemenlik bir şans işiymiş gibi gösterilerek, insanlar, Batılı olmayanların tarihleri başka olmuş olsaydı da durumun de­ğişmeyeceğine inandırılmaya çalışılmaktadır.

 

Ziyauddin Serdar,Postmodernizm ve Öteki
Devamını Oku »

Bir Küresel Kültürün Ortaya Çıkışı

Bir Küresel Kültürün Ortaya Çıkışı“Küresel kültürün” ortaya çıkışı genellikle postmoder-nizm olgusunun başka bir göstergesi olarak sunulmaktadır. Hepimiz tişört, kot pantolon ve spor ayakkabısı giymekte, Kentucky Fried Chicken ve McDonalds’dan yemekteyiz. Zi­hinsel kalıplar dünya kültür yapısına o denli yerleşmiştir ki, artık herkes aynı tondan şarkı söylemekte, aynı fikirleri tar­tışmakta, aynı sloganları atmakta ve kendisini aynı biçimde ifade etmektedir. Ancak Anderson, ortaya çıkan kültürün tektipçi doğasından dolayı fazlaca endişe duymamamız ge­rektiğini ileri sürmektedir:

Bu, bazı insanların hiçbirşeyi dünyanın Batılılaşmasından daha fazla sevmediğini gösterir. Onlar tamamen haksız sayılmazlar. Batı’nın nufuzunun artmasına, dehşete düşürücü bir şey olduğu kadar bir parça umut veren bir şey olarak da bakılabilir. O sadece kalite­siz yiyecekler ve kalitesiz ilişkilerden ibaret değildir, aksine demok­rasi ve insan hakları kavramlannı da içinde barındırır…..(Ancak)o resmin bir parçasıdır.Bütün Batılılar çay ve Zen’i bilir, Baş­kan Mao’nun düşüncelerinden haberdardır, ve her Batılı işadamı Japon iş yönetimi hakkında bir şeyler duymuştur.

Bu iddiada ırkmerkezciliğin bir kaç katmanı bulunmak­tadır. O, dünyanın Batılılaştırılmasının iyi bir şey olabileceği­ni, Batılı olmayan kültürlerin yönetim ve insana saygı hak­kında herhangi bir fikirlerinin bulunmadığını; “çay”, “Zen” ve “Mao’nun düşüncelerinin” tarihdışı (ahistoric) olduğunu, Batı’da üretilen bu bilgilerin Batı’nın sömürgecilik ve post- emperyalist tarihiyle ilişkilendirilemeyeceğini, dahası Batılı olan ve olmayanlar arasındaki fikir akışının eşit düzeyde ol­duğunu ileri sürmektedir.

Dünyanın Batılılaşması Batılı olmayan kültürleri boğ­maktadır. Bu durum o derece aşikardır ki, burada bu konuyu ele almanın gereği kalmamaktadır. Tek bir hakim kültürün egemen hale geldiği dünyanın sadece küçülmekle kalmayıp aynı zamanda da tehlikeli bir yer haline geldiğini söylemek yeterlidir. Doğada olduğu gibi sosyal hayatta da mono-kültürlerin ortadan kaldırılmasına hüküm verilmiştir.

Postmodern yazılarda ve düşüncelerde yaygınlaştırılan, Batı ve Batılı olmayan arasındaki fikir akışının eşit düzeyde olduğu ve bunun en kötü ihtimalle kültür zenginliğine ve en iyi ihtimalle kültür ve geleneklerin “sentezine” götüreceği id­diası, zandan ibarettir. Bununla birlikte kültürel fikir ve ürün­lerin akışı, tıpkı mal ve eşya akışı gibi, Batı’dan Üçüncü Dün-ya’ya doğru tek yönde gerçekleşmektedir. Hiç kimse evren­sel sahnede, Hintli Michael Jackson, Çinli Madonna, Ma­lezyalı Arnold Schwarzennegger, Faslı Julia Roberts, Filipinli New Kids on the Block, Brezilyalı Shakspeare, Mısır­lı Barbara Cartland, Tanzanyalı Cheers, Nijeryallı Dallas ve Şilili Wheels of Fortune ya da Çin operası, Urdu şiiri, Mısır tiyatrosu vs. göremez. Dünya tiyatrosu kesinlikle Batılı tiyat­rodur; Batının iktidarının, prestijinin ve denetiminin sahne­ye konulmasıdır. Arada sırada Batılı olmayan kişiler de bu sahnede görünseler de, bu onların egzotikliğinden, ya da Ba­tılı fikir ve ülküleri benimsemelerinden ya da Batılı bir amaca hizmet etmelerindendir. Batılı olmayan kültürel eserler Batı’da göründüğü zaman, onlara karşı ya boş sembollermişcesine ya da etnik bir modaymışçasına davranılır.

Postmodernizmdeki kültürlerin sentezine yapılan çağrı1ar, dünyanın Batılılaştırılması ve Batı medeniyetinin evren­selleştirilmesi yolunda atılmış kurnazca adımlar olarak görül­melidir. Yahudi-Hristiyan dini mirası dahil, kendi farklılığını moderniteye ve güya seküler modernizmin süper prensiple­rine taşıyan Batı, günah çıkarttıktan sonra gerçek evrensel bir medeniyetin mümkün olduğuna inanmaktadır. Sentez, ancak evrensel sahnede eşit olarak temsil edilen eşit güce sa­hip eşit iki kültür arasında gerçekleşebilir. Güçlü ve egemen kültür, zayıf ve bağımlı başka bir kültürle birleşemez, güçlü olan zayıfı yutar. Zayıf olan egemen düzenin belirlediği gün­dem ve ilkeler doğrultusunda yeniden şekillenir ve kendisi ol­maktan çıkar. Buna da sentez denemez. Postmodern sentez, Öteki kültürlerin Batı medeniyeti içine çekilmesinin başka bir ifadesidir.

Hem inanç sistemlerinin yıkılması hem de evrensel kül­türün doğumu hakkında ileri sürülenler postmodern cepha­nelikteki üçüncü, belki de en önemli, geçiş silahının üzerine temellendirilmiştir: gerçekliğin toplumsal inşası. Bizim in­sanlık olarak yaptığımız, kendi zihnimizdeki dünya resmine uygun olarak gerçeklikleri inşa etmek gibi görünmektedir. “Orada” duran her şey bizim düş gücümüzün bir uydurması­dır. Ve bizler muhtemel postmodern dünyaların en iyisinde yaşayan eşit insanlar olduğumuzdan, tüm gerçeklikler diğerleriyle eşit düzeyde gerçek, tüm doğrular göreli ve tüm nes­nellik de sadece saçmalıktır. Anderson, postmodern durumu ne güzel açıklamaktadır:

Gerçekliğin inşası bir süreçtir. Her ne kadar bazı yapılar, sade­ce dinamik düşünce akımlarının geçici manifestoları olsa da, hiç bir felsefenin ve bilimin onları tanımlayamamış ve varlıklarının harita­sını çıkaramamış olması nedeniyle direngenlik gösterebilirler. Kav­ramak gerçek değil, bir gerçeği hesaplama sürecidir. Ve en sonun­da bizim yalnızca bir geçekliği değil, birbirinin üstüne binmiş, birbi­rine iliştirilmiş ve bazen birbiriyle çatışan bir çok gerçekliği inşa et­tiğimiz ortaya çıkar.

Bu, dünyanın her şeyin yapay olarak inşa edildiği bir ti­yatroya dönüştürülmesi demektir. Politika toplu tüketim için sahne yönetimidir. Televizyon belgeselleri eğlenceye dönüş­türülmüş ve eğlence olarak sunulmaktadır. Gazetecilik ger­çek ve kurgu arasındaki ayrımı bulandırır. Yaşayan bireyler melodram dizilerin karakterleri haline gelir ve yapay karak­terler “gerçekmiş” gibi varsayılır. Herşey bir anda gerçekle­şir ve herkes evrensel tiyatroda geçen olaylardan haberdar edilir. “Bu, yapmacık çağımızın doğal, aynı zamanda da ka­çınılmaz bir özelliğidir; bir çok insan toplumsal inşanın ger­çekliğini anlamaya başladığı zaman olan şeydir” diye yaz­maktadır Anderson. Başka bir deyişle bizler değişmez bir şe­kilde belli bir amaç için yönlendiriliyoruz.

Baudrillard, tüm gerçekliğin toplumsal inşası fikrini ele alıp, onu mantıki sonucuna kadar götürmeye cesaret eder. Ona göre, bütün evrensel tiyatro gerçekte “belirsizlik içinde dalgalanmakta” ve böylece gerçeklik, kurgulanmış “hiper gerçeklik” tarafından yutulmaktadır. Bütün toplumsal yaşam, gerçeklikler tarafından değil fakat yanılsamalar, modeller, saf imgeler ve canlandırmalar tarafından düzenlenmektedir. Postmodern çağ, gerçekliğin sistematik bir şekilde bir oyun olarak üretildiği bir süreci başı boş bırakmıştır. Fakat süreç burada durmaz’. Oyunların bizzat kendisi özgün gerçeklikten ayrılmış yeni yanılsamalar üretmekte ve söz konusu yanılsa­maların da bizzat kendisi saf imgeler ve diğer imgelerin yav­rucuklarını üretmektedir. Baudrillard süreci şöyle tanımlar;

Oyun, gösterge ve gerçeğin denk olduğu ilkesinden baş­lar (bu denklik bir ütopya bile olsa, o yine temel bir aksiyom olur). Aksine yanılsama bu eşitlik ilkesinin ütopyasından, de­ğer olarak göstergenin radikal olumsuzlanmasından, eskiye dönük göstergeden ve her başvurunun ölüm fermanından başlar. Oysa oyun yanılsamayı, onun hatalı oyun olduğu şek­linde yorumlayarak yutmaya çalışırken, yanılsama ise, kendi­si zaten bir taklit olan oyunun tüm yapısını kuşatmaktadır. Göstergenin sonraki evreleri şunlardır:

  1. O temel gerçekliğin bir yansımasıdır.

  2. O temel gerçekliği maskelemekte ve bozmaktadır.

  3. O temel gerçekliğin yokluğunu maskelemektedir.

  4. O, her ne kadar kendi saf taklidi olsa da, herhangi bir geçeklikle ilişkili değildir.


Birinci evrede imge iyi bir görüntüdür: oyun dinsel bir törenin çeşididir. İkicisinde şeytani bir görüntüdür: kötünün bir çeşididir. Üçüncüsünde bir görüntü gibi davranır: bir sihir çeşididir. Dördüncü evrede artık her hangi bir görüntü çeşi­di değil, bir yanılsamadır.

Saf yanılsama dünyasında “gerçekliği aramak” boşuna bir uğraştır. Hiçbir zaman farklılıkları keşfedemeyeceğimiz için “gerçek”le yapay olanı ayırma ihtiyacı hissetmeyiz. Bu­nun gibi, doğrularının zerre kadar güvenilirliği olmayan mo­dası geçmiş inançların ve kullanım dışı paradigmaların peşi­ne düşeceğimize, neliğini ve nasıl kendisinden zevk alacağımızı öğrendiğimiz postmodern durumu kabul etmemiz daha iyi olacaktır.

Bu durumda, bütün bu acı, ıstırap, adeletsizlik ve baskı hakkında, bir miktar vicdanı olan postmodern tüketici ne dü­şünecektir? Bunların hepsi bir yanılsama mıdır ya da bu zor­luk ve baskılara maruz kalan gerçek insanlar var mıdır? Ba­udrillard’ın cevabı, Körfez Savaşı’na getirdiği analizin içinde­dir. Savaşın patlak vermesinden bir kaç gün önce The Guar­dian’a yaptığı bir açıklamada, ‘savaşın asla olmayacağını ileri sürdü. Tüm tatbikatlar yapay bir inşadır: gerçek şey pasaj­lardaki bilgisayar oyunlarının dünya televizyonlarında oynatıl­masından daha gerçek olmayacaktı. Savaştan sonra Baudril­lard bir açıklama yaptı: “Körfez Savaşı Olmamıştır.” Ölüm­ler ve yıkıntılar gerçek olmasına rağmen, onun yanında ya da karşısında olmak “aptallıktı”.

 

Ziyauddin Serdar,Postmodernizm ve Öteki
Devamını Oku »

...Ve İstanbul

...Ve İstanbul

Lağvedilen ordulara bağlı birlikler perişanlık içinde, komutanlar şaşkın... O kadar ki, tıkabasa doldurulan vagonlarla bile memleketlerine taşınabilmeleri için aylar gerek... Yaya gönderilenler var...
Adana’nın boşaltılmasına şahit olmuş General F. Altay, askerin ve mümkün olan mühimmatın Konya’ya nasıl taşındığını anlatırken şöyle diyor:

“Ordu ve kolordu karargâhları binasından bayraklarımızı, tarifi mümkün olmayan bir üzüntü ve acı ile indirerek yeni yerlerimize gitmek üzere trene bindik.

“Odun ateşiyle işleyen tren, basamaklarına kadar dolu, hava soğuk... Büyük zorluklarla Konya’ya gelebildik. Ordu terhis ediliyor, seferberliğe son veriliyordu. Konya’ya gönderilen silah, cephane ve askerî eşyalar burada medreselere, camilere saklanıyordu. Yalnız kadro hâline düşen ordu mevcudu ise, depoların korunmasına bile yetmiyor, bazı Ermenilerin askerlerimize yaptığı harekedere tahammül de o kadar güç oluyordu ki... Bitmek bilmeyen zorluklar koskoca dağlar gibi dikilip duruyorlardı...”

Mütareke hükümlerine göre lağvedilen orduların kumandanları İstanbul’a çağrılıyor... Zaten bir kısmı çoktan İstanbul’dadır. Bir kısmı İstanbul’a bir an evvel gitmek istemekte, bir kısmı ise yüksek makam tekliflerine rağmen İstanbul’a çağrılmayı hayra alamet saymamaktadır. Bunların başında, erkân-ı harbiye reisi yapılacağı söylentisine rağmen İstanbul’a çağrılışını hiç de iyi bir alamet saymayan Kâzım Karabekir Paşa gelmektedir. Karabekir Paşa, muzafferane hudut hariçlerinde dolaşan ve felaketlerin teferruatından ve safahatından henüz haberdar olmayan bir kolor-du kumandanı olarak, felakete inanamaz hâldedir. Batum'dan Reşitpaşa Vapuru’na yüzlerce üzgün ve şaşkın zabitle binen paşa, feaketin asıl tesirini 28 Kasım 1918’de Boğaz’dan İstanbul'a girerken duyar. Önce bir Kızühaç gemisini Karadeniz’e açılırken görür, sonra Boğaz’ın iki tarafındaki tabyalarda dalgalanan İngiliz ve Fransız bayraklarım üzüntüyle seyreder. Gerisini kendisinden dinleyelim:

“Reşitpaşa Vapuru kaptan güvertesinde el dürbünümle bunları seyrederken duyduğum azap ve ıstırap, tahammülümün haricine çıkıyordu. Büyükdere hizasını geçiyorduk, orada feci bir manzara vardı. Bir İngiliz müfrezesi, Türk bayrağını indirecek, İngiliz bayrağını asacaktı. Mağrur ve kabalık bir İngiliz zabiti karşısında, ıstıraplar içinde kıvranan bir Türk zabiti duruyordu. Ömrümde bu kadar acı duymamıştım... Bu feci manzara ve bu acı duygu karşısmda, tek dağ başı mezar oluncaya kadar uğraşmalı, kararını verdim. Artık İstanbul Liman’ın dolduran İtilaf donanması, nazarımda ‘bostan korkuluğu’ menzilesine inmişti...”

Karabekir Paşa, İstanbul’a geldiğinin ertesi günü, eski arkadaşı İsmet’le (İnönü) ilk görüşmeyi yapar (29 Kasım 1918). Bu tarihî görüşmenin metnini Kâzım Karabekir Paşa’nın eserinden nakledeceğiz; özellikle belirtelim ki, yıllardan beri neşriyat sahasına çıkmış olan bu görüşme tekzip edilmemiştir! Evet, söz Karabekir Paşa’nın:

“İstanbul’da ilk görüştüğüm, İsmet’ti. 29 Teşrinisani’de Zey-rek’te misafir olduğum biraderimizin bahçesinde Çamlıca’lara kadar uzanan geniş manzara içinde İtilaf’ın bir yığın tekneleri ile sanki istihza eden muazzam Süleymaniye Camisi karşımızda Müslüman Türklüğün bir heykel-i vakarı gibi mağrur duruyordu. Pek eski ve pek samimi arkadaşım İsmet çok bedbindi:

“-Gördün mü Kâzım, her şey mahvoldu! Vaktiyle gördüğün gibi sürükledüer ve bitirdiler. Derdin ki: ‘Batıracaklar ve hayatımızla biz didişeceğiz...’ Fakat benim hiçbir ümidim kalmadı! Ben kararımı sana söyleyeyim mi Kâzım? Köylü olalım, askerlikten istifa edelim... Senin kaç liran var? Birleşelim, Kâzım Ağa, İsmet Ağa olalım. Çiftçilikle hayatımızı sürdürelim...

“-İsmet, ne söylüyorsun, dedim. Zannediyor musun ki, bizi yaşatacaklar! Ermeni ve Rumlar Garp’tan ve Şark’tan Türk’ü boğacaklar. Bırak ki benim bir tarla alacak param yok. Fakat olsa da ayaklar altında zelilane ölmektense, milletimizin bu kadar senelik yediğimiz ekmeğini namuskarane ölmekle ödemek daha çok yakışmaz mı?

- Kazım ne diyorsun? Sen vaziyeti henüz bilmiyorsun. Ordularımız mahvoldu. Boğazlara itilaf hakim, bütün cenup hudutları açık bir halde. Asıl felaket bizim içimizden Kazım. Tasfiye yapacaklar tasfiye. Anlıyor musun? Bugün harpte kazandığın paşalığı alacaklar, bir belki de iki rütbe kaybedeceksin. Artık bize herşey düşman. Ben çok düşündüm. Nemiz varsa birleştiririz ne mümkünse alırız. Kazım Ağa, İsmet Ağa, ben başka türlüsünü göremiyorum Kazım. Sen de bir iyi düşün.

- İsmet ben kararımı vermiş bulunuyorum. Bütün bu şeyleri vaktiyle Çanakkale’den içeri sokmamıştık. Nazarımda bostan korkuluğu gibi duruyorlar. Biz ölümü göze alınca yine hepsini dışarı atarız. Milletin mahvolduğunu görmek zilletindense, yaşadığını görerek ölmek daha Türkçe olur. Ben dün Boğaz’dan gelirken ahdımı verdim. Tek kalsam bile veya tek dağ başı kalsa bile uğraşmak. Silahımı, üniformamı kimseye vermeyeceğim. Azim ve tedbir her ümide yol açar.

- Kazım, millete karşı mümkün olanı yapalım, fakat yapılamayacaktan fayda yoktur. Vaziyeti sen de anlarsın.

- İsmet acele etme. Daha görüşürüz. Yalnız hepimizin İstanbul’da toplanması feci. Beni getirtmemeliydiniz. Yapılacak ilk iş ordularımızın başına gitmektir. Ne yap yap beni bir kolorduya tayin ettir. Anadolu’da olsun. Mümkünse kendi kolorduma. Hepimiz buralardan uzaklaşalım. Yoksa günün birinde toptan bir ihanete kurban gidersek her ümit mahvolur..

‘’İşte,Harbiye Nezareti Müsteşarlığı vazifesini son günlerde görmekte bulunan iSmet Paşa’yla ilk temasımız..İzzet Paşa büyük bir hata yaparak İsmet’i de,beni de kolordumuzdan alarak İstanbul’a getirmiş,birimizi müsteşar,diğerlerini de erkanı harbiye reisi yapmakla muvaffak olacağını zannetmiş.Halbuki daha ben İstanbul’a gelmeden kendisi çekilmiş…

Bu görüşmelerden de açıkça anlaşılcağı gibi,İsmet Paşa milli bir mücadeleye inanması şöyle dursun,herşeyden ümidini kesmiş,bir köye çekilerek çiftçilikle geçinmeyi bile düşünmeye başlamıştır... Bütün tasavvuru bu kadar mıdır? Hayır, keşke bu kadar olsa idi... Muhakkak ki kendisi hakkında daha şerefli olurdu...

Kâzım Karabekir Paşa’nm hatıratından anlaşıldığına göre, Mustafa Kemal, İstanbul’a geldikten ve hükümetin elemli havasını gördükten sonra da, “mütecanis ve iyi bir kabine teşkil olunursa, mümkün olan iyi bir vaziyetin teşkil edilebileceği kanaatinde” ısrar etmekteydi. Karabekir Paşa, iyi bir kabine kurmakla hiçbir netice alınamayacağına, bunun hiçbir işe yaramayacak bir tedbir olduğuna inanmaktadır.

Bu yüzden de, kararını çoktan vermiştir; fikrini soranlara “Anadolu’ya ordu başına! Başka çare yoktur” der. Kendisinin de bütün gayreti, bir kolordu kumandanlığına tayinini temin ve hu- susen Anadolu’ya mümkün olursa Şark’a gidip bir mukavemet cephesi kurmaktır. Bu arzusunun aksi istikametinde olan gelişmeleri ise şöyle anlatır:

“Orduların başında güvenilir kumandanlar kalmamış, kimi gelmiş, kimi getirilmiş, hepsi İstanbul’a toplanmıştı: Mustafa Kemal, Vehip, Fevzi, Cevad, Cemal, Ali Fuat, Ali İhsan Paşalar, İsmet ve ben... Birçok rütbeli zabit de izinli izinsiz İstanbul’a akın ediyorlardı. Vaziyetin kestirme manası, inhilaldi. Sık sık kabinelerin değişmesi, İtilafın her gün artan tecavüzü, felaket gününü yaklaştırıyordu...”

Yaklaşan felaketin manasını ve nasıl önlenebileceğini anlamayan İsmet Bey, çiftlik kurarak ağalık yapma fikrinden vazgeçmiş ve kabine kurmak ve hükümeti ele geçirmek sevdasına düşmüştür. İsmet Bey’in bu isabetsiz teşebbüsünü de Karabekir Paşa şöyle anlatıyor:

“İsmet benim haberim olmadan M. Kemal Paşa’yla bir toplantıda bulunurken, Ahmet Rıza veya İzzet Paşa başkanlığında bir kabine yapmak teşebbüsünde bulunmuştu. Bunu ben haber aldığım zaman, bana haber vermeden ve fikrimi sormadan böyle menfi işlerde bulunmasının faydasız olacağını ve şahsını yıpratacağını bir daha tekrarla, İstanbul’da yapılacak hiçbir teşebbüse girişmemesini ve Anadolu'da milli teşekkülün başına geçmesini ve ben tek başıma da kalsam uğraşacağımı, fakat halkın bizimle geleceğini, vaziyetin içinden başka türlü çıkmanın imkânı bulunmadığını izah ettim."

Ne yazık ki, İsmet Beyin bu fikri anlaması o günlerden çok sonra bile mümkün olmayacak, o daha birçok zaman kabine peşinde koşacaktır. Nitekim Karabekir'in sözlerini hiç duymamış gibi, ona kurulacak hükümette iaşe nazırlığı teklif eder, taşe nazırlığı, milleti yedirip içirecek bakanlık... Paşa ile İsmet Bey aramızda bu konuda geçen bu konuşma çok manidardır:

“Esasen hiçbir kuvvete dayanmayan bir kabineye girmeyi şahsen düşüş olacağını, iaşe nazırlığının ise, açlıktan ölenlere mersiye okuyuculuktan başka bir şey ifade edemeyeceğini söyledim.
“İsmet diyor ki:
“-Açlık diyorsun; acaba açlıktan koca İstanbul’da kim ölmüş?
“Dedim ’
“-Hangi evin kapısını çalıp da hâlini sorduk? Benim evim bite yan aç!
“İsmet müteessir oldu, söyleyip söylemediğine pişman oldu...
Mustafa Kemal Paşa da, Falih Rıfkı’ya anlattığı hatıralarımda, Ahmet Rıza Bey’le yeni kabine konusunda mahrem bir görüşme yaptığını söyler. Bu görüşmede, yeni kabine kurmanın lüzumu ve kimlerin bakan olacakları mevzusu konuşulmuş olmasına rağmen, Ahmet Rıza Bey sadrazam olamamış, düşündüklerini tatbik edememiştir. Esasen, M. Kemal, Ahmet Rıza Beyin kendisinden sakladığı bazı düşünceleri olduğu kanaatindedir...**

Son Bozgun,Vehbi Vakkasoğlu,syf;69-73 [5]
Devamını Oku »

75.Yıl Cumhuriyetinden Fragmanlar

75.Yıl Cumhuriyetinden FragmanlarFRAGMAN 2:TARİH

Ve tarih tanıklık ediyor: îsmet Paşa İnönü Savaşları sırasında Bursa'dan geriye doğru göçen ve içinde subayların da bulunduğu bir kafileyi durdurur. Ve subayları bir kenara toplayarak şöyle der; "içinde bulunduğumuz vazi­yeti bilesiniz. Padişah düşmanımızdır. Yedi düvel düşmanımızdır. Bana ba­kın, kimse işitmesin, millet düşmanımızdır."

Bu bakış açısı dünden bugüne; merkez'in 'çevre'ye 'kuşkulu-güvensiz' ba­kışını ve dolayısıyla 'çevre'nin 'merkez'e karşı oluşturduğu 'güvensiz-kuşkululuğu' taşımaktadır. Bugün(1998) de sürdürülen bu karşılıklı 'sağlıksız' bakış açılan sağlam bir diyalogun önünü de kapatmaktadır.

FRAGMAN-3: TİCARET

Birikim Dergisinin 115. sayısında (Kasım 1998) 'Bir Yetkili'nin "Başından 75 yaşına cumhuriyetimiz" adlı makalesinde anlattığı manidar 'öykü' de bir fragman olmayı hakediyor: Cumhuriyetimizin ilk yılları, Yunus Nadi Bey matbaa sahibi olur. Sorarlar Yunus Nadi Bey'e o matbaayı nasıl aldın diye. "Vermiştir cevabını devrin Maliye Vekili: Matbaa kaçan bir Ermeni'nindir, malına el konmuştur, nasıl işletileceğine dair kanun yoktur. Yunus Nadi Bey, çıkarmıştır gazetesini o matbaada, Cumhuriyet koymuştur adını ina­dına."

Başka söze ne hacet!

FRAGMAN-4: MODA

75.yıl dolayısıyla hazırlatılan bir afiş; "Cumhuriyetimiz bize yakışır" sloga­nıyla birlikte mükemmel (!) bir grafik tasarımın Cumhuriyet simgesi bizi se­lamlıyor; Bir papyon ve smokin.

Şanını balolarıyla taçlandırmış olan Cumhuriyetimizin Batı'nm en seçkin giysisiyle tanımlanması kaçınılmaz değil mi? Giyim-kuşam meselesini hâlâ halledememiş bir Cumhuriyet!

Aynı şekilde 29 Ekim (1998) kutlamalan sırasında Başkentin göbeğinde, Kızılay’da, binlerce insanın toplandığı meydanlarda devlet kendi aktörleri aracılığıyla topluma vermek istediği biçimi göstermek ister gibi "vals” göste­risi sunmasını nasıl açıklayabilir —acaba Cumhuriyet ideolojisinin Batı’nm ’’şeklî” tarafını olmadığını iddia edenler? DEVLET öncülüğünü sürdürmeye devam etmektedir her alanda (!)

DEVLET'in öncülüğü ve güçlülüğü esası üzerine hareket eden Türk devleti­nin Refah-Yol hükümeti dönemindeki Adalet Bakanı şöyle demişti: Kimse kendini devletten güçlü görmesin!". Niye demişti? O dönemde hapishane­lerde başlatılan açlık grevlerinden dolayı ölen gençler üzerine "bir şeyler" söylemesi gerektiğini düşünen dönemin -hem de- Adalet Bakanı Şevket Kazan bu veciz ifadeyi sarfetmişti. Peki Anasol-D döneminin Başbakanı farklı mı; kendisine "ihaleye fesat karıştırmak" suçlaması yöneltilince, "DEVLET"in yararına olursa fesat da karıştırırım" diyebilecek kadar DEVLET'inin yanında!

Ezcümle: "Biz bize benzeriz."

FRAGMAN-6: DENETİM :

75.yıl dolayısıyla bir başka afiş; George Orwell'in Bindokuzyüzseksendört adlı romanındaki 'Big Brother' imgesine benzer çağrışımlar yapan, CHP*nin bas­tırdığı Atatürk'ün oldukça keskin bakışlı portresi. Ve "Sizi izliyorum" iba­resi. Denetlenmeye muhtaç bir toplumun üretebileceği en iyi slogan. "Seni izliyoruz" diyenler aynı zamanda "ölmüş" bir insanın da kendilerini izleme­sini/denetlemesini istemektedir. Etyen Mahçupyan'ın yazısının başlığı bu konuyu çok iyi özetliyordu; "İzlenenler izleyenin izinde" (Radikal, 8 Kasım 1998). Bunu açıklayabilmeyi çok isterdim; eğer toplumsal düzeyde bir para­noya değilse, nedir? Otoriteryenlik arayışı ilk değil ki Türk toplumunda, belki de tarihsel süreç böyle işliyor. Baksanıza; Tek-Parti dönemine, 1960 devrimine, 12 Mart Muhtırasına, 12 Eylül Harekâtına ve en son 28 Şubat sü­recine. Bütün bu olup bitenlere sessiz kalmayı tercih eden, etrafı düşman­larla örülü (!) Türkiye toplumu, 'sesini çıkararak', dış düşmanların ekmeğine yağ sürmemektedir. İç düşmanlar ise zaten "bir kaşık suda boğulabilirlerdi"; ya öldüren kahramanlan alkışlamaktadır, ya da linç etme metodunu uygu­lamak için olağanüstü bir çaba göstermektedir. Tam bir ikiyüzlülük! Belki de Abdulkadir Es-Sufi'nin öğrettiği gibi; "hakk"ın değil, "güç"ün ve "Güçlü"nün yanında olmanın ne anlama geldiğini bil(e)memektedir Türk toplumu.

FRAGMAN-7: EDEBİYAT

75.yıl dolayısıyla hazırlatılan Cumhuriyeti tanıtan 'tanıtım filmleri'nden (yoksa 'reklam'mı demek lazım?) bazı cümleler;

-Cumhuriyet insanların bağnazlıktan kurtulmasıdır.

-Hür düşüncenin teminatı Cumhuriyettir.

-Cumhuriyet bütün korkulardan azad olmaktır.

-Cumhuriyet demokrasidir, ekonomidir (ne demek?), medeniyettir, kültürdür, gençliktir.

-Cumhuriyet olmasaydı teknoloji diye bir şey olur muydu?

-insan haklarıdır, özgürlüktür, demokrasidir, başımızın tacıdır.

Cumhuriyetin erdemlerini kabul etmiş bir topluma, bu çerçevede yargılar üretip 'yeniden-yeniden' enjekte etmeye çalışmayı; Cumhuriyet'i birey-lerin ve toplumun ürünü değil; bireylerin ve toplumun Cumhuriyet'in ürünü olduğuna ikna etmeye (!) yönelik bir çaba olarak değerlendirmek mümkün.

 

Tezkire Dergisi,1998 yılı

 

 
Devamını Oku »

Cumhurdan Kaçırılmaya Çalışılan Cumhuriyet

Cumhurdan Kaçırılmaya Çalışılan CumhuriyetAnlaşıldığı kadarıyla seçkinlerin devlet üzerindeki etkinliklerinin artmasıyla cumhuriyet, halkın geniş kapsamlı bir temsil ve katılımından gittikçe uzaklaşmakta, bu çevrelerce cumhuriyet, güven duyulmayan halka karşı sistemin koruyucu bir zırhı olarak algılanır hale gelmektedir. Son iki yıldır(1996-1998) halk çoğunluğunun dışlanması ve bunlara karşı cumhuriyetin koru­nup kollandığı iddiası bu sürecin tipik bir örneğidir.

Yine Türkiye'de cumhuriyet bu algılanış özelliğine uygun olarak bir hükümet etme tarzı değil, bir devlet biçimi olarak kabul edilmektedir. Bu ise yukarıda da bahsedildiği gibi cumhuriyetin en dar anlamıdır. Yani Türkiye'de cumhuriyet hükümet etmede halkın kapsamlı bir temsilini ifade etmekten çok, kendisinden önce yaşayan ve sultan /halife ile temsil edilen bir siyasal yapıya karşılık (cumhurbaşkanı, parlamento, hükümet, vb. gibi) başkanlık mekanizmasını halkın belirlediği bir sisteme vurgu yapmaktadır. Şüphesiz bu durum önemsiz değildir; ancak çağdaşlaşmanın tüm alanlarında olduğu gibi siyasal hayatta da etkinlik, şekilde kalmaktadır.

Gerçi Türkiye'de cumhuriyet, bir devlet şekli olarak kabulü yanında bunun "demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti" olduğu anayasada yer almaktadır. Ancak bir içerik gibi gözüken bu ilkeler halk eksenli olmaktan çok, seçkinci bir özle doldurulagelmiştir. Onun içindir ki bu sosyal devlet, halkın en doğal talebi olan başörtüsü sorununu seçkinlerin siyasal tavrından çıkarıp hukukun çerçevesi içinde çözememekte, halkın seçtiklerinin çıkardığı yasa (1547/17) bir kesim seçkin tarafından gözardı edilince yürütme maka­mındaki hükümetin eli ermemektedir. Buradan çıkarılabilecek sonuç, bir siyasal sistemin sloganlarla değil, kazandığı içerikle ele alınması gerektiği­dir. Ne var ki söz konusu içeriksizliği 75. yıl kutlamalarında da yeterince gözlemlemekteyiz.

 

75.Yıl Kutlamalarının Ortaya Koyduğu Gerçek

75.yıl kutlamaları da tasvir etmeye çalıştığımız tablonun tüm olumsuzluklarını taşımaktadır. Başta da belirttiğimiz gibi yetkililer Cumhuriyet'in içeriğiyle ilgili olmayan, anlamlı da bulunmayan beyan ve sloganlarla işi götürmeye çalışmaktadırlar. Mesela genel olarak ileri sürülen "bazı eksiklikle­rin bulunduğu" teması, masum ama bu içeriksiz beyanlardan birisidir. Çünkü bu eksikliklerin hangi türden olduğu belirtilmemektedir. Gerçekten bunlar ekonomik/sınai bazı girişimlerse fazlaca önemi yok, zamanla tamam­lanacağı söylenebilir; ama bu eksikler, sosyal/politik alanlarla ilgili ise ve hele toplumsal kazanımların geriye gitmesi, halkın elinden alınması anla­mına geliyorsa bu, basit beyanlarla geçiştirilecek bir "eksik" değildir. Yine cumhurun başı olan kişi çoğu özel girişime ait her gün (sağlık ocağı, dersane, otel, vb. gibi) bir düzine kadar kurum ve kuruluşun açılışında "işte cumhuriyet!" demekte, ama burada asıl cumhuriyetlik işin ne olduğu anlaşı­lamamaktadır, yani bunların ne denliğine cumhuriyete vurgu yaptığı bi­linmemektedir. Söylemeye gerek yoktur ki bunlar cumhuriyetle yönetilme­yen bir ülkede de pekala gerçekleşebilirler, vakıa Ortadoğunun monarşi ile yönetilen pek çok ülkesi süper otellerle donatılmıştır.

Söz konusu içeriksizliğin en belirgin örneklerinden birisi de cumhuriyet­in teknolojiyle özdeşleştirilmiş olmasıdır. Bu konuda seçilen argümanlardan birisinde "cumhuriyet olmasaydı hâlâ kağnı gıcırtıları dinleyecektik" deni­yor. Halbuki bir siyasal rejimin asıl alanı teknolojik gelişmeler değildir. Çünkü sınai / teknolojik gelişmeler bir kültürleşme süreci içinde ve cumhuri­yet dışı en total siyasal sistemlerle de gerçekleşebilecek bir şeydir ki bunun yeryüzünde pek çok örneği vardır. Cumhuriyet gibi bir siyasal sistemi vur­gulayan asıl alan, sosyal/politik konularda gelinen noktalardır. Üstelik bi­rincisi büyük çapta halkın omuzlamasıyla olabilecek bir şeydir, halbuki İkincisi ülkedeki siyaset seçkinlerinin kapasitesine, yetenek ve basiretlerine bağlıdır.

Denebilir ki Türkiye'de halk kendi üzerine düşeni büyük çapta yerine getirmektedir. Son zamanlarda ekonomik kalkınmanın, sanayileşmenin di­namiklerini de yakalamış görünüyor. Bir monarşiden çıkmış olmasına rağ­men siyasal katılıma önem vermekte, eğitim ve öğretime büyük bir özlem duymakta, vs. Ama ülkeyi gönlünce yönetmek isteyen seçkinler eğitimde, siyasette, ekonomide Anadolu’nun önünü kesmeye, oluşturmaya çalıştıkları bir kast sistemiyle ve sıradan bahanelerle halkı kurumlardan tecrit etmeye çalışmaktadırlar. Böylece de toplumun geniş bir kesiminin dışlandığı, devlet bağlantılı çetelerin (yer yer legal görevlilerle işbirliği yaparak) cirit attığı, insan haklarının ihlal edildiği; dinin, toplumsal değerlerin, halkın gönül verdiği kurumların töhmet altında tutulduğu, hükümet ve parlamentonun etkisiz hale getirilip, hukukun siyasallaştırıldığı, ekonomik gelir dağılımının her geçen gün bozulduğu, demografik yapının parçalandığı bir olumsuz dönem yaşamaktayız.Siyasal etkinlik ve başarı bu tablonun olmamasını gerektiriyordu.Yani yetkililerin göğsünü gererek konuşabileceği alanlar bunlardı.

Ne yazık ki Cumhuriyetin 75. yılı böylesi bir siyasal tablo içinde.

Dahası 75. yıl kutlamaları kendimize has getirdiğimiz toplumsal başarılarla paralelleştirilmediği gibi halka karşı gizli bir alternatif tavır da buna eşlik etmektedir- Cumhuriyet, ya Beethoven'in 9. Senfonisi gibi, üretimi bize ait olmayan bir müzik parçası île, ya da zımnen cumhuriyeti 10 yaşında 25 milyon nüfuslu demografik özelliğe sahip bir siyasal yapı olarak algılama­mızı telkin eden 10. Yıl Marşı ile temsil edilmeye çalışılmakta, her haliyle 75 yılı kapsamayan bir imajın altı çizilmektedir. Şüphesiz lO.Yıl Marşı bir geçiş dönemini ifade etmede anlamlı sayılabilir, adı geçen Senfoninin de bir sorunu  yok ama ikisi de Cumhuriyetin 75. yılını anlatmaktan uzaktırlar. Her alana hakim olan şekilcilik siyasetin doruk noktasında kendini göstermekte­dir.

 

Tezkire Dergisi,1998 Yıl
Devamını Oku »

Fen/Teknoloji Kitlelerin Afyonudur...

Fen/Teknoloji Kitlelerin Afyonudur...Fen/teknoloji kitlelerin afyonudur. Günümüzde geliştirilen araçları gereçleri, beyinleri uyuşturmağa matufdur, içmeğe, esrâr çekmeğe hacet yok. Cep telefonları, bilgisayar oyunları, televizyon programlan alışılagelmiş uyuştu­rucuları aratmaz hâle gelmişlerdir. Süreklice dikkatler dağı­tılıyor. Uzun yıllar önce, çok gençtim, otobüsle İzmirden Ankaraya yolculuk ederken, bizimki karşıdan gelen kamyo­...nun sürücüsüyle bir çift laf etmek üzre olsa gerek, birara ba­şını arabadan uzatmıştı ki, hareketi kellesine mâlolmuştu. O günlerde toprak yollar daracıktı. Olacak iş değil ya, ama olu­verdi işte; kamyon adamın kafasını alıp götürmüştü. Hâlâ gözümün önünde: Kellesi gitmiş bir gövde! Bunu niye anlat­tım?

Bugün, insanları hep, o otobüsün sürücüsü gibi, kelle­sinin yerinde yeller esen gövdeler olarak görüyorum. Kendi­lerini toparlayamıyorlar. Herhangi bir şey üstünde kendileri­ni teksif edemiyorlar. En son ve etkili uyuşturucu, cep tele­fonudur. Konuşuyorsun, sohbete dalıyorsun, zırt telefon ça­lıyor. Sohbetin konusu, yönü vardır. Edebe, nezâkete de sığ-maz oldu. Türkcede bir deyiş vardır: ‘İki kişi konuşurken, üçüncusüne bilmem ne düşer’ diye. Zilin çalmasıyla birlikte sohbet kesilir, biter. İnsanlar, ne iş gördüklerinin, ne konuş­tuklarının, ne görüp işittiklerinin, ne yiyip içtiklerinin, ne sevdiklerinin, seviştiklerinin bilincindedirler. Uyuyorlarmı, uyanıklarını, belli değil.

İnsan yalnız kalmalı zaman zaman. Kendiyle hasbıhâl etmeli, sözü sohbeti olmalı. Bunu Allahla yürütülen bir mu­havere olarak görüyorum. O sesini kesmeğe yönelik işler, ev­velemirde kendikendinle kalıp konuşmanı durduruyor, akâmete uğratıyorlar. İç kudretinden, içindekinden —“benden içen bir ben var"— insan korkar hâle geldi. Dehşete kapılmış durumda. “Aman yalnız kalmayayım” diyor. Yalnız kalmak nedir? Kendikendiyle başbaşa kalması. Süreklice eğlendirici bir şeyler arıyor. Duymasını, düşünmesini engelleyecek bir şey. Büyük suç işlemiş gibi. Suç işleyenler, kendi başlarına  kalmaktan korkarlar. Çünkü, işledikleri cinayet. ettikleri kötülük zihinlerinde canlanacaktır.

İşte böyle bir hâl var. Dur­madan oyalanmak istiyorlar. Aristoteles'e göre, özdeşlik ilkesi düzgün düşünmenin şartıdır. Kendimle bütünleşmem, kendimde olmam özdeşliktir. Demek ki hem kendim hem de bir başkası olamam. Tersi, kişilik bölünmesi, ruhhekimlığj deyişiyle şizofreni. Günümüzde insan, aynı zamanda bir baş­kası durumunda. Ben şu ânda Salzburgdaysam, aynı ânda İstanbulda olamam. Aristoteles, âhiretten dünyaya dönse, ilkesinin nasıl çatır çatır çiğnendiğini görürdü. Burada oturuyor­sun, telefonu açıp Honkongla konuşuyorsun. Orada kendini farzediyorsun. Bu hayâlgücü falan da değil. Hayâlgücii yahut hayal etmek demek, bulunduğun yerin bilincinde olmak an­lamına gelir. Bulunduğunuz mekândan başka bir yeri zihninızde canlandırmak. Hâlbuki belli bir mekânda bulunmuyor­sanız, kısacası yeriniz yurdunuz, konumunuz yok.

Bütün koordinatlar çatlamış dağılmış durumda. Mevlâna, harikulade bir örnek veriyor. Pergel misâli. Pergelin ayağı belli bir nok­tayı basar öbürüyle de dairesini çizerek dolaşır. Şimdilerde artık ayağımızla bastığımız belli bir yer kalmadı. Buradan başka bir konuya geçebiliriz. Küreselleşme böyledir. Bastığını bir noktadan yoksun kalmak anlamında. O nokta, sâhip olduğunuz öz değerlerdir. Onlardan hareketle sizin olmayan-ları değerlendiriyorsunuz. Öz değer kalmayınca iş görmezsi­niz. Sözgelişi Türkiyede düzgün bir ecnebi dil eğitimi verile­mez. Neden? Kimse anadilini bilmiyor da ondan. Onu bilme-dikten sonra başka bir dili nasıl öğreneceksiniz?

Teoman Durali-Sorun Çağının Anatomisi
Devamını Oku »