Seyyid Hüseyin Nasr,İdealler ve Gerçekler
Merhamet
Seyyid Hüseyin Nasr,İdealler ve Gerçekler
Şeriat'in Her Emri Manevî Anlama Sahiptir
Ve İslâm'da en yüce manevî saray, ki en büyük bilge ve ermişlerinkidir.Şeriat'in sağlam temelleri üzerine kurul-muştur. İnsan Şeriat'e uymaksızın manevî hayata talib olamaz...
Geçen çağda bazı modernistler, modem uygulamaları hukuk'a sokmak ve Şeriat'in fonksiyonunu kişisel hayatla sınırlandırmak amacıyla Şeriat'i değiştirmeye, ictihâd kapısını yeniden açmağa çaba gösterdiler. Bütün bu eğilimler, dünyaya karşı belli bir manevî zaaf durumundan ve dünyaya teslim olmaktan doğmuştur. Böyle bir anlayışa kapılanlar, Şeriat'i "zaman"a, yani insanın kapris ve arzularına ve "zaman"ı oluşturan insanın her zaman değişen tabiatına uydurmak isterler. Onlar Şeriat'in topluma değil, toplumun Şeriat'e uyması gerektiğini kavrayamamadadırlar. Daha önce ictihâd yapanların İslâm'ın yararını dünyanın üstünde tutan ve onun ilkelerini maslahatçılığa feda etmeyen takva sahibi müslümanlar olduklarını anlamıyorlar.
İslâm perspektifinde Allah Şeriat' i, insana kendisini ve toplumunu ıslah etsin diye vahyetmiştir. Reforma muhtaç olan insandır, Allah'ın vahyettiği din değil. Şeriat'in dünyada varlığı, Allah'ın mahlukâta olan merhameti nedeniyledir. Allah uymaları ve onunla hem bu dünyada hem öte dünyada mutluluğu elde etmeleri için tüm hayatı kuşatan bir Yasa göndermiştir. Şeriat, böylece kişi ve toplum için bir idealdir. O, insanın her davranışına bir anlam verir ve insan hayatım bütünler. Şeriat mükemmel toplumsal ve kişisel hayatın ölçüsü ve ruhun çevreden Merkez'e doğru uçuşu için kaçınılmaz dayanaktır. Şeriat e uygun biçimde yaşamak, İlâhî irade'ye, Allah'ın insan için dilediği ölçüye göre yaşamaktır.
Seyyid Hüseyin Nasr,İdealler ve Gerçekler
İslam-i Bakış Açısına Göre Kadın-Erkek
Erkek, birçok önemli görevler yüklenmesi karşılığında, sosyal otorite ve hareketlilik gibi bazı ayrıcalıklara sahiptir. O, her şeyden önce ailenin tüm ekonomik sorumluluğunu yüklenmiştir. Ailenin tümüyle geçimini sağlamak, eşi - ki ekonomik yönden bütünüyle bağımsızdır, zengin bile olsa erkeğin görevidir. Geleneksel İslâm toplumunda, kadının kendi hayatını kazanma endişesi yoktur. Baba veya kocası olmasa bile, sosyal ve ekonomik baskılardan sığınacağı ve içinde kendine bir yer bulabileceği daha geniş bir aile yapısı her zaman mevcuttu. Bu geniş aile sistemi içinde, bir erkek Çoğu zaman yalnız kendi eşinin değil, annesinin, kızkardeşinin, teyzelerinin, eşinin ailesi ve hatta bazen yeğenler ve dahi uzak akrabalarının da ihtiyaçlarını karşılar. Böylece, kent hayatında ne pahasına olursa olsun bir iş bulmak ve hayatın ekonomik sıkıntılarım yüklenmek zorunluluğu kadınların omuzundan kalkmıştır. Kırsal kesimlere gelince, ailenin kendisi ekonomik birimdir ve iş geniş anlamıyla aile veya kabile birimi tarafından beraber yerine getirilir.
İkinci olarak, kadın kendisi için bir koca aramak zorunda değildir. Müstakbel bir eş seçmek umuduyla binbir plan kurmak ve güzelliğini sergilemek zorunda değildir. Müslüman kadın, bir koca bulmak zorunda olmanın ve tam zamanında yeterli girişimde bulunulmayınca fırsatı kaçırmanın korkunç kaygısını bilmez. O, kendi yaradılışına daha bağlı kalma imkânına sahip olarak, evinde oturup uygun bir eş bekleme cüretini gösterebilir. Bundan genellikle, dinî görev duygusuna, ailenin devamlılığına ve iki taraf arasında sosyal uygunluğa dayanan daha kalıcı ve çoğu kez sürekli ilişkilere götürmeyen anlık duygulara dayalı evliliklerden daha ender olarak boşanmayla sonuçlanan bir evlilik meydana gelir.
Üçüncü olarak, bazı nadir durumlarda kadın savaşçıları görmek mümkünse de, müslüman kadın doğrudan siyasal ve askerî sorumluluklardan muaf tutulmuştur. Bu nokta bazı kimselere bir yoksun bırakış gibi görünebilir, fakat kadın yaradılışının gerçek ihtiyaçları ışığında bu gibi görevlerin çoğu kadınlara pek ağır geldiğini görmek zor değildir. Sanki iki yaradılış arasında fark yokmuş gibi eşitlikçi bir yöntemle kadın ve erkeği aynı düzleme koymaya çaba gösteren modem toplumlarda bile, kadınlar olağanüstü durumlar dışında askerlik görevinden muaf tutulmaktadır.
Kadın da elde ettiği bu ayrıcalıklara karşılık, en önemlisi ailesi için bir yuva kurmak ve uygun bir biçimde çocuklarını yetiştirmek olan bazı sorumluluklar taşır. Kadın, bir kraliçe gibi yuvasında egemen olup müslüman koca bir anlamda evde eşinin konuğudur, içinde yaşadığı yuva ve geniş aile yapısı, müslüman kadının dünyasıdır. Ondan kopmak, dünyadan kopmaya veya ölüme benzer. Ona kendisini gerçekleştirme ve temel ihtiyaçlarım karşılamanın azamî imkânlarım verecek tarzda kurulan bu geniş aile yapısı içinde, kadın kendi varlığının anlamını bulur.
Şeriat böylece kadın ve erkeğin rollerini, onların birbirini bütünleyen tabiatlarına uygun biçimde tasarlar. O, erkeğe, ağır sorumluluklar yüklenmek ve ailesini bütün sosyal, ekonomik ve diğer güç ve baskılara karşı korumakla ödediği, sosyal ve siyasal otorite ve faaliyet ayrıcalığını vermiştir. Erkek, her ne kadar genel anlamda dünyada bir yönetici ve ailesi içinde bir imam ise de, yuvasında eşinin bu alanda hakimiyetini tanıyan ve ona saygı gösteren birisi olarak hareket eder. Karşılıklı anlayışla ve Allah'ın her birinin omuzlarına yüklemiş olduğu sorumlulukları yerine getirmekle, müslüman kadın ve erkek, özel hayatlarını gerçekleştirebilir ve İslâm toplumunun temel yapısını oluşturan sağlam bir aile birimi meydana getirebilirler.
Seyyid Hüseyin Nasr,İdealler ve Gerçekler
Sünnet Olmadan Kuran'ı Kerim'in Büyük Kısmı Kapalı Bir Kitap Olarak Kalacaktır
Hadis ve Sünnet vasıtasıyla müslümanlar,Hz. Peygamberi ve Kur'an'ın mesajını tanıyabilirler. Hadîs olmazsa Kur'an'ın büyük bir kısmı kapalı bir kitap olarak kalacaktır. Kur'an bize namaz kılmayı söylüyor ama, Peygamber Sünneti olmadan nasıl namaz kılınacağını bilemeyiz. İslâm'ın merkezi ibadeti olan günlük namazlar gibi temel bir pratiğin ifası, Peygamber tatbikatının kılavuzluğu olmasa mümkün olmayacaktır.
Bu, hayatın diğer binbir türlü durumu için de aynıdır; öyle ki Kur'an ile Allah'ın onu kendisine vahyetmek ve insanlığa yorumlamak için seçtiği Peygamber'in söz ve uygulamaları arasındaki hayatî bağa dikkati çekmek hemen hemen lüzumsuzdur.
Seyyid Hüseyin Nasr,İdealler ve Gerçekler
Hadis Literatürü
Onlar arasında, Hz. Peygamberin sıkıntılı zamanlarda, bir elçi kabulünde, bir tutsağı karşılamasında, ailesiyle münasebetinde ve insanın ailevi, sosyal ekonomik ve siyasal hayatıyla ilgili hemen hemen diğer bütün durumlarda söylediği sözler bulunur. İlave olarak, bu literatürde birçok metafizik, kozmoloji, ahiret ve manevi hayatla ilgili meseleler de ele alınmıştır. Kendi bütünlükleri içinde Hadis ve nebevi Sünnet, sıkıca bağıntılı bulunduktan kurandan sonra İslâm toplumunun sahip olduğu en değerli kılavuzluk kaynağını ve Kur'anla birlikte tüm Islami hayat ve düşüncenin menbaını oluşturur.
Tüm Islâmî yapının bu temel yönüne karşı, Batılı müsteşriklerrin etkin bîr ekolu tarafından yakın yıllarda sert bir saldırıda bulunuldu. İslâm'a karşı hiçbir saldın, bizzat Islâm esaslanın baltalayan ve etkileri maddî alandaki bir tecavüzün yapacağından daha tehlikeli olan bir saldırıdan daha Hain ve sinsi olamaz. Hadîs eleştiricileri, bilimsel olma iddiasıyla ve bütün dini gerçekleri tarihî olaylara indirgeyen meşhur -rezil demek gerekecekti— tarihî metodu uygulayarak bu literatürün Hz. Peygamberden gelmeyip daha sonraki nesiller tarafından '"uydurulduğu'' sonucuna varmaktadırlar.Bu saldırıların çoğunda sunulan bilimsel görünüşün ardında yatan şey, Islâm'ın Îlâhî bir vahiy olmadığı şeklindeki a priori iddiaadır.
Eğer Islâm İlâhî bir vahiy değilse, VII asr. Arap toplumunda mevcut faktörler arasında can» varlığına bir izah aramak gerekir. Mademki Bedevi bir toplum herhangi bir metafizik bilgiye sahip olamaz, İlahi söz veya Logos üzerine varlığın en yüce mevkii ve Evrenin yapısı üzerine bilgi sahibi olması mümkün değildir,o halde hadis litaretüründe bu meselelerle ilgili her şey,sonuç olarak sonradan eklenmiş olmalıdır.Eğer hadis eleşticileri sadece Hz Peygamberin bir peygamber olduğunu kabul etmiş olsalardı artık hadislerin ana kitlesine karşı bilimsel geçerliliği olan herhangi bir delil kalmayacaktı.Fakat onların,hadis literatüründe diğer dinlerin doktrinlerine benzeyen veya Batıni meselelerle ılgiii her şeyi sonradan uydurulmuş mülahaza etmek zorunda kalmalarına yol açan şey,kesinlikle,kabul etmediklerin bir husustur.
Şüpheli birçok Hadîsin bulundugunda elbet kuşku yoktur.. Fakat bizzat Islâm hadîs bilginleri, hadis metinlerini (iu mul-cerh) ve içinde hadîslerin söylendiği şartlar ile peygamber sözlerinin nakil zincirlerinin geçerliliğini (ilmü'd-dirâye) kontrol için dakik bir ilim geliştirdiler. Onlar, hiçbir modern âlimin üstesinden gelmeyi umamayacağı bir tarzda sözleri elekten geçirdiler ve söz konusu faktörlerin detaylı bilgisiyle karşılaştırdılar. Bu yolla bazı sözler kabul edilmiş, diğer bazıları da şüpheli kaynaktan geldiklerinden veya tamamen gay- rı mevsuk olduklarından reddedilmiştir.
Hadîs toplayanlar gerçekten insanların en müttakî ve en inançlılarıydılar ve hadîs bulmak için çoğu zaman Orta Asya'dan Medine'ye, Irak veya Suriye'ye seyahat ederlerdi. Tüm Islâm tarihi boyunca, din âlimlerinin en dindar ve zâhidleri Hadîs bilginleri (mu- haddisûrı) olmuştur ve bir şahsın bu alanda otorite olarak tanınması için toplumun güveni ile takva derecesinin gerekli oluşu nedeniyle, din âlimlerinin tüm farklı sınıflan arasında bu bilginler daima bir azınlık teşkil etmişlerdir.
Gerçekte, modern Hadîs eleştiricilerinin kendi sözde tarihî metodlarını uygularken kavramadıkları şey, bugün birçok bilimsel ortamda hüküm süren bilinemezci (agnostik) zihniyet tarzını geleneksel Islâm hadîs bilgininin zihniyetinde tasavvur etmiş olmalarıdır. Onlar sanıyorlar ki, dinî meseleleri, Hz. Peygamber'in sözlerini "uydurmaya" veya büyük bir itina göstermeden onları hadîsler bütününe katmaya imkân verecek böyle "kayıtsız" bir tarzda ele almak, o hadîs bilgini için de mümkündür. Onlar, geçmiş çağların insanları ve özellikle din bilginleri için,
Cehennem ateşinin soyut bir düşünce değil somut bir gerçek olduğunu kavrayamıyorlar. O bilginler, günümüz insanlarının çoğunun güçlükle tasavvur edebilecekleri bir tarzda Allah'dan korkuyorlardı ve Cennet ve Cehennem alternatifini her şeyin en gerçeği kabul eden bir anlayışla onların Peygamber sözlerini uydurmanın affedilmez günahını işleyebileceklerini düşünmek psikolojik olarak saçmadır. Tarih içinde bir sapaklık (anomali) olan modern man- taliteyi, insanın dinî bir dünya içinde yaşadığı ve düşündüğü, hayatı dinî değerlerin belirlediği ve insanların evvelâ ve herşeyden önce kendilerine düşen en önemli görevi ifaya, yani ruhlarını kurtarmaya çalıştıkları bir döneme yansıtmaktan daha az bilimsel bir şey olamaz.
Uydurulmuş sözlerin ikinci asırda ortaya çıktığını ve üçüncü asırda hadîs toplayanların bunları iyi niyetle Peygamber sözleri olarak kabul ettiklerini iddia eden Hadîs eleştiricilerine de aynı cevap verilebilir. Hz. Peygamber'in Sünneti ve sözleri ilk nesil ile hemen onu takibeden nesil üzerinde öyle derin bir iz bırakmıştı ki, yeni sözler ve esasen önceden konmuş kuralların düzenlediği dinî konularda yeni usul ve hareket tarzı uydurmak hemen toplumun muhalefetiyle karşılaşacaktı. Bu, tüm dinî hayatın devamlılığı ve İslâm strüktüründe gerçekte hiç farkedilmeyen bir kopuş anlamına gelmiş olacaktı. Üstelik, Şiîlik'de sözleri Hadîs koleksiyonunda yer alan ve bizzat kendileri Peygamber sözlerinin en güvenilir nakil zincirleri olan İmamlar, III. İslâm asrından sonra, yani meşhur Hadîs mecmualarının toplandığı dönemden sonra yaşadılar.
Öyle ki, modern münekkidlerin Hadîs "uydurmacılığı" dönemi olarak gösterdikleri döneme köprü oklular. İmamların bizzat varlığı, gerçekte, Hadîs literatürünün mev- sukiyetine karşı ileri sürülen ve yalnız şüpheli ve sahte sözleri değil, İslâm toplumunun başlangıçtan beri üzerinde biçimlendiği ve yaşadığı Hadîs külliyatını da hedef alan delillerin yanlışlığına fazladan bir kanıttır.
Bu Hadîs eleştirisindeki köklü tehlike, böylesi delillerin etkisi altında Hadîs külliyâtının Hz. Peygamber7in sözü olmadığı ve dolayısıyla Onun otoritesini taşımadıkları yolundaki Öldürücü çapta tehlikeli sonucu kabul eden müslümanların gözünde hadîslerin değerini düşürmede yatmaktadır. Bu yolla, İlâhî Yasa'nın temellerinden biri ve manevî hayat kılavuzluğunun hayatî bir kaynağı yıkılmış olur. Bu, İslâm yapısının dayandığı temelin çökmesi gibi bir şeydir.
Bu durumda artık Hz. Peygamberin yardımı olmadan anlaşılması ve yorumlanması çok ileri bir seviye arzeden Kurban yalnız kalmaktadır. Kendi hallerine kalınca insanlar çoğu durumlarda Kutsal Kitap'ı kendi sınırlı kabiliyetleri çerçevesinde anlayacaklarından, İslam toplumunun tüm mütecanisimi ve Kur'an ile İslâm'ın öngördüğü dinî yaşayış arasındaki ahenk bozulacaktır. Pek az problem, şimdi müslümanlar arasında bazı çömezleri de bulunan modern Batılı eleştiricilerin Hadîs literatürüne karşı ileri sürdükleri ithamlara karşı ehliyetli müslü- man âlimler tarafından bilimsel —fakat muhakkak "bilimci" değil— bir tarzda kaleme alınmış bir cevaba ve İslâm toplu- munu kaçınılmaz bir aksiyona çağırmaktadır.
Dinî bakış açısını terkeden ve eleştiricilerin görünüşde bilimsel fakat gerçekte hiçbir müslümanm kabul edemeyeceği a priori bir varsayımı, yani Hz. Peygamber'in peygamberlik fonksiyon ve yetkisinin mevsukiyeti ile Kur'anî vahyin semavî menşeini reddeden bir varsayımı gizleyen metodlarına hayran birtakım müslüman çömezler de bu eleştirilere katılmaktadırlar.
Seyyid Hüseyin Nasr,İdealler ve Gerçekler
İslam Mesajını Anlamak Resulullah'a (a.s) İtaat ile Olur
'Sünnî kaynaklarda hadis râvilerinin en saygınlarından biri olan îbn Abbâs'ın Hz. Peygamberden naklettiği bir hadis de şöyledir: Bir gün Arafat dağında vakfede îbn Abbâs, "Allah yedi göğü ve yerden de bir o kadarını yaratandır" (et-Talâk 65/12) âyetine işarette bulundu ve topluluğa yönelerek şöyle dedi: "İnsanlar! Eğer bizzat Hz. Peygamber'den duyduğum şekilde size bu âyeti yorumlasaydım beni taşa tutardınız" Bu açıklama Kur'an'ın ancak onu dinlemeye ve anlamaya yetenekli kimselerce kavranabilen bir iç-anlam ihtiva ettiğini göstermiyorsa, başka neyi ifade ediyor?...
....
O halde özet olarak denebilir ki Kur'an, hem insanın pratik hayatını yönlendiren yasanın kaynağı hem de aklî çabalarına ilham veren bilginin kaynağıdır. O, içinde insanın doğal ve sosyal muhitinin şekillendiği bir evrendir; insan nefsinin hayatını, onun oluşunu, gerçekleşmesini ve bu dünyanın ötesinde nihaî kaderini belirleyen bir evren...
Böylece O, Islâm'ın merkezi teofani (tecelli)sidir, bir tecelli ki onun elçiliği ve insanlara yorumlayıcısı olarak seçilen insan olmadan asla anlaşılmayacak ve asla İnsanlara gelmiş olmayacaktı. Bir gün Hz. Peygamberce kendisinden sonra gelecek nesillerin Onu nasıl hatırlayacakları ve ruhunun tabiatını nasıl bilecekleri sorulduğunda şöyle cevap verdi: "Kur'anı okumakla". Ve Hz. Peygamberin önemi, hayatı ve öğretilerinin tetkikiyledir ki Kur'an'ın ihtiva ettiği şekilde Islâm mesajınıın tüm anlamı kavranabilir.
Seyyid Hüseyin Nasr,İdealler ve Gerçekler
Kuran-ı Kerim,Her Bilginin Protipidir
Bazı modern tefsircilerin yaptığı gibi, Kur'an'da detaylı bilimsel bir malûmat bulmaya çalışmak faydasız ve gerçekte saçma bir şeydir. Bu, aynı zamanda, bilimsel buluşlarla Kitab-ı Mukaddes'in metni arasında ilişki kurmak hususunda Batı'da yapılan girişim gibi anlamsızdır. Belli bir bilimin buluşlarıyla Kutsal Kitap'ın metni arasında bir ilişki kurulduğunda, bu bilimin değişikliğe uğraması halinde ebedî bir mesaj ile artık kendisine doğru gözüyle bakılmayan geçici bir bilgi şekli arasında bağıntı kurmuş olmanın sıkıntılı durumuyla karşılaşılır. Kur'an'ın içerdiği, kozmoloji ve tabiat bilimleri dahil her bilginin prensibidir. Fakat bu prensipleri anlamak için, "Kitabların Anası" nın anlamına nüfuz etmek ve buradan ilimlerin detaylı içeriklerini değil, temel ve esasını keşfetmek gerekir.
Şu halde Kur'an, İslâm'da yalnız dinî ve metafizik alanlarda değil, bilginin özel dallarıyla ilgili alanlarda da bilgi kaynağıdır. Her ne kadar modern bilginlerce çoğu kez ihmal edilmişse de, metafizik, ahlâk ve hukuk bilimleri bir tarafa, İslâm bilim ve felsefesinin gelişmesinde Kur'an'ın rolü çok büyük olmuştur. O, aynı zamanda, her İslâmî entellektüel gayretin içinde yer aldığı çerçeve olarak rehber de oldu.'
Seyyid Hüseyin Nasr,İdealler ve Gerçekler
İradenin mahiyeti nedir?
Batı dünyasında İslâm hakkındaki genel anlayış, insanın hür irade ve insiyatifine hiçbir rol bırakmayan bu sözde kadercilik (fatalizm) üzerinde merkezleşmektedir. Gerçek ise tamamen başkadır. Eğer İslâm kaderci olsaydı yetmiş yılda bilinen dünyanın yansını fethedemezdi Dünyanın tanımış olduğu en dinamik, ataerkil ve cesur medeniyetlerinden birisine kaderci demek gerçekten saçmadır.
İslâm Allah'a tam tevekkül, O'nun iradesine boyun eğme ve yalnız kendisinin sonsuz olması sebebiyle yalnız O'nun mutlak şekilde hür olduğunun kavranılması üzerinde ısrarla durur. Fakat insan teomorfik tabiatı sayesinde, gerçekte Allah'a ait olan bu irade hürriyetini paylaşır. Mutlak anlamda yalnız Allah hürdür. Zira mutlak anlamda gerçek yalnız Fakat insan bakış açısından, kendisinin gerçek olması ölçüsünde o da hürdür.
Bu mesele şüphesiz insan aklı açısından çözümlenmesi en zor meselelerden biridir. Zira determinizmle hür irade arasındaki ikilem muhakeme ve ispata dayanan düşüncenin sahasını aşan ve yalnız kendisi coincidentia oppositorumu (zıtların birliği) kavramak gücünde olan aklî (kalbi) sezgiyle anlaşılabilen problemlerden biridir. Bunun tartışması İslâm'da olduğu gibi Yahudî ve Hıristiyan ilâhiyatında da uzun bir tarihe sahiptir. Fakat İslâm'da kuvvetle vurgulanan husus mutlak anlamda hürriyetin yalnız Allah'a ait olduğudur. Bununla beraber biz, bu hürriyeti paylaşmakta ve bu sebeple seçimde bulunmak sorumluluğunu taşımaktayız. Eğer bu sorumluluk bize yüklenmiş olmasaydı, dinî inanan hiçbir anlamı kalmazdı.
Seyyid Hüseyin Nasr,İdealler ve Gerçekler
Sevgi,Müslümanca Sevgi
Anlaşılıyor ki, sevgi, insana Allah'ın lütfettiği bir meleke olmakla birlikte, onun, insanlar arasında cereyan eden bir iletişim sağlayabilmesi toplumsal şartlara bağlı bulunmaktadır.
Batı kültürünün egemen olduğu toplumlarda insanlar giderek birbirinden uzaklaşmakta ve birbirinden yalıtılmış hale gelmektedirler. Çünkü bireycilik (olum-suz bir kelimeyle ifadelendirirsek bencillik) giderek Ba-tılı hayat tarzının vazgeçilmez sabitesi olarak dünyada yerini almaktadır.
Yalnızlık, basit olarak, başkalarından yalıtılmış olma anlamına gelmektedir. Başkalarıyla bir araya gelmekse ancak sevginin gücüyle mümkün olabilmektedir. Başka biçimde anlatırsak, insanların yalnızlıklarıyla başa çıkabilmesi sevginin devreye girmesiyle gerçekleştirilebilecektir.
Oysa Batı kültürünün yaşandığı yerlerde, insanlar, bu alanda da bir başlarına bırakılmakta, herkesin kendi başının çaresine bakması beklenmektedir, insanlar arasındaki ilişkiler ya araçsallaştırılmıştır (medyatik ortam: tek yönlü, tek taraflı iletişim) veya kurumlar aracılığıyla gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır (sosyal yardım kurumlan, güçsüzler yurdu, huzur evleri, esirgeme kurumlan gibi), iletişimin, sevgiden yoksun biçimde, araçlar ve kurumlar aracılığıyla ve mekanik biçimde gerçekleştirilmeye çalışılması, elbette insanların beklediği mutluluk ve huzur ortamının hâsıl olmasına yol açmıyor. Tersine, giderek onları belki sevgiye daha muhtaç hale getiriyor.
İslam toplumundaysa insanlar arasındaki ilişkiler düzmece kurumların aracılığıyla ve yalnızlığı giderek soysuzlaştırarak değil; fakat insanların ortaklaşa vic- danlarını harekete geçiren bir vetireyle gerçekleştiril- mektedir. Müslüman'ca bir yaşantı içinde olan insan, yalnızlıkla başa çıkabilmenin başıboş yönelmelerle de-ğil, fakat disiplinli bir çabayla elde edilebildiğini kavrayabilecek bir düzlemde bulunur. Kuran'da önerilen zikir süreci, böyle bir disiplin egzersizidir. Zikir, insanın kendi ben'ini fark etmesi, kendi beni ile Allah'ı bir ve bütün olarak düşünebilme çabasıdır.
Bu hedefe varılabilmesi, insanın kendi iradesini Allah'ın iradesi ile ahenkleştirilebilmesi dolayımından geçerek gerçekleştirilebilir veya daha iyi bir ifade ile gerçekleştirilmesi umulabilir. Böylece, şu olguyu işaret etmiş oluyoruz: Zikir, insanın kendinden geçmesi (vazgeçmesi, kendi benini terk etmeyi denemesi) ve bu süreç esnasında kendini Allah'ın varlığında yeniden bulması hâlidir. Insanın, kendinden vazgeçmesi ve kendini Allah'a adamasıyla gerçek ve yüce anlamda sevgi imkân dâhiline giriyor. Bu sevgi, hasis ve kısır, bencil bir sevgi değildir; tersine özveri gerektiren ve son tahlilde sevginin kul'u olunduğuna dair bir idrakin yolunu açan, verimli ve cömert bir sevgidir. Bu suretle insan, Allah'a imanın ve teslimiyetin yolunu keşfetmiş oluyor. İnsan, bu dolayımdan geçerek kendini kozmik evrenin bir parçası olarak görmeyi başarabilirse, yaratılmış olan her şeyle kendi arasında bir sevgi bağı kurmanın da üstesinden gelebilir. Yunus Emre'nin: "Yaratılmışı severiz, yaradandan ötürü" mısraı, sanıyorum böyle bir kavrayışın yolunu açıyor.
Tasavvuftaki "halvet der encümen" hâli, insanın, başkalarıyla birlikteyken, yani kalabalık içinde kendisini Allah'la bir hissetmesi olayıdır. Bir bakıma da, insanın, kalabalık içinde, kendi beninin yalnızlığını hissetmesidir. Durum, "zahiri halk, bâtını hak ile olmak" biçiminde de dile getirilir.
"Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi: kadın, güzel koku ve gözümün nuru namaz" mealindeki hadisi şerifin, sevginin bir yöneliş olduğunu ifade ettiğini düşünüyorum. İnsan sevgisinin hemcinsine (kadın marifetiyle), tabiata (koku marifetiyle) ve Allah'a (namaz marifetiyle) yönelişinin veya yönlendirilmesinin ifadesi olarak algılanabileceğine dair bir eğilimin vurgulandığını hissediyorum. Muhiddin-i Arabî, Fusûsi'l-Hikem adlı eserinde durumu şöyle açıklıyor: "... şu duruma göre, Hak-Erkek-Kadın olmak üzere bir üçlük meydana geldi. Bu arada erkek, kadının kendi aslına iştiyakı kabilinden olarak o da kendi aslı olan Rab'bına müştak oldu. Şu halde Allah kendi sureti üzere olan kimseyi sevmekle beraber ona da kadını sevdirdi. O halde erkeğim muhabbeti hem kendi parçası olan kadına karşı, hem de kendisini yaratan Hak'ka karşı oldu. İşte bunun için Hazreti Muhammed Aleyhisselam 'Bana kadın sevdirildi' buyurdu. Çünkü kendi sevgisi ancak Rab'bının suretiyle ilgili olduğundan, kendi nefsinden bahisle 'Ben sevdim' demedi. Bu suretle kendi kadınına karşı olan sevgisini bile Allah'a nispet etti. Çünkü Hazreti Peygamber kadın sevgisini, Allah'ın kendi sureti üzere olan mahlûkuna muhabbeti gibi, ilahı ahlaka uymak için dilemiştir."
Böylece, insanın, hemcinsine karşı olsun, tabiata (bütün mahlûkata) karşı olsun, Allah'a karşı olsun, yönelen sevgisinin cevherinde ilahı bir nefhanın içkin olduğu kabul edilmektedir.
Müslüman, gündelik yaşantısında, yalnızlıkla baş edebilme çabasında başıboş bırakılmamıştır, demiştik. İşte:
Cemaatle kılman günde 5 vakit namaz,
Haftalık cuma namazı ve hiç olmazsa,
Yılda 2 kez bayram namazı,
Oruç,
Zekat
Hac
ibadetlerinin tümü, insanlar arasında iletişim sağlayarak onların birbirlerine karşı sevgisini çoğaltan, yalnızlıklarıyla başa çıkmalarını sağlayan süreçlerdir.
Namaz, insanın, Allah'ın huzurunda teslimiyetini remz etmesi ve O'ndan başka her şeyin fâni ve batıl olduğunun ifadesi bakımından, insanın yalnız bırakılmamış olduğunun güçlü ve ısrarlı dile getirilişidir, diyebiliriz. Allah varsa ve ben ona boyun eğiyorsam, yalnız değilim- Allah'la yalnız değilim. Aynı zamanda, benimle birlikte, aynı anda yönünü Kâbe'ye çevirmiş milyonlarca başka insanla yalnız değilim. Tersine, başkalarıyla birlikte ve aynı yöne bakıyor olma bilincini yaşamaktayım; onlarla aynı Allah'ın kulu olma duygusunu paylaşmaktayım.
Ramazan orucu, gündelik hayatın akışına müdahale etmenin ve bu suretle sair zamanlarda farkına varıl-mayan ama hayatımızda yeri bulunan bazı ayrıntıların farkına varmamızı sağlamanın yanında, insanın kendi ben'ine eğilmesi ve bir anlamda kendi benini anlamaya çalışması gibi bir fırsatı ortaya çıkarmaktadır, insan, kendini anlamaya, kendi faniliğini an be an hissetmeye hazır hale konulmaktadır. Ramazan orucuyla insan, vakitlerin de başkalarıyla paylaşılabileceğini öğren-mekte ve bunun eğitiminden geçirilmektedir.
Zekât, somut biçimde malların paylaşılması, insanla-rın değer verdiği şeyleri başkalarına vermesi eylemidir. İnsanın dünyaya karşı müstağni kalmasının yolunu açarken, bir yandan da böylece mallarıyla birlikte temiz-lediği içini başkalarına sunmaya hazır olduğunu göster-mektedir. Dayanışmanın, maddî (İktisadî) hayatımızın manevî bir alana taşınabilir olduğunun ifadesidir.
Hac, bizi, evrensel sevgi iklimine ulaştırmaktadır. Öteki ibadetler, her şeye rağmen, insanın dar, kişisel çevresiyle, ailesi, mahallesi ve nihayet içinde yaşadığı kenti ile ilintili iken; hac, bütün dünya Müslümanlarının bir araya gelmesini sağlıyor. Aynı zamanda, keza insanın bir kez daha, bir tür bir kıyamet ortamında
kendisiyle bir kez daha tanışmasına kapı açıyor, insanlar arasında evrensel kardeşliğin, Allah katında kul olarak herkesin eşit oluşunun tescilini sağlıyor.
Bütün bu ibadetlerin her birinin, insanlar arasında zorunlu bir iletişim sağlamaya yol açtığı düşünülürse, Müslümanların birbirleriyle 3 günden fazla küskün durmasının tecviz edilmemesi anlam kazanmaktadır.
Sevginin bir verme eylemi olduğuna değinmiştik. Bu ibadetlerin tümünde, insan, verme konumunda bulunmaktadır. Namaz, insanın kendisini Allah'a vermesinin; oruç, kendi üstüne eğilen nefsin kendinden vazgeçmesinin ve yine kendisini Allah'a adamasının; zekât, alın terinin (emeğin) başkalarına sunulmasının; hac, kendini başka müslümanlara adamanın birer işareti olarak görülebilir. Bütün bunların içinde ve ötesinde Allah'ın rızasına ulaşabilme dileği mevcuttur. Kavram olarak Allah rızası, karşılık gözetmeden verme anlamını taşımaktadır.
“Veren el, alan elden üstündür” mealindeki hadis-i şerif, aslında belki de, sevgiyi önermektedir. Verme eylemini kanaat sahiplerinin başarabileceğini düşünürsek, “zenginlik kanaattedir” diyen hadis-i şerif mealinin de aynı verme yorumunda birleştirilebileceği anlaşılabilir.
Kaldı ki, verme işi salt maddi değerlerle ilgili bir alana hasredilmiş değildir; daha önemlisi, insanın kendisinden, bilgisinden, tecrübesinden, aklının ürünlerinden... vermesidir. İslâm, bu konuda da müslümanları cömert olmaya ve sürekli vermeye çağırıyor.
Verme eyleminin, aynı zamanda kendi nefsimizin hakkını gözetme (bir emanet olarak kendi nefsimizin hakkını gözetme) sorumluluğunu içerdiğini de söyleyebiliriz. Bu durum, bencillikten bütünüyle farklı bir anlam taşıyor; bencillik kendi nefsinin çıkarını ve sadece bu çıkarı gözetme anlamını taşırken; nefsin hakkını verme durumu hasbi bir mahiyet taşımaktadır; başka bir söyleyişle, nefsin hakkını gözetmede gene Allah'ın rızası öne geçmektedir.
Batı kültürünün kin ve nefretten doğmuş ve günümüz dünyasına hakim bulunan değerleri karşısında, müslümanlar, öteki bütün insanların da adına sevgiyle örülü bir dünya talebinde bulunuyor. Müslümanlar, daima demokrasiden daha fazlasına talip oldular; sevgi dünyasına talip oldular. Oluyorlar. Bunu, müslümanların günümüzde yaşadıkları perişan hallerine bakarak söylemiyorum. Onların, kendilerini İslâm'a doğru değiştireceklerini ve onlar kendilerini değiştirdikçe Allah'ın da onları değiştireceği vaadini aklımda tutarak bu cümleyi söyleme cesaretini kendimde buluyorum. Çünkü onların, insan kendini değiştirmedikçe Allah'ın onları değiştirmeyeceğine inandıklarını biliyorum.
Kaynak:
Rasim Özdenören-İki Dünya
Devamını Oku »
Batı kültürünün egemen olduğu toplumlarda insanlar giderek birbirinden uzaklaşmakta ve birbirinden yalıtılmış hale gelmektedirler. Çünkü bireycilik (olum-suz bir kelimeyle ifadelendirirsek bencillik) giderek Ba-tılı hayat tarzının vazgeçilmez sabitesi olarak dünyada yerini almaktadır.
Yalnızlık, basit olarak, başkalarından yalıtılmış olma anlamına gelmektedir. Başkalarıyla bir araya gelmekse ancak sevginin gücüyle mümkün olabilmektedir. Başka biçimde anlatırsak, insanların yalnızlıklarıyla başa çıkabilmesi sevginin devreye girmesiyle gerçekleştirilebilecektir.
Oysa Batı kültürünün yaşandığı yerlerde, insanlar, bu alanda da bir başlarına bırakılmakta, herkesin kendi başının çaresine bakması beklenmektedir, insanlar arasındaki ilişkiler ya araçsallaştırılmıştır (medyatik ortam: tek yönlü, tek taraflı iletişim) veya kurumlar aracılığıyla gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır (sosyal yardım kurumlan, güçsüzler yurdu, huzur evleri, esirgeme kurumlan gibi), iletişimin, sevgiden yoksun biçimde, araçlar ve kurumlar aracılığıyla ve mekanik biçimde gerçekleştirilmeye çalışılması, elbette insanların beklediği mutluluk ve huzur ortamının hâsıl olmasına yol açmıyor. Tersine, giderek onları belki sevgiye daha muhtaç hale getiriyor.
İslam toplumundaysa insanlar arasındaki ilişkiler düzmece kurumların aracılığıyla ve yalnızlığı giderek soysuzlaştırarak değil; fakat insanların ortaklaşa vic- danlarını harekete geçiren bir vetireyle gerçekleştiril- mektedir. Müslüman'ca bir yaşantı içinde olan insan, yalnızlıkla başa çıkabilmenin başıboş yönelmelerle de-ğil, fakat disiplinli bir çabayla elde edilebildiğini kavrayabilecek bir düzlemde bulunur. Kuran'da önerilen zikir süreci, böyle bir disiplin egzersizidir. Zikir, insanın kendi ben'ini fark etmesi, kendi beni ile Allah'ı bir ve bütün olarak düşünebilme çabasıdır.
Bu hedefe varılabilmesi, insanın kendi iradesini Allah'ın iradesi ile ahenkleştirilebilmesi dolayımından geçerek gerçekleştirilebilir veya daha iyi bir ifade ile gerçekleştirilmesi umulabilir. Böylece, şu olguyu işaret etmiş oluyoruz: Zikir, insanın kendinden geçmesi (vazgeçmesi, kendi benini terk etmeyi denemesi) ve bu süreç esnasında kendini Allah'ın varlığında yeniden bulması hâlidir. Insanın, kendinden vazgeçmesi ve kendini Allah'a adamasıyla gerçek ve yüce anlamda sevgi imkân dâhiline giriyor. Bu sevgi, hasis ve kısır, bencil bir sevgi değildir; tersine özveri gerektiren ve son tahlilde sevginin kul'u olunduğuna dair bir idrakin yolunu açan, verimli ve cömert bir sevgidir. Bu suretle insan, Allah'a imanın ve teslimiyetin yolunu keşfetmiş oluyor. İnsan, bu dolayımdan geçerek kendini kozmik evrenin bir parçası olarak görmeyi başarabilirse, yaratılmış olan her şeyle kendi arasında bir sevgi bağı kurmanın da üstesinden gelebilir. Yunus Emre'nin: "Yaratılmışı severiz, yaradandan ötürü" mısraı, sanıyorum böyle bir kavrayışın yolunu açıyor.
Tasavvuftaki "halvet der encümen" hâli, insanın, başkalarıyla birlikteyken, yani kalabalık içinde kendisini Allah'la bir hissetmesi olayıdır. Bir bakıma da, insanın, kalabalık içinde, kendi beninin yalnızlığını hissetmesidir. Durum, "zahiri halk, bâtını hak ile olmak" biçiminde de dile getirilir.
"Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi: kadın, güzel koku ve gözümün nuru namaz" mealindeki hadisi şerifin, sevginin bir yöneliş olduğunu ifade ettiğini düşünüyorum. İnsan sevgisinin hemcinsine (kadın marifetiyle), tabiata (koku marifetiyle) ve Allah'a (namaz marifetiyle) yönelişinin veya yönlendirilmesinin ifadesi olarak algılanabileceğine dair bir eğilimin vurgulandığını hissediyorum. Muhiddin-i Arabî, Fusûsi'l-Hikem adlı eserinde durumu şöyle açıklıyor: "... şu duruma göre, Hak-Erkek-Kadın olmak üzere bir üçlük meydana geldi. Bu arada erkek, kadının kendi aslına iştiyakı kabilinden olarak o da kendi aslı olan Rab'bına müştak oldu. Şu halde Allah kendi sureti üzere olan kimseyi sevmekle beraber ona da kadını sevdirdi. O halde erkeğim muhabbeti hem kendi parçası olan kadına karşı, hem de kendisini yaratan Hak'ka karşı oldu. İşte bunun için Hazreti Muhammed Aleyhisselam 'Bana kadın sevdirildi' buyurdu. Çünkü kendi sevgisi ancak Rab'bının suretiyle ilgili olduğundan, kendi nefsinden bahisle 'Ben sevdim' demedi. Bu suretle kendi kadınına karşı olan sevgisini bile Allah'a nispet etti. Çünkü Hazreti Peygamber kadın sevgisini, Allah'ın kendi sureti üzere olan mahlûkuna muhabbeti gibi, ilahı ahlaka uymak için dilemiştir."
Böylece, insanın, hemcinsine karşı olsun, tabiata (bütün mahlûkata) karşı olsun, Allah'a karşı olsun, yönelen sevgisinin cevherinde ilahı bir nefhanın içkin olduğu kabul edilmektedir.
Müslüman, gündelik yaşantısında, yalnızlıkla baş edebilme çabasında başıboş bırakılmamıştır, demiştik. İşte:
Cemaatle kılman günde 5 vakit namaz,
Haftalık cuma namazı ve hiç olmazsa,
Yılda 2 kez bayram namazı,
Oruç,
Zekat
Hac
ibadetlerinin tümü, insanlar arasında iletişim sağlayarak onların birbirlerine karşı sevgisini çoğaltan, yalnızlıklarıyla başa çıkmalarını sağlayan süreçlerdir.
Namaz, insanın, Allah'ın huzurunda teslimiyetini remz etmesi ve O'ndan başka her şeyin fâni ve batıl olduğunun ifadesi bakımından, insanın yalnız bırakılmamış olduğunun güçlü ve ısrarlı dile getirilişidir, diyebiliriz. Allah varsa ve ben ona boyun eğiyorsam, yalnız değilim- Allah'la yalnız değilim. Aynı zamanda, benimle birlikte, aynı anda yönünü Kâbe'ye çevirmiş milyonlarca başka insanla yalnız değilim. Tersine, başkalarıyla birlikte ve aynı yöne bakıyor olma bilincini yaşamaktayım; onlarla aynı Allah'ın kulu olma duygusunu paylaşmaktayım.
Ramazan orucu, gündelik hayatın akışına müdahale etmenin ve bu suretle sair zamanlarda farkına varıl-mayan ama hayatımızda yeri bulunan bazı ayrıntıların farkına varmamızı sağlamanın yanında, insanın kendi ben'ine eğilmesi ve bir anlamda kendi benini anlamaya çalışması gibi bir fırsatı ortaya çıkarmaktadır, insan, kendini anlamaya, kendi faniliğini an be an hissetmeye hazır hale konulmaktadır. Ramazan orucuyla insan, vakitlerin de başkalarıyla paylaşılabileceğini öğren-mekte ve bunun eğitiminden geçirilmektedir.
Zekât, somut biçimde malların paylaşılması, insanla-rın değer verdiği şeyleri başkalarına vermesi eylemidir. İnsanın dünyaya karşı müstağni kalmasının yolunu açarken, bir yandan da böylece mallarıyla birlikte temiz-lediği içini başkalarına sunmaya hazır olduğunu göster-mektedir. Dayanışmanın, maddî (İktisadî) hayatımızın manevî bir alana taşınabilir olduğunun ifadesidir.
Hac, bizi, evrensel sevgi iklimine ulaştırmaktadır. Öteki ibadetler, her şeye rağmen, insanın dar, kişisel çevresiyle, ailesi, mahallesi ve nihayet içinde yaşadığı kenti ile ilintili iken; hac, bütün dünya Müslümanlarının bir araya gelmesini sağlıyor. Aynı zamanda, keza insanın bir kez daha, bir tür bir kıyamet ortamında
kendisiyle bir kez daha tanışmasına kapı açıyor, insanlar arasında evrensel kardeşliğin, Allah katında kul olarak herkesin eşit oluşunun tescilini sağlıyor.
Bütün bu ibadetlerin her birinin, insanlar arasında zorunlu bir iletişim sağlamaya yol açtığı düşünülürse, Müslümanların birbirleriyle 3 günden fazla küskün durmasının tecviz edilmemesi anlam kazanmaktadır.
Sevginin bir verme eylemi olduğuna değinmiştik. Bu ibadetlerin tümünde, insan, verme konumunda bulunmaktadır. Namaz, insanın kendisini Allah'a vermesinin; oruç, kendi üstüne eğilen nefsin kendinden vazgeçmesinin ve yine kendisini Allah'a adamasının; zekât, alın terinin (emeğin) başkalarına sunulmasının; hac, kendini başka müslümanlara adamanın birer işareti olarak görülebilir. Bütün bunların içinde ve ötesinde Allah'ın rızasına ulaşabilme dileği mevcuttur. Kavram olarak Allah rızası, karşılık gözetmeden verme anlamını taşımaktadır.
“Veren el, alan elden üstündür” mealindeki hadis-i şerif, aslında belki de, sevgiyi önermektedir. Verme eylemini kanaat sahiplerinin başarabileceğini düşünürsek, “zenginlik kanaattedir” diyen hadis-i şerif mealinin de aynı verme yorumunda birleştirilebileceği anlaşılabilir.
Kaldı ki, verme işi salt maddi değerlerle ilgili bir alana hasredilmiş değildir; daha önemlisi, insanın kendisinden, bilgisinden, tecrübesinden, aklının ürünlerinden... vermesidir. İslâm, bu konuda da müslümanları cömert olmaya ve sürekli vermeye çağırıyor.
Verme eyleminin, aynı zamanda kendi nefsimizin hakkını gözetme (bir emanet olarak kendi nefsimizin hakkını gözetme) sorumluluğunu içerdiğini de söyleyebiliriz. Bu durum, bencillikten bütünüyle farklı bir anlam taşıyor; bencillik kendi nefsinin çıkarını ve sadece bu çıkarı gözetme anlamını taşırken; nefsin hakkını verme durumu hasbi bir mahiyet taşımaktadır; başka bir söyleyişle, nefsin hakkını gözetmede gene Allah'ın rızası öne geçmektedir.
Batı kültürünün kin ve nefretten doğmuş ve günümüz dünyasına hakim bulunan değerleri karşısında, müslümanlar, öteki bütün insanların da adına sevgiyle örülü bir dünya talebinde bulunuyor. Müslümanlar, daima demokrasiden daha fazlasına talip oldular; sevgi dünyasına talip oldular. Oluyorlar. Bunu, müslümanların günümüzde yaşadıkları perişan hallerine bakarak söylemiyorum. Onların, kendilerini İslâm'a doğru değiştireceklerini ve onlar kendilerini değiştirdikçe Allah'ın da onları değiştireceği vaadini aklımda tutarak bu cümleyi söyleme cesaretini kendimde buluyorum. Çünkü onların, insan kendini değiştirmedikçe Allah'ın onları değiştirmeyeceğine inandıklarını biliyorum.
Kaynak:
Rasim Özdenören-İki Dünya
Abdülhamit Han'ın Talihsizliği
Abdülhamit Han'ın bütün talihsizliği, içeride onun politikasını anlayabilecek bir aydın kadronun oluşmamış bulunması, dışarıdaysa bu politikayı yıkmak için,Batılı ülkelerin, her yandan, el birliğiyle mücadeleye girişmiş olması noktasında toplanır. Üstelik Osmanlı aydın takımı, içeride ve dışarıda, Batı'nın gönüllü ajanları halinde bir faaliyete girişmişlerdir. Abdülhamit Han, "Avrupa hastalığı"na yakalanmış bu aydın takımının karşısında, yerli düşünceyi savunabilecek aydın kadrosu ile kendisinden sonra aynı politikayı izleyebilecek bir devlet adamları kadrosunu yetiştirmeye fırsat bulamamıştır. Daha doğrusu, belki de, bu fırsatın zuhurunu önleyecek, kendinin dışında bir ortam geliştirilmiştir. Bu güçlü politikacı, gerçekte, prangalı bir mahkûmdan, kesilmiş bir Samson'dan başka ne idi ki?
Kaynak:
Rasim Özdenören-İki Dünya
Devamını Oku »
Kaynak:
Rasim Özdenören-İki Dünya