Ölüm Sırrı

Ölüm Sırrı

Bizde bir kıvılcımın parlayıp sönmesini andıran bu hayat, iki hak i kata dayanıyor: Ebedî olmak isteyen bir parıltı ile onu örten bir karanlık. İnsan hayatı, aşk ile ölüm arasında sürekli bir sallantıdır. Her ikisinin dışında geçen bütün hayat varlığımız, sadece ölüme karşı koyan kuvvetleri kullanmaya yarayan bir alışkanlıklar seri­sinden fazla bir şey değildir. Hayatın kanununa uygun olarak bir seri alışkanlıklar, kendilerini kullanma hususunda bizi zorluyorlar. Böyle zorlanmış olmamız, şuur kazanmadan önce, sadece hayat yükü halinde müphem bir gayeye doğru bizi sürüklerken varlığı­mı/ etrafında bulduğu hazlarla oyalanıyor; şuur kazandığı yerde ise derece derece usanç, sıkıntı, azap ve çile hallerini alıyor; sonunda bütün duygulu varlıklardan taşan feryad oluyor. Şu halde hayat, ölümle ölüme karşı koyan kuvvetler arasında bir ömürlük mücade­leden başka bir şey değildir. Bedende olduğu gibi ruhun hayatında da emellerle ümitler ölüme karşı koymak isterlerken, günün birinde ya beden kuvvetleri tükenerek ölüme teslim oluyorlar, ya da onları isteyen ruh kuvvetleri iflâs ettiği için ölümün kucağına sığmıyorlar. Ruh kuvvetlerinin, bir haksızlığa isyan eder gibi kendilerini eriten haller karşısında, ölümü istemekle ondan nefret arasındaki boğuş­ması, bedbaht bir şaire.

“Bu sıfır nedir hesâb içinde?

Erkanı ona ınkılâb içinde.

dedirtmişti. Bütün çile ile dolu bir hayatın imtihanından sıfırla ayrılmak vicdanın ölçülerine sığmıyor. Acaba ölüm olayının varlı­ğa sunduğu mutlak sıfır mı? Ölüm, hiçliğin kapısı mıdır? Gerçekte bu sıfır, hayat imtihanının sahnesinde de gözüküyor. Herşey,n fani, vefasız oluşu, olayların üzerimizdeki izleri olan hatıraların da zamanla silinmesi, unutmak denilen o müthiş hem de kurtarı­cı musibet, daha yaşarken hayat yolunda adım adım öldüğümüzü göstermiyor mu? Herşey bir hiçe doğru götürüyor sanki. Bunca varlıkların gayesi, varlıklarının hikmeti bizi bir yokluğa teslim etmekmiş, ölen varlıktan bir eser, en ufak bir iz, ancak kendinin olan bir unsur kalsa ümit de yaşayacak, sanki ölmeyeceğiz. Lâkın ölüm, bizde bizim olan herşeyi silip süpürüyor.

Kaybedilen sade kendi varlığımız da değil; onunla birlikte bütün kâinatı kaybediyo­ruz. Her zerresi bizimmiş gibi sahiplik duygu ve iradesiyle yaşa­dığımız bu kâinatın bir zerresini bile feda edemezken bütününü birden bırakıp da gitmek, insanın kendi gücü ile başaramayacağı bir imtihandır. İnsanın kendinden ve kendi kâinatından ölümün alıp götürdüğü şeyler sayısız denecek kadar çoktur. Bütün hayat boyunca varlığımızı adım adım takibeden ölüm, bu yenilmez düş­man, zevkin kendi arkasından bıraktığı pişmanlığı ve her zevkin menhus bahşişi olan acıları alıp götürdüğü gibi, ebedî olan ve varlığımıza ebedilik vaadi sunan aşkı da götürüyor. Ebedîlik yol­culuğuna çıkan insanların herbiri yolun bir yerinde yıkılıp kaldığı zaman, kiminin gözünde yaşlar, kimininkinde de rüya parlıyor. Sonsuz yaşansa bile rüyasının lezzetine doyulmayan tabiat gibi, sitemlerine bile hasret duyduğumuz, hem daha yanlarında yaşar­ken hasretini çektiğimiz insanlardan ayrılmak, insan denen yara­tığın katlanamayacağı şeydir. Bâri hâtıralar kalsa...

Hayır, onları da ölüm denen ifritin gömdüğünü sanıyoruz. İçinde sonsuzlukla ebedîliği yaşattığımız şu bir günlük imtihanda sevinç, ümit, hayal, hasret, iffet, aşk ve zafer diye benliğimizde barınan ne varsa hep­sini ölümde tüketiyoruz ve hepsinin birlikte yok olacağına inanıyoruz. Ebedîliğe gölge salan akıl ve hikmetle insan yaradılışının tabiî sınırlarını aşan ferâgat gibi, sabır gibi, karşılıksız sevgi gibi, içimizdeki hayvanı hayrette bırakan muhteşem ruhsal yapımızla birlikte yokolacağımıza inanmanın azabı müthiştir Bütün bu kayıpların bir karşılığı olmadığını düşünmek aklın ve adaletin ölçülerine sığmıyor. Gençlik, hikmet, hülya ve sevda gibi sonsuzluk hazinelerini yüklenen insanın bütün bunlarla birlikte yokluğa gömülceğini düşünmek, aklı bir çelişikliğe düşürüyor. Herhalde olum, kendinde bir sırrı saklamaktadır. Hiçten herşeyin çıkmayışı gibi, herşeyden de hiçin çıkmayacağını anlamak güç olmasa gerek.

Herhalde ölüm, sonsuz dileklerle yüklü hayat kervanının ebedîliğe açîlan kapısıdır. Hem o kutsal kapıdır. O kapıdan geçmesek dünya zindanının azaplarıyle işkencelerine dayanamazdık. Ruha musallat olan kirlerden temizlenmek ve hayat ekmeğinin en sevimli atığı olan gaflet uykusundan uyanmak için de bu kutsal kapıdan zafer alayı ile geçmemiz gerekiyor. Hayata mahkûm olmakla ölüme mahkum oluşumuz nasıl tabiî ise, ölümle de ebedîliğe mahkûm olduğumuz öylece hakikattir. Ancak ölümü bozgunluk ve yıkım olmaktan kurtarıp da zafer haline getirmek, ölümünü matem değil de "gelin gecesi” yapmak, ölmesini bilenlerin kârıdır. Ölmesi­ni bilen kahraman, daha yaşarken cesaretle atılıp ölümün kolu­na giriyor ve onu hareketlerinin içine yerleştiriyor. Cesur adam, kendini bütün ömrünce takibeden en korktuğu düşmandan nasıl kurtulur0 Cesaretle atılır, en büyük korkuyu kendinde yaşatan ve dışardan hiçbir kuvvetle sindirilip bertaraf edilemeyecek olan düşmanın koluna girer, ona dost olur ve hep onunla kolkola yürür.Mesele halledilmiştir.

İşte böyle davranmamız icabediyor. Ölüm' ta yanına atılıp koluna girmek, onunla kolkola girip her hareketin içinde beraber barınmak ölümü ortadan kaldırıyor. Ölüm kapıdır, demiştim, arkasında ebedîlik vardır. Her hareketin yerleşen ölümle beraber onun bahçesi olan ebedîlik de hareketimizin önüne açılıyor. Ölüm korkusunun yok edildiği bu hareketle beraber hareketlerimiz sonsuza bağlanmış oluyor ve ebedîliğe uzatıyoruz, ölümle hareketlerimizin içinde buluşma, ancak dünya zindanının menfaat ve ilgilerinden kurtarıp da İlâhî mutlak hürriyete kavuşturabiliyor. Ölümün eşiğinde, tam o ¡çın artık ölüm yok, ebedîliğin İlâhî çiçeklerle bezenmiş bahçesi vardır. Bu kapıya nasıl gelinir? Çocuk, başına temizleyici su dökülürken ağlar. Aklı başında olanlar için, derya yüze yüze geçilir. Dünyanın çocukları, fani varlık için sadece temizlenme kapısı olan ölümün eşiğinde matemli feryâdı koparıyorlar. Bu kapıdan gözleri açık geçenler içinse, zindandan ebedîlik bahçesine geçerken duyulan güllerin kokusundan ve bülbüllerin neşveli nağ­mesinden başka bir şey yoktur. Yaşarken cesaretle ölümün koluna girebilenler görüyorlar ki, o bir düşman değildir. Belki bu dünya­daki zindan hayatının yarattığı düşmanlıklardan ve korkulardan, en başta yaşama korkusundan temizleyerek kurtarıcı dosttur. O bir dost elidir; kafesin kapısını kırar, zindanın kapısını açar, ruhu hürriyete kavuşturur.

Ona nasıl gidilir? Hayat rüyasının seherinde neşeli nağmeler­le yola çıkılır. Yolculuğun uçurumları çılgın ve cesur atletler gibi atlanır. Yolculuk sevinçlerle, teranelerle zafer alayı haline konur. Öyle ki, kendinden geçebilen ruhlar bu yolculukta “ah bütün sevdiklerimle, bütün insanlarla beraber olsam.” diye hasret duyarlar. Akan sularla âh eder, ağaçlarla konuşurlar. Yerlere ve göklere bile, çimlensin de âleme yayılsın diye, kalplerinden sevgi tohumları serperler. Sırtlarına yüklü geçici emellerden ibaret bütün safrayı fırlatıp attıktan sonra, âleme yaygın hareket denilen o tılsımlı merdivenle âdeta kürelerin üstünden atlarlar. Varlıklarının, âlemden bir parça olmaktan çıkarak bütün âlem olduğunu hissederler. Varlığa i minnetleri kalmaz. Varlık denen kabukların hepsinden sıyrıldıktan  sonra, düğünün kırkıncı gecesinde, bütün bir ömür beklenen ve aranan Sevgili ile buluşacakları gece ölüm denen sevgili göründü mü  o zaman artık kendilerini kaybederler. O’na çılgın gibi hamle ile koşarlar; Hallâc’ın, kanı ile yıkayacağı darağacım gördüğü zaman ona koştuğu gibi koşarlar.

..... düğün yapıldı. Darağacında kanlı gömlek kaldı. O, başarılan imtihanın bahşişidir seyircilere. Ebedîlik bahçesine geçen, kapıyı arkasından kapadı. Biz onun haline eseflenirken erdi. Büyük Sevgili ile, bize bunca sevgilerde gözüken yüzü örtülü Sevgili ile beraber yaşıyor. Yeryüzündeki bunca sevgilerin muradı, mânası, sahibi olan Sevgili’ye kavuştu. Sevgiler silindi, hepsini kendinde toplayan sevgili bulundu, ölüm, ölüm dedikleri ne büyük düğün, ne büyük sevda çağı imiş meğer! Rabbim, beni aradığım Sevgili’ye kavuşturacak düğünümü şenlendir!

Hareket. VII/75-76, Mart-Nîsan 1972.

Nurettin Topçu,Var Olmak
Devamını Oku »

Düşüncenin Derinlikleri

Düşüncenin Derinlikleri

İnsanoğlunun eşyaya teması demek olan düşünce çok şekilli­dir. Varlığı akıl ile, duygu ile, sezgi ile, aşk ile, ihtiras ile ve mer­hamet ile tanıyış bilginin çeşitli şekilleri ve dereceleridir.

Akıl, insanoğlunu dünyaya sultan yapan cevherdir. Akim ese­ri olan ilim, merhamete nazaran pek küçük bir şeydir. Belki de bir vehimdir. Görünmez olandan gelip yine görünmez olana giden sır­ların bir anda eşya halinde görülüp bilinen sistemli vehmidir.

Duygu, aklı kımıldatan kuvvettir. Hem de kendi varlığının farkına vardırandır. Duygular, insan denen bu ağacın güzel, çirkin çiçekleri ve kokulandır. Onlarla avunur, onlarla hayata tahammül ederiz. Onlarla aldanır ve onların varlığını devamlı kılmak için hep birbirimizi aldatmakla yaşarız. Onlar, rüyamızı tatlılaştırır ve hayat uykumuza fani bir mâna katarlar. Duyguların örgüsü olan sanat, hayat çilemizin tesellisidir.

Sezgi, bize bekadan bir ışıktır; belki de hakikatların kapısı­dır. Gafletten bir silkinme, bir hikmet kımıldanışıdır. Sezgi, varlı­ğın yine kendi içinde kalmak şartiyle kabuğundan derinine doğru inmesi, kendi kendisinde derinleşmesidir. Fenadan sıyrılma vâdini getirir, yine de kurtaramaz. Onun önderlik ettiği felsefe ve hikmet, gerçek göklerini gören lâkin uçamıyan müjdelenmiş aczimizi tem­sil etmektedir.

Aşk, ümitsiz varlığımızı sonsuzluğa doğru uçuran kanat­tır, sonsuzluğun ümididir. Varlıkların hepsiyle dolup taşmaktır. Eşyada yaşamak ve eşyanın bizde yaşayışına şahit olmaktır. Aşk,dünyaların her an yeniden yaratılma şevkidir; ebedî ruhlardan bize doğru bir akım, fenadan bekaya bir intikaldir. Aşk eşyanın dilidir; zaman ile mekânın birleşen vücududur. Mâzi ile hâlin yer değiştirmesi, mazinin hâl, hâlin mâzi tarafına geçerek kucaklaşmalarıdır Zamanın ebedîlikle elele vermesidir. Büyük, pek büyük bir vadin eşiğinde bekleyiştir.

İhtiras, insanın teker teker eşyadan sıyrılarak sonra herşeye birden sahip olmasıdır; sonsuzluğu kavrayan iktidarın insan varlı­ğında nöbet tutmasıdır. Varlığın kendi kendine sığmayan iktidarıdır; aslına dönüş iradesidir. Ene'l-hak sırrına erenlerin, “Allahım, ruh ve vücudumu iğrenmeden seyredebilecek kuvvet ve cesareti bana ver!" diye durmadan dövünenlerin, bu hasret durağında feryat ede ede asla doymayacakları murada ermeleridir.

Merhamete gelince; o bunların hiçbirisine benzemez, hiçbirisiyle ölçülmez. Belki bütün bunlar ona zemin hazırlayıcıdırlar, ona  yaklaştırıcı gayret ve duadırlar. Merhamet, Allah’la ansızın vaki  olan buluşma halidir. Merhamet, bu ruh hallerinin herbirine karışmadıkça onlar sakat veya sefil kalırlar. Merhametsiz ilim mesut  etmeyen bir sihirbazlık olduğu kadar merhamet dünyasının dışındır» yaşanan duygular da birer azap veya sefalettir. Merhametsiz sezişlerin kibirden başka libası olmadığı gibi, aşkın merhametsizliği de | belki bir cinayet veya cinnettir. İhtirasın merhametsizliği ise çok kere zulüm olmuyor mu?

Daha ince bir tahlil ile bu ruh hallerinin herbirinin, merhametin bir başka manzarası olduğunu görmek de kabildir. Filhakika ilim, âlemdeki hakikat karşısında düşüncemizin merhametli duruşu olsa gerektir.

Duygu, bizi katı cisimlerden ve kalpsizlerden ayıran acıyış, sezgi, eşyanın cevherine nüfuz eden ruhtaki incelikten yapılmış rahm-ü şefkattir.

Aşk, başkalarının varlığında sonsuzluğa yemin olan merhametle eriyiştir, tapınılan varlığa nefsini kurban eden ruhun merhamet zerreleri halinde O’nun varlığına karışmasıdır. Merhamet, ruhi bütünüyle kendini Allah eserine feda ederek Allah'ı kazandırıcı hareketidir. Âşık, merhametin sonsuz denizinde yıkanma zevkine ulaşmıştır. Aşkın istediği, merhamet hareketinin bizde şuurun da üstüne yükselmesi, varlıkta kesilmeyen teneffüs gibi, sonsuz man­zara gibi bir hal almasıdır. Âşık merhametin sürekli okşayışı ile âlemdeki âlem dışı varlıklarla koklaşır, aşkı olmayan iskeletlerin görmediklerini görür, arzın kabuğunda Allah’tan sesler duyar.

İhtiras ise hiç doymayan merhametin bir tek harekete bağlan­masıdır. Fâni iktidarı, “Rabbinin ismini oku!" der gibi zorlayan bizdeki ilahi elçidir.

Bir kelime ile, onun kendinde çok kere saklanan özü ele alı­nınca, insan bütün merhamettir. Merhametin olmadığı yerde insan yoktur.

Şule, sayı: 8, Temmuz 1963

Nurettin Topçu,Var Olmak
Devamını Oku »

Aşkın Halleri

Aşkın Halleri


Rabbini arayan bir dindi askim!"


Aşk bir şuur halidir. Ancak bütün şuur halleri kendilerine özel bir düzen içinde tek tek yaşandıkları halde aşk, kalabalık şuur hallerinin toplu halde şuura yaptıkları baskındır. Bu baskın şuur dışında, yani yalarken varlığının farkında olmadığımız derinlerdeki ruh dünyamızdan gelir; onun taşarak şuur alanını kaplaması halidir. Bendini yıkan bir selin bağları, ovaları ve ormanları doldurması gibi, bizdeki duygularla düşünceler ve kararlar aşkın baskını ile dolar, örtülür ve gözden kaybolurlar. Tereddütler,şüpheler ve korkular da öyle. Onlar da bağ ve bahçelerin dikenlerini ve çalılarını örten suyun baskını altında yok olurlar. Aşkın seli altında ruhta ne hesap kalır, ne menfaat fikri, ne de kin. Ölçüler, hesaplar ve planlar ask tufanında silinen tarla ve bahçe sınırları gibi, eriyip giderler. Ask, nazariye ve tenkidi de tanımaz. 0 mutlak hakikattir; bütününü varlığına iman halinde tek taraflı temaşadır; kendini alemde temaşadır; kendini alemden ayrı görmeyen, Bir'den başka kemmiyet tanımayan, secde edenle edileni secdede birleştiren ilahi sarhoşluktur. Fuzuli'nin diliyle:

Öyle sermestem ki idrak etmezsem dünya nedir"sözü aşkın tam ifadesidir.Gerçekten aşkın dünyasında sevinç ve keder, zaman ve mekan kayıp ve kazanç denen şeyler yoktur. Onda iyi ve kötü, uzak ve yakin, gerçek ve yalanda karşılıklı duran hüviyetlerinden sıyrılmışlardır. Zaman ve mekan çerçeveleri içinde yasayan şeylerden hiç biri yokturki, aşkın gelişiyle kaçıp kaybolmasın. Onun bizde yok ettiği şeylerin sonuncusuda ölümdür.O, ölümden kurtaran kuvvettir. Aşk, ruhtan ölüm korkusunu ve vehmini sıyırıp attıktan sonra bedenin çürüyüşüne ne ad verilirse verilsin, aşkın umurunda olmaz.

Şuurdışı denen içimizdeki karanlık dünyaya aşkı dolduran nedir? Onun büyük hamlesi nereden gelmektedir?Ask, kainatın başlangıcında varlığın var olduğu anda gözükmüştü. Varligi var kilan 0 idi. Ona kuvvet demiştik. İlk kuvvet cansız varlıkların ve sonra canlıların halkalarından geçip de insana gelince insanda kendini tanıdı, şuur oldu. Ancak ilk kuvvet birdi, bölünmez bütündü. Bölüne bölüne bunca varlıkları meydana getirdikten sonra insana geldi. Insanda ilkin bolümlerin, çok olan cüzlerin şuuru oldu.

Insan, derya içinde hem de derya oldugu halde damlalari taniyor.Süphesiz ki, bu hal sadece bir vehimdir, Mevlana'nin dedigi gibi bir sasiliktir. Bizi yapan kuvvet, kendini bizden kiskaniyor. Bizi kalın örtülerle örtmüş, gözlerimizin önüne biri bin, biri yüzbinler gösteren bir cam geçirmiş, bizi bizden saklayan bir cinnete müptela kılmis; hem de varlığının incecik ışığını yer yer şaşkın ve şaşı şurumuzun çatlaklarından içeri uzatmaktan çekinmiyor. Renk ve sekil olmuş, ses ve koku olmuş, mesafe ve manzara olmuş, ümit ve emel olmuş, dost ve derya olmuş, Kah görünmüş kah kendini gizlemiş. Göründügü yerde bile kendini gizlemis. Onun en çok ve en kuvvetli gizlendigi yer, bizim benligimizin derinligidir. 0 herseyde ve herkestedir. Gizlenmek istedigi zaman bizim benliğimize doğar. Içimizde rahatça yatarken bile ona bir şey yapamayız. Ona hükmedecek kuvvet, dünya varlıklarının hiçbirisinde yoktur. 0 mutlak hürriyettir.Şuur dışında bir kez boşalıp da şuura tasip yayıldımı, bizi de kendi gibi, gerçek hürriyete kavuşturur aşkın bir şeyden korkusu, kimseden pervası yoktur. Raskolnikof, asil zindanında hür ve mesuttu. Aşkın bizi pençesinde esir eden kuvveti, yine kendi astığı yolda, başkalarının olağanüstü ve imkansız görünen şeyleri yapmak hususunda sahibine sonsuz hürriyet sağlayıcıdır.

Ayrı ayrı varlık diye adlandırılan dünya hayalleri ile hayat hadisesi denen kabusların önünde alakasız, insafsız ve adeta habersiz olan aşık, kendi aşkının sekil verdiği hayalden başkasını tanımaz. Paliard diyor ki: "Güzelliğin aşıkları var, zenginliği aşıkları, ilmin aşıkları var, bir de aşkın aşıkları var. Ve hepsinde görülen, varlığına tahakküm eden hayalden başka herseye karşı bir ilgisizlik, bir anlayışsızlık, bir asabiyet." Bunlarin hepsinin asli, asil ve gerçek kaynak, askin aski olusudur. Öbürü aşkın tek ve gerçek olan varlığının önüne tutulmuş, arkasındaki ışığı aksettiren birer perdedir.

Akilli adam asik degildir. Sersem aşki hiç anlamıyor. Aşkın öyle görüşleri vardır ki, yüzbinlerce akil onun derinliğine dalmaktan aciz kalır. Aşkın hürriyetini kazanmak için aklin dizginlerinde sıyrılmak şarttır. Akil bizdeki bostan korkuluğudur, yüksekte uça kuşlar ondan kaçarlar. Aşk bir kuştur ki, bir başa konmadıkça aranmaz. Önceleri ben aşkın arkasından koşuyordum, simdi o benim peşime düştü diyen Mevlana'ya her halde şems güneşi önceden görünmüştü. Akla göre akılsızlık ne ise, aşkın gözünde akil da öyledir. Akıl insanları uçsuz bir denizin kenarına kadar götürüyor Eğer insanda ask denizine açılacak güç bulunmazsa, aklin onu bıraktığı kıyılarda çarpan fırtına ile helak olacaktır. Hayat dediğimiz iste bu kıyıların fırtınasıdır.

Tabiat aşkın anası, güneş sevgilisidir. Tabiat içinde gelişen aşk ana kucağında uyuyan yavru gibi mahzunlaşıp nazlanıyor. Anasından ayrılıp da bir ruhun kafesine kapanınca şiddet ve isyan oluyor Sonsuz olan ask, bir insan varlığına hapsedilince ondan taşmak ve tekrar aleme yayılmak istiyor. Askin gelisi büyük ve ürpertici bir sarsinti ile olmuyor. Daha önce bütün bir ömür boyunca benliğimizi dolduran isteklerin, hayallerin ve geçici emellerin ağır ve oyalayıcı ipinden, bir safrayı kendinden atar gibi sıyrılmamız, sarsıcı, ürpertici, bazan tahammülü güç açılarla beraber oluyor. Bizde hayat vehmini kendileriyle beraber sürükleyen bu ağırlıklardan kurtulduktan sonra iç dünya boş ve şeffaf bir fanusa dönüşüyor. o zaman aşkın gelişi büyük bir ışık cihanına bir küçük kusun bir göz kırpmasıyla gelişi kadar hafif bir hareketle olmaktadır. Onun aklin ortaya koyduğu binbir sebeple açıklanamayan varlığı, kainatın baslangıcında varlığı var kılan ilk kuvveti içimizde bulduğumuz zaman duyduğumuz sevinçtir. Ask, varlıgın kendi kendisini tanıması halidir.

Aşk, ölümü yenmek istiyor ve dünyamızdaki her denemesinde yeniliyor. Çünkü ölüm, şer tanrısı Angemanyou'dan daha kuvvetlidir. Aşkın cilvelerini önce hoş görür, lakin aşkın sonsuzda birleştirdiği varlığa sonunda saldırır ve bilinmeyen karanlığa gömer. Ölüm, yoklukla bir sanılıyor; şüphe, karanlık ve korkuyu hep birlikte temsil ediyor. Insanlar ondan yoklugun kendilerine uzanip kendisine dogru çeken menhus eli diye ürperiyorlar. Hem de onu yokluk kabusu gibi karşılıyorlar. Eğer onun getirdiği yokluk olsaydı, bu kadar korkunç olur muydu? Yokluk elbette aşkı tanımayan günahkarların, içerisinde kayboldukları karanlıktır. Onlar zaten gerçekten var olmamışlardı; kendileri için bile şüpheli olan birer hayalettiler. Sadece, altına girmeden önce bu toprağın üstünde bir müddet tepindiler, boğuştular, bağrıştılar ve sonra ayni toprağın altına düşüp orada eridiler. Onların yaşamamış olduklarına yeryüzünün dağları, ağaçları ve denizleri şahittir. Bu kutsal varlıkların önünde onların ne bir damla göz yaşları, ne ıztıraptan bir ibadetleri, ne Tanrı'nın diliyle konuşmaları oldu. Onlar, ne dağa inen nuru gördüler, ne ağaçlarla konuştular, ne denizleri gözyaşlarıyla doldurdular. Aşkı bilmeyen bu günahkarların, yokluktan yine yokluğa geçeceklerinden şüphe mi edilir? Ölüm onlar için hazindir, acıklıdır, çünkü yoklukdan yine yokluğa götürür. Biz insanlar, onların ölümüne ağlarken yine onların yok oluşlarına ağlarız. Aşıkların ölümüne ağlarken asil kendimize alıyoruz; bizi onların hicranında yasamaya mahkum eden talihimize ağlıyoruz. Onlara için için imreniyoruz belki. Çünkü onlar, aşkın bayrağını hayatla ölümün tam sınırına diktiler. Burası cihad toprağı, ötesi fetih ülkesidir onlara. Bu gazanın destani bu yanda okunuyor, fetihler asil orada ask ölümü yenmiştir; ölüm denen perdeyi kaldırmış onun yerine zafer bayrağını çekmiştir.

Sonsuzun zaferi bu yeryüzünde de kazanılır. Ancak askin kiliciyla o zafere ulasiyor. Bu zaferin müjdesi ve mükafati, Rabb'in temasasidir. Bir örtüyü kaldırır gibi, bir anda herşeyi ve bütün varlıkları ortadan kaldırıp da kalp gözüne görünen o Rabb'in yüzü, kelimeyle anlatılmayan ve beklenmedik anda bize çevrilen o şekilsiz, renksiz ve gözsüz bakış, o baha biçilmeyen selamet müjdesi, ah o kurtarıcı sevgili bir daha görünse, bir kere görünse, alemde elem, şüphe ve ölüm mü kalırdı? Acaba ölüm dedikleri şey, varlığı var kılan ilk kuvvetin, yani aşkın kaynağına ruhun dönüşü ve onunla bahtiyar birleşmesi olmasın!

Nurettin Topçu,Var Olmak
Devamını Oku »

Gerçeği Bilmek

Gerçeği Bilmek


Neler biliyoruz? İnsanoğlu yeryüzünde ne bilgilere sahip oluyor? Göz görüyor ve zekâ kavrıyor. Bunca bilgilerin sahibi insan bildikleriyle mağrurdur. Acaba neyi biliyoruz? Akıl kendi önümüze, yolumuzu aydınlatan bir ışık serpmekten başka bir şey mi yapıyor? Bildiklerimiz, kendimizden çıkıp yine kendi varlığımıza avdet eden ihtisaslardan ibaret değil midir? İnsan, ihtiyaçlarını giderme endişesiyle yaptığı etrafına saldırma hareketleri içinde kâinatta kendi iştihalarına elverişli olan şeyleri araştırıyor, onları kendi iştihalarının uygunluğuna göre isimlendiriyor ve öyle değerlendiriyor. Sonradan gerçeği tanıdığını söylüyor ve hükümlerine, gerçekle uygun bilgi manasına hakikat damgasını vuruyor. Gerçeğin bilgisi olan fikir kimin hakikatidir? Zira hepimizin hakikatleri başka başkadır. Hepimiz menfaatimize uygun fikirlere hayran olarak ömrümüzün sonuna kadar o hayranlıkla sarhoş yaşamaktayız. Kimimiz bir resmin, kimi bir karın, kimi de bir mesleğin hayranıdır. Kiminin de bir sanat ilahıdır, kiminin bir hüner sultanıdır. Onunla övünür, onunla gururlanır. Hayatı muhafaza içgüdüsüne bağlanan bütün arzular ve sefaletlerimiz bizde benlik şuurunu yaratıyorlar. Onların gözüyle de görüşe akıl diyor, düşündüğümüzü söylüyoruz; gerçeği bildiğimize inanıyoruz. Bir tüccarın, bir büyük memurun, bir makam ve gurur adamının aklı, onun dayandığı gurur ayaklar altına alınıncaya kadar kutsal bir nesnedir. Bir hâkimin hatalı hükmü, kendi gözünde ilahi hüküm kadar isabetlidir. Bir zümre zihninde esir olan insanın kanaatleri, kendine göre hakikatin ta kendisidir. Karşı karşıya harp eden iki ordunun askerleri için ölüm, aynı derecede mukaddestir.

Hakikat şu ki, canlı varlığın ilk ihtiyaçlarını içgüdüler karşılıyor. İçgüdü tatmin olundukça hayati kuvveti biriktiriyor. Ruh sefaletleriyle el ele veren hayati kuvvet kendi kendini deneye deneye insanda ihtiras haline geliyor. Sonunda eşyayı ve olayları ihtiraslarımızın dürbünü ile görüyoruz. Sefaletlerimizin fetvasına böylece boyun eğiyoruz.

Ve bütün bunların sebebi, gerçeği bilmeyişimiz, selametin kendi ruh dünyamızdan doğacağını bilmeyişimiz, tatminleri anında bile ufuklarımızı daraltan kendi ihtiraslarımızın kendi asıl düşmanlarımız olduğunu bilmeyişimizdir. Yeni doğmuş iki insan yavrusu masum bakışlarını dünyaya açar açmaz karşı karşıya birbirlerine yaklaştırın ve birine “sen işte karşındakinin düşmanısın, onu bir gün öldüreceksin” deyin. Öbürüne de “Sen de ondan intikam alacaksın” deyin. Sonra o iki çift masum gözlere bir bakın. Kendinizden utanırsınız. Gafletinizden ürperirsiniz. Eğer basiret gözüyle bakmışsanız o kadar küçülürsünüz ki yavruların saf bakışı size ilahi hitap kadar büyük ders olur. O aynada kendinizi görür ve tövbe etmek istersiniz.

Lakin tövbe etmesini istemek lazım. Bu isteyiş ancak gerçek bilginin eseri olabilir. Gerçeği nasıl bulalım? Nerede arayalım? Bütün gafletlerden bizi kurtaracak olan hakikatin yolunu bulmak için sonsuzluğa götüren bazı denemelerin yapılması lazımdır. Gerçek ibadet sonsuzluğa çevrilen isteğimizdir.

Sonsuzluğa çevrilen samimi istek, insan için selametin ilk adımını teşkil ediyor. Bu isteği sık sık tekrarlamak, bu isteği sevmek, onu elde etmek lazımdır. Bu tekrar, bu isteğin tekrarı, arkası namütenahi aydınlıklar dolu ilahi bir kapıyı zorlamak gibidir. Bu kapıyı kımıldattıktan sonra bizim tarafımıza ışıklar süzülüyor. Yeni denemeler başlıyor: sanat denemesi, ahlak denemesi, din denemesi.

Hakikati bizden saklayan, örten, onunla aramıza giren engelleri ortadan kaldırıcı hareketin sevgisini bize felsefe ve hikmet sunuyor. İlim bu hareketin usulünü öğretiyor. Sanatın denemesi, bir olan iç dünyamızda binlerce teraneler yaşatıyor.

Sonsuzluğa teslim olmayıp sonu olan hadiselerin sebepleriyle gayelerine dayanan harekette ahlaki karakter görülmüyor. Bütün varlıkların hayattan şikâyet ettiren tatminsizlikler, sonsuzluğa dalamayışımızdan doğuyor. Şu bütün sonu olan varlıkların âlemine varlığı hapseden perdeleri yırtarak sonsuzluğun kendi açabilen insan, orada gerçek murada erecektir. Ve ancak o perde açıldıktan sonra eşyanın gerçeği anlaşılacak, hadiseler asıl kendi manalarını kazanacaklardır: hayatın bir deneme sahası, ölümün bir istasyon olduğu oradan sükûnetle temaşa edilecektir.

Çokluğun vehim olduğu anlaşılacak, her şey Bir’de birleşecektir. Her şeyin bir şey olduğu bilinecek, Bir’inse mekâna sığmayan Dost yüzü olduğu görülecektir.

Şüphesiz ki bilen sever, af eder, sabır eder. Bilen Bir’i bilir. Bir’de yaşar. Bilen bazen ölür ve her an yeniden dünyaya gelir. Bilen her gerçek bilginin, sonsuzluğa iştirak denemesi olduğunu bilir. Hakikat yerde olsun, gökte olsun, bedende olsun, ruhta olsun, şuur dediğimiz şu mahdut cihazla sonsuzluğa açılan bir pencereden bakış sayesinde elde edilebiliyor. Bu sonsuzluğa ve ilahi araziye açılmayan düşünüşler, bilgiler hep izafidir. Hepsi bir nispetine ifadesidir. Hepsi sakat, hepsi de itibari görüşlerdir. Gerçek ilmin yolu sonsuzluğun dünyasından geçiyor. Bilen, varlığı didik didik eden duyguların hepsinden kurtulmuştur. Zindanda, Cennette gibi mesut yaşar. Her halinde sonsuzluğun huzurunda olduğunu bilir. Izdırabı içinde o yine düğündedir, davettedir. Bütün dünya nimetlerinin bir paslı çividen farksız olduğunu bilir.

Bilen, gururdan, kinden ve bütün hırslardan soyunmuştur. Bilen bahtiyardır. Ne mutlu bildim diyene.

Nurettin Topçu,Var Olmak
Devamını Oku »

Düşünmek...

Düşünmek


Mantık dilinde düşünmek,şuur ile eşya arasında münasebet kurmaktır. Aynada görünen hayal gibi eşya ve olayların şuurda tasavvur halinde tekrarlanmasıdır Dış dünyanın iç alemimizde bir nevi devamıdır; veyahut sebeplerle sonuçlar arasında münasebet kurmaktır Nazariye yapan mantık, düşünmeyi böyle tarif ediyor. Lakin insanin gerçeğini anlatan psikoloji, olayların böyle cereyan etmediğini ortaya koymaktadır. Düsünmeden evvel hissediyoruz dis dünyadan tesirler aliyoruz. Bu tesirler, bizim menfaatlerimize zevklerimize ve isteklerimize cevap oluyorlar. Bize faydalı bir zevk sunan görüşlere hakikat elbisesi giydiriyoruz. Menfaatlerimizle zevklerimize aykri fikirleri hata olarak itham ediyoruz. Önce hayati bir ağaçtan ibaret varlığımizdan fışkıran istihalar, türlü emeller ve parlak hayallerle süslenmiş olarak şuurumuzda hakimiyetlerini ilan ediyorlar. Sonra onların bütün varlığımıza saldığı istekler, dış dünyaya çevriliyor ve kendi hesaplarına hakikat avcılığı yapıyorlar. Kendilerine uygun fikirlere hakikat damgasını basıyor, aykırı görüşleri hakikat dışı yapıyorlar. Böylece bir fikrin hakikat olusu, her kes için müşterek ve kendi kendisinin ayni olan bir realitenin değil bizim istek ve istihalarımızın emriyledir. Insanlığın düşüncesin hakim olan hakikat ölçüsü, insanin kendi hayati menfaatleri,şahsi hesapları ve istekleridir; zevkleri veya alışkanliklarıdır.İnsan, kendinin olan bu ölçüleri fikirlere tatbik ediyor ve bu ölçülerin fikirlerin doğruluğunu arastırıyor; hükmünü onlarla veriyor. Ondan sonra kendi verdigi bu hükme uygun, onu destekleyici sebepleri etrafinda topluyor.

Peşin yemiş olduğu hükmünü onlarla halkı ve meşru gösteriyor. Görülüyor ki, düşünmek, kendimizi eşyaya değil, eşyayı kendimize uydurmaktır.Şuurumuzu olaylara irca etmekten uzak, olayları hep kendi istihalarımızla isteklerimizin emrine vermektir. Bu sebepten kendimizden müstakil olan bir realiteyi tanımıyoruz. Mahiyeti bizi ilgilendirmeyen bir realiteden kendimize dogru bir takim basamaklar siraliyoruz. Böylece kendimize uydurulan esya ve olaylar, kendi zevklerimize, iştihalarimiza ve kendi menfaatlerimize göre hükümler giyiyor.

Dünyamızı hakikatin değil istihalarımızın gözü ile görüyoruz. Bu zavalli dünya herkes için baska dünyadir. Karınca için büyük, güneşe göre küçüktür. Bahtiyarlar için güzel, bedbahtlar için kötüdür. Bir tüccar çok kazanmayı muvaffakiyet ve fazilet sayabilir, fukaranın gözünde ise bu istek, kötü bir istihadır.

Düşüncelerimizde birer isim hesabına döğüsen çocuklardan farklı değiliz. Insanlar arasında yeni yeni ihtiras kıvılcımları serperek ayrılıkları artıranlar, insanlığın gerçek düsmanlarıdır.Ihtirasların sahasındaki bütün döğüşmeler, bütün ayrılıklar bizi hakikatten uzaklaştırmaktadır. Çünkü ihtiraslarin hepsi hakikatlerden uzaklastiricidir. Ölçülerimizin hepsi izafidir.Hakikati nerede arayalım? Fikirlerimizin doğruluğu hususunda kullandığımız ölçünün darlığı, görüşümüzün darlığını doğurur. Ölçünün genisligi nisbetinde hakikate yaklasiyoruz. Hayatî menfaat ve istihalarımız, fert olan varlığımızın dar sınırları içerisinde kaldığından daima hakikatten uzaklaştırır. Bizi başkalarına dogru götüren duygular, ferdiyetimizden sıyırarak daha geniş ufuklara götördüklerinden hakikate 0 nisbette yaklaştırıcıdırlar. Kullandığımız hakikat ölçüsü genişledikçe hakikate 0 kadar yaklaşıriz. Bu ölçü, sonsuzluk olunca mutlak hakikate temas ederiz.İstek ve istihalarıyle ferdi duygularından ve her türlü menfaatler sisteminden kendini kurtararak sonsuzluğun ilhami ile düşünen insan, mutlak hakikatlere ulaşmıştır. Zira hakikat sonsuzluğun emridir.

Bu emri alabilmek için, önce zevklerimizle istihalarımızdan sıyrılmamız lazımdır.Sonra da sahsi menfaatlerimizden uzaklaşmaliyiz. daha sonra zümre menfaatlerini reddedebilmeli, zümrelerin ve partilerin dışında yaşamasini bilmeliyiz. En sonra, ulvi olsalar bile benliğimize tahakküm eden bütün hislerden zafer duygularından, muvaffakiyet gururlarından, nefsimize itimatlardan kurtulup havalanarak bir uçuşta sonsuzluğun bölgesine sığınabilmeliyiz. Genç neslin fikir terbiyesini yapanlar, onları bu gururlarıyla hoyratlastırmak, bos bir gayrettir.Bizden çikip hakikatin arasında pek çok bir perdeler gerilidir.Bizden çıkıp hakikate varmak için, bu perdelerin birer birer delinmesi lazımdır. Hakikati bizden saklayan ve birbirimize yabancı hatta düsman yapan bu perdelerin bir kısmı nefsimize ait istihalardir, bir kismi alışkanliklarla telkinlerin eseridir, bir kısmıda ancak ibadetin dağıtabileceği gafletlerdir.

Sonu olan bu alemde sonsuzluğun yolcusu olan insan, arzımızın bu yalnız yolcusu, burada bir muamma olan hayatına bir hikmet, kendine dost , düşüncesine destek bulabilmek için sonsuzluğa dayanarak düşünmekle anlasiliyorlar.

Nurettin Topçu,Var Olmak
Devamını Oku »

İnanmak ve Sevmek

İnanmak ve Sevmekİnanmak, gerçek ve şahsi tanıyış; sevmekse gerçek yaşayıştır. İnanmayan bilmez, taklit eder. O ışığını başka kürelerden alan bir kör kandildir.

Sevmeyenler, yaşamayanlardır. Onlar ölü ruhlardır. Her an toprağından taze hayat fışkıran tarlanın üstüne atılmış kuru kütüklerdir.

Dünyamızın tadını onlar alamazlar, hayatın kudretini onlar bilemezler. Her kökünden bir inanış otu biten, her tarafına bir başka şevk saçılmış dünyamızda aşk ile inanışın terbiyesini en küçük yaştan itibaren almamış olan nesiller,bedbaht nesillerdir.

Kainata hayrınlıkla bakan, insanlara minnetle çevrilen çocuğu, inanış ve sevgi aşısı yapmadan hayata salanlar, dünyamızın ilk ve en gaddar zalimleridir.

Sokak ortasında birbirleriyle dalaşıp tekmeleşen yavruları kayıtsız bakışlarla arkasında bırakarak hayat mücadelesi denen kızıl meydana koşan mahir menfaat atletleri,ihmallerinin neden cinayet olduğunu bilemediler. Zira onlar muhabbet kaynağı olması lazım gelen mabette bile menfaat dilendiler; namütenahi aşk ile dolup taşan dünyamızın ilahi bahçelerinde hiç de usanmadan kin ve haset devşirdiler.

Biliyoruz ki, düşünce, hareketin bizde içselleşmesidir. Hakikate kendi iç dünyamızda temas etmektir. Paskal üç türlü hakikat ayırıyordu:Etin hakikatleri, aklın hakikatleri, imanın hakikatleri. Birincisi kör nefsimizin zenbereği etrafında çevrelenen ve onun tarafından idare edilen bütün iştahları,hırsları ve menfaatleri içerisine alıyor.

Muvaffakiyetlerimizin dünyasını çenberliyor. Kendisiyle ve kendisi sayesinde kurnazlaşan insanı hayvanlarla birleştiriyor.

İkincisi, bizi aklın, tasavvurla iradenin fethettiği bir aleme yükseltiyor.Kendi dar benliğimizden çıkarak bizi bir büyük alem yapıyor.İlmi, temaşayı, mana cevherini sunuyor. İnsanı ruh aleminin serdarı yapıyor.

Üçüncüsüne gelince, o bizi insani olan varlığımızın da üstüne yükseltiyor.Sonu olan dünyamızdan, sanki bir hamle ile sonsuzluğa ulaştırıyor.Parça iken bütün yapıyor; fani iken ebedi kılıyor. Onun varlığıyla, yolcu iken yol, sermest iken saki, damla iken derya oluyoruz...

İnanışta alelade bilginin esas şartı olan şuur ve eşya ikiliği ortadan kalkmıştır. Bu ikisi aynileşmiş, eşya şuura teslim olmuş, onunla kaynaşmış, ikisi bir varlık kazanmıştır.İnanışın başladığı yerde alelade tanıyış sönükleşir, değersiz ve adeta manasız kalır. İnanış tam olunca da yerini ona bırakır, kaybolur.

Filozof Kant, saf akıldan yani muhakemeden pratik akla yani vicdana geçerken şöyle demişti : "Yerine itikadı koymak için, bilgiyi ortadan kaldırmaya mecbur oldum."

İtikad haline gelmeyen afaki bilgi, bize bir yabancıdır ve sürekli hayata sahip değildir. Benim tarafımdan yaşanmamış, kelimenin tam manasiyle benim olmamıştır.

Bu sebepten bana şahsi tatmin vermekten uzaktır. Sadece taklit yoluyla, elden ele dolaşan müşterek bir nesne gibi, bir zaman için dimağda misafir olmaktadır.

Gerçekten benim şahsi malım olmadığından benden koparıp alınır. Bugün benim, yarın başkasının mülkü olur.Umumi görüşler, taklit ile kazanılan iddialar, zümre ve parti ihtirasları ve  bunlara destek olan sebepler hep köksüz, hep temelsiz ve hakikatle alakasız düşünüşlerdir.

Zira bunlar, benliğimin dışında yaşanmış, benim ne hürriyetimin, ne de şahsiyetimin kaynaklarında kökleri olmayan, derinleri kazılırsa iştihaların ve etlerin, alışkanlıkların ve taklitlerin vücut verdiği sözde hakikatlerdir.

İnanılan ve sevilense bir yandan şahsiyetimin derinlerinden, öbür yandan sonsuzluktan hayat ve hakikat alan görüştür.Onun çürütülmesi, yalanlanması kabil olmaz. Yumruklandıkça ruhumuzun daha derin tabakalarına iner.

Çünkü inançlarım muhakemenin ulaşamadığı bir alemde meydana gelmektedir.Kökleri aynı zamanda benliğimin pek derinlerinde bulunduğundan,muhakeme ile benden koparılamazlar. Bu sebepten inanılmayan, sadece ilmin
ölçüleriyle tartılarak aklın karşısına çıkarılan her fikir, her hakikat,eksik veya aldatıcıdır.

İnanma, bir harekettir ve benliğin varlıklar üzerine doğru yaptığı bir harekettir. Tuhun tabiata uzanması, onda devamı gibi bir şeydir. Ruhun, tabiatı istilasıdır.

Gerçek aşıklar aşkın aşıklarıdır.Aşkın kendi kendisini yakan ateşinde sevenle sevilen,isteyenle istenen, varlıkla var eden birleşir.Eşya ile temaşa, kainatla şuur, birle bütün bağdaşır.Düşünce hareketleşir,varlık düşünceleşir.Anlaşılmayan ortadan kalkar, anlatılmayan Bir kalır.


İnanmak, benliğin kendi mukadderatı önünde verdiği imtihandır. Onu aşk ile bağrına basanlar, bu imtihanda muvaffak oldular.Benliğin, bütün kuvvetleriyle kendi konusu olan kainatı kucaklayışı demek olan bu imtihanda aşkın sahipleri başarı kazandılar.Aşkın şahidi ise ızdıraptır. Izdırapsız ne hayat hareket, ne de gerçek düşünce doğabiliyor. Her inanma hareketinde sevilen bir ızdırap saklıdır.

Sevgisi olmayan hakikate ulaşamıyor, gerçeği bilmiyor ve tam sevgi, gayesine ulaşmış sevgi, sonsuzluğun sevgisidir.
Bu sevgi, vücuttan geçer, bedenden taşar, fani varlıktan kaçar. Ruhu derinlerine doğru kazıyarak orada gaye olarak yine kendini arar.

Gerçek aşkın sahipleri, ne servetin, ne şöhretin veya temaşanın, ne de ilmin ve sanatın aşıklarıdırlar. Gerçek aşıklar aşkın aşıklarıdır.

Aşkın kendi kendisini yakan ateşinde sevenle sevilen, isteyenle istenen, varlıkla var eden birleşir. Eşya ile temaşa, kainatla şuur, birle bütün bağdaşır.

Düşünce hareketleşir, varlık düşünceleşir. Anlaşılmayan ortadan kalkar, anlatılmayan Bir kalır.İlk ve son ilim budur. Millet kültürünün ağacını dikecek ve millet ruhuna hayat getirecek nesiller, inanışla sevgi mabedinin mihrabında önce tövbe etmeli,sonra da inanmayı ve sevmeyi öğrenmelidirler.

 

Nurettin Topçu,Var Olmak
Devamını Oku »

Var Olmak

Var Olmak
Var olmak, düşünmek ve hareket etmek demektir. Vakıa hayvanlar da hareket ediyorlar. Lakin onların hareketleri şuurlu değildir; alelade yer değiştirmeden, kımıldanmadan ibarettir. Yalnız insana mahsus olan hareket (action) ise, kendi kendisini ve başka varlıkları değiştirmek demektir. Bununla insanın hareketleri hür oluş vasfını kazanıyor. Ancak hareketlerimin hür oluşu, kendisinden evvel var olan ve kendisine hakim bulunan hürriyet diye bir prensibin varlığını gerektirmez mi? Halbuki hareketten önce hürriyeti var kılacak başka bir hadise mevcut değildir. Hürriyetim, hareketimin varlığı sayesinde vardır ve hareketle birlikte kendini gösterir. Hareketin tahlili ise insanı daha büyük bir muamma ile karşılaştırmaktadır. Varlık, sanki hareketle beraber var olmuştur ve ebediyen ondan ayrılmamaya mahkumdur. Hareket denizinin kıyılarında durup onun ufuklarına dalmışken filozof Moris Blondel"in bu temasadaki vecdini dinliyelim: "Hareket ediyorum, lakin hareket nedir bilmiyorum. Yaşamak istiyor değilim. Kim olduğumu, hatta var olduğumu hakkiyle bilmiyorum. Bende dalgalanan bu varlık tezahürü, bu bir gölgenin Silik ve yakalanmaz hareketleri, işitiyorum ki bunlar kendilerinde ebediyen ağır bir mesuliyet taşıyorlar; deniliyor ve hatta kan pahasına bile yokluğu ele geçiremem; çünkü o artık benim için yok olmuştur. Demek ki hayata mahkum oldum, ölüme mahkum oldum, ebediliğe mahkum oldum! Nasıl ve ne hakla? Bunu önceden ne bilmiş, ne de iştemiştim."

Hareketi, insanın kainata hür bir iltifatı gibi telakki etmek yanlıştır. Hayatımızın en öemli hadisesi olan hareket, aynı zamanda en zaruri hâdisedir. Yine Blondel"i dinleyelim: "Hiç olmazsa durnak çaresini bulacak mıyım? Hayır, yürümek lazım. Hiçbir şeyden vazgeçmemek için kararımı sonraya bırakabilecek miyim? Yok, herşeyi kaybetmek pahasına da olsa yine her şeyi omuzlarına yüklenmek lazımdır; kendi kendini mahkum etmek lazımdır Beklemeğe hakkım yok, yahut da artık seçim ve tercih yapmaya kudretim yok. Eğer bizzat kendi hareketimle kımıldanmazsam, bende veya dışarıda bana muhtaç olmadan hareket edecek şeyler var; ve bensiz hareket eden her halde benim aleyhime hareket edecek. Sulh bozgunluktur; hareketin mühleti ancak ölümdür."

Var olmak, insanın samimi olarak sahip olduğu isteklerin bütününü içerisine almaktadır. Belki onların tam bir toplamıdır."Eğer ben var olmak istediğim değilsem, istediğim, sözle değil, arzu ve tasavvurlarla da değil, fakat bütün kalbimle, bütün kuvvetlerimle, hareketlerimle istediğim değilsem, ben var değilim.Var olmak istemek ve sevmektir"Hareket, varlığı yalnız bir tarafindan çekip götüren veya varlığımızda yalnız bir noktayı kazıyan kuvvet değildir. Kendi kendisine kapanan, kendi inhisarcılığına yine kendini mahkum eden hareket, ölmeğe mahkum olur. Ancak bir yönden, kendi varlığını lezzetle dolduran tek kımıldatıcının istikametinden harekete geçmek, varlığı doyurucu olmuyor. Bir menfaatin tatmini, bütün varlığı darlığa düşürücüdür. Yalnız bir ihtirasın tahriki insan ruhunun bütün diğer bölgelerinde felç yaratıyor. İskender ölürken, büyük istilâlarının bulutu altında bunalmıştı. Sezar, saadet terennümü ile ölmedi. Napolyon, Yena"da değil, filozof Volney"i tokatladığı sırada yenilmişti.
"Bizden kol, kalp ve kafa isteniyor." Bunları kendi isteğimizle vermezsek, bizim dışımızda bize rağmen hareket edenler bizden bunları zorla alacaklardır.Kendi dileğini âlemin dileği yapmaya çalışmak, âlemin sonsuzluğa uzanan hareketlerine engel koymaktır, kâinatın hürriyetine set çekmeyi istemektir. Aksine olarak âlemin dileğini kendi dileği yapmak istemek,âlemin kalbini kendi varlığına sığdırmaya çalışmak: İşte gerçek ve hür hareket yolunda ilerleyiş bununla oluyor.

"Ağlayabilenler ne bahtiyardır! Onlar asla bedbin değildirler. Felaket her zaman zannedildiği gibi fena değildir... Çünkü ona ümitler ve vehimler kalıyor. Zengin olanlar sizsiniz, ey zavallı açlar ve arzusu olanlar!Çünkü dünya saadetlerinin hiçliğini hissedemiyerek arzularınız müthiş bir hırsla ona bağlanıyor Halbuki tokluktan ve doluluktan, hayatın imtihanını sonuna erdirmiş olanlar onu bilirler, zevksizlikten ve yokluktan başka bir şey çıkmıyor. Servet, hırslar, muvaffakiyetler, bu da ne? Bir çanak çirkef için iki it hırlaşıyor; kazanan bir şey bulmıyacak. Bu mahrum, ümitsiz kalanlar, yalnız ihtiyarlıyanlar, sade duyularının hizasından aşağı inemiyerek hazlarının büyüsü içinde yaşayıp ölenler değil, bunlar en iyiler en çok duyanlar en çok bilenler muzaffer hareket adamları veya ateşli beyinler, incelmiş sanatkar ruhlardır. Bunlar, içinde doğru bir tek çiziginin bulunmadığı, hatta aydınlığın bile kırıldığı bir düyada yaşamaktan ıztırap çektiler."

Hayatın boşluğu ve hiçliği hakkındaki bu denemenin evrensel oluşu, büyük ve ergin ruhlarda da tesirini yapmakta olması, hepimizin sade kendimiz için istediklerimizin varlığı yüzündendir. Hatta bazan alemin külli varlığına bağlanmıyan, kaynağı onda aramıyan cüz"i ve ferdi isteklerimiz, alemşümul ve gerçek varlığı unutturarak tatmini aramaktadır. Böyle olunca, varlığımız alemden kopuyor; yalnızlığından korkan, yine de gafletle yalnızlığını arayan egoizmin kucağına sığınıyor Cinsiyete bağlanan aşkın ve onda aranan içi boş, meyus tesellinin şifa vermeyişi gibi, insanın yine insan oğluna karşı yasadığı zaferlerin karanlık, ürkütücü ve bedbaht neşesi kainatın bütününden varlığı koparmış olmalarından ileri gelmektedir. Herkesin ve kalabalığın alkışlarından aşk ile müstağni kalanlar, kainattan ancak kendi anlayışiyle alkış seslerini alıyor ve gerçek saadeti yaşıyabiliyorlar. Mevlana"nın mesut olduğuna herkes inanır. Ama onun saadeti nerede, ne zaman ve hangi zaferle başlamış, ne zaman bitmiştir? Bunu kimse bilemez. Zira onun saadeti sonsuzluğun çerçevesine kazınmıştı; başlangıcı da, sonu da yoktu.çünkü o, sonsuzlukla beraber mesuttu.Sonu olan saadet gerçek saadet olurmu? O olsa olsa yakın bir bedbahtlığın başlangıcı olabilir.Hareketin tarifinde son söz olarak şu prensipi kabul ediyoruz: Tam ve gerçek hareket, her defasında, en iptidai bir karar ve feragatte bile, bütün aleme yaylış, oradan da sonsuzluğa geçiş, sonra sonsuzluktan aldığı kuvvet ve bütün alemden aldığı ibretle, aynı zamanda zeka ile iradenin bütün kuvvetlerini kullanarak, tekrar kendi ferdi alemimize dönüş ve bu noktadan alemle temastir.Böyle olmıyan hareketler kısırdır, ölü doğmuş hareketlerdir, gerçekten hareket olamamış verimsiz denemelerdir.
***
Düşünceye gelince, o da bir harekettir. Hareketlerimizin içselleşmesi ve iç yaşayışımızın sonsuzluğuna sığınması halidir. Filhakika düşünce, gerçek ve olgunlanmış bir harekettir; bütün hareketlerimizin başlangıcı ve sonudur. Hareket, her zaman onunla başlamasa bile onunla nihayetlenir. Bir hareket ağacında binlerce düşünce çiçekleniyor. Hareketin bu çiçeklerini toplamak hususunda kendimizi, hareket karşısında olduğumuzdan daha hür hissederiz. Hakikatte hareketlerimizi saran zaruretler, düşüncelerimizi de çevrelemiştir. Daima hakikati, hareketlerimizin yaptıgı seçimin açısında ararız. Yani kendi hakikatimizi müthiş bir egoizm ile kendimiz tayin eder; sonra elimizi aleme acarak doğru düşündüğümüzü ispat edici delilleri alemden dileniriz ve böylelikle davranmada oluşumuzun asla farkında olmıyarak fikirler; haklar, hakikatler savunuruz.Varliğımızı esir ederek arkasından sürükliyen zavallı ihtiraslanmızı göremeyiz de fezada muhteşem bir uçuş veya şahane bir yarış yaptığızı iddia ederiz. Alemin bütünüüne bağlanmayarak bu tarzda düşünür, varlığınn ifadesi olan düşünüş değildir. Gerçek düşünüş, varlığımızın her adımda karşılaştığı muammaları kainatın bütününe sorarak, oradan da sonsuzluğa duyurarak onlardan cevabını almaktır. Bu manada gerçek düşünüş, varlıktan ayrılmıyor. Zira varlık, düşünce olmasa var olmıyacaktı. 0 bir tasavvurdur, yani düşüncedir ve var olmak düşünmek demektir.

"Herkes düşünüyor" diyorlar. Acaba öyIe mi? Hareket hakkındaki görüşümüzü düşünceye de tatbik edeceğiz. Kainatin bütününe bağlanmıyan, sonsuzluktan cevap getirmiyen düşünceler, gerçek düşünce değildir. Olsa olsa muvaffak olamamış, gayesine ulaşamamış düşünme denemeleridir. Düşüncenin en umumi şekli. yakınlaşma suretiyle yapılanıdır. Bu düşünce, tabiatla yanyanadır. Kendisiyle tabiat arasında bir nevi komşuluk kurucudur. Alemin ve alemde hakikatler arayan şuurun çalışması böyle oluyor. Paskal"ın dediği gibi, "Eğer insan bütün tabiat olmasaydı, herşeyle ilgilenmeye kabiliyetli olamazdı."Düşüncenin ikinci basamağında, eşyaya yönelme yoluyla verdiğimiz hükümler geliyor. Eşyaya yönelişlerimiz, bizi dar benliğimizden çıkarıp başkalarına teslim edicidir; bizi genişletici ve hayırkar yapıcıdır. Bu sebepten bu tarzda düşünme, insan denen ve fert olduğu halde bütünle birleşen bu tezatlı varlığı ahlaklı yapmaktadır. Birincisinde yalnız eşya arasında münasebetler kurduğumuz halde düşüncenin bu ikinci işleyişinde münasebetler kurmaktan daha öteye gidiyoruz. Alemle, yalnız verici olan bir alışverişe girişiyoruz. İnsan öyle bir ağaçtır ki meyve vermezse kuruyor

Üçüncü basamak, aşk ve ihtiras yoluyla düşüncenin basamağıdır. Madame de Sevigne", bir mektubunda kızına, "göğsünüzde ıztırap çekiyorum" diye yazıyordu ihtirasın bütün zeka bütün anlayış olması kabildir. Ancak bunun için insan kendi etrafında derin yaşayışlar keşfetmelidir. İnsan ilmini kendinde derinleştirmesi, şahsiyetini darlıktan kurtarıp genişletmesi gerekildir. İnsan ruhu aleme doğru yayılırken aynı zamanda kendi içinde derinleşmelidir. Dimağın ve kalbin darlıklarından sıyrılmalı, işin içinde yaşattığı vehimlerden kurtulmalıdır. Başka varlıklarin kendinde metafizik tecrübesine yer bırakmak için, bizzat kendi kendisinden boşalmalıdır. Şüphesiz ki bu hal azaplıdır, Öldücüdür, lakin hakikatlara kendinde hayat vericidir. Varlığı ölümden kurtarıcı, sonsuz ve ebedi yapıcıdır. Nihayet düşüncenin son basamağında hareketle düşünmeyi buluyoruz. Bu, fert olan varlığımızın bütün duygularının üstünde duran bir dileğin hakimiyetidir.

Hareketle alemin bütününe bağlanan varlık, böylece düşünce yönünden yine aleme bağlanmış oluyor. Düşünce ile hareket burada birleşiyorlar. Bu mıntıkaya kadar getiren yolu aşan insan burada sonsuzluğun iradesine yaklaşmış demektir. Bu düşünüş, alemşümul iradenin hududuna kadar gelen ve kendini ona bağlayan insani ferdi hırslarından, zümre menfaatlerinden, kinlerinden ve hasetlerden temizliyor. Alemi bir varlık gibi birleştiriyor. Son ağırlık olan kendi varlığını da sahibi olan bütüne, bütün hareketler içinde, teslim ediyor. Alemşümul merhametin kendi içindeki bir sonsuzlukta yaşaması sonunda, kendini alemden ve alemi kendinden ayıramıyor. Bu düşünüşün büyük sırrına erenlerden Saint Pierre, ilk Hıristiyanları zalim Neron"a bırakarak Roma"dan kaçarken, Mesih"in kendini karşılayan hayali karşısında yere kapandı ve mazlum cemaatle birlikte ölmenin sevinçli iradesine sığındı, tekrar Roma"ya döndü ve düşmanlarına teslim oldu. Var olmak gerçek manasıyla var olmak, hareketleriyle düşüncesini sonsuzluğa istinat ettirmek demektir ve böylelikle kendi varlığını sonsuzlukta aramak demektir.İnsanların, ruh ve irade bakımından parça parça bölünüp ayrılmaları, insanlığın bunca sefaletlerini yaratıyor. Hele bir milletin fertleri arasında zümreleşmeler her gün yeni felaketler doğurucudur. Varlıklar arasındakı ayrılıklar zahiridir; varlık birdir. İnsanlar arasındaki başkalıklar, aynada görülen hayal gibi aldatıcıdır; insan birdir. Bir milletin fertleri, aynı vücudun organları olduklarını, aynı iradenin emrinde bulunduklarını unuttukları zaman millet yıkılır. Birlikten ayrılan, birliği bozan hasta bir ruhtur, hasta bir varlıktır. Sihhatli yaşayışta Kinler yok, düşman davalar yoktur. Kin ve garaz, varlığın kendi kendine inanmadığı yerde doğan bir afettir.Mutlaak sahibini mahvedecektir .İnandığımız varlık, Bir, alemşümul ve sonsuz Varlık, aşkın var kıldığı essiz eserdir. Biz ise O"nun en mükemmel parçasıyız. Artık felsefemizin formülünü ortaya koyabiliriz:

Hareket ediyorum, düşünüyorum, Birliği seviyorum, 0 halde varım.

Nurettin Topcu,Var Olmak
Devamını Oku »

İki Sanat İki Ahlak

osmanli-sanati

Avrupa, medeniyet bayrağı altında bize saldırmadan evvel büyük bir millettik İlk ceddimiz Alparslan, tarihimizin kuruluş gayelerini Malazgirt'te kazanmaya hazırlanırken imanına sığınmıştı. Sonra bu topraklara Yunus’un nefesleri sindi, Yıldırım'ın kanı karıştı. Hallacın kabrindeki secdesinden ayaklanan Türk çocukları, birkaç asırlık hamle ile Viyana’dan Mısıra kadar üç kıtanın kapılarını tuttular.

Üç kıtanın efendileri idik. Çünkü o zaman daha Avrupa ya el açmamıştık. Büyük, çok büyük sanatımız vardı. Şiirimizin en temiz ve ulvî uslûbuna örnek olan Yunus’un ilâhîleriyle Allah’ın hilkat eserine taş halinde nazire olan Süleymaniye o sanatın şahitleridir. Bu büyük bir milletti ve bu milletin dünyaya değişilmez bir ahlâkı vardı. Birbirimizi seviyorduk; çünkü Allah’ı seviyorduk.

Sonra ne oldu? Âlemin hayran olduğu bu millet saltanatının orta yerinde bir Bizans ve bu şehrin ortasında bir Tepebaşı yükseldi. Hakikatte bu bir çıbanbaşı idi. Biz buraya ehemmiyet vermedik, onu besledik, onunla zevklendik. Burası, bizi dıştan yıkıp çökertemeyen Avrupa'nın içimizden yıkmak için keşfettiği bir mikrop yuvası idi. Dünyada bu kadar ruh sıkıcı, bunaltıcı tepe olamazdı. Karanlık kuyulardan daha berbart bir havası var- Burada bizim lisanımızla ve bizim hayatımızın maskesine bürünmüş, bize suikast yapan yabancı ruh pusu kurmuştur. Her devrin kundakçısı olan çürütücü meşum hayalet orada barınır Tanzimattan beri her iki nesil mukaddes kurbanlarını orada feda etmiştir, Servet-i funun edebiyatının kahramanları hep o tepenin üzerinde dolaştılar. O neslin çocukları bütün kurbanlarını orada düşmana bıraktılar.

Bunlar düşmanlarını bilmiyorlardı; bilseler kurtulurduk. Meri ve siyah ın Aşkı memnu un ve Eylül’ün kahramanları bu tepede dinlenirler. Buranın havasını teneffüs ederlerdi. O devrin büyükleri garba bu tepeden bakıyorlardı. Memleketi asrileştirmek isteyenler rumca şarkıları burada dinlerdi. Devrin bütün rengi soluk, kalbi hasta çocukları burada ruh teneffüs etmeğe çalışırlardı. Günün birinde kaza ve kader neslin perişan çocuklarını bu tepenin zehirli havasından kurtardı. Vaktiyle kuruluşumuzun beşiği olan Malazgirt’ten daha yukarılara, Erzurum yaylasına geldi. Millette bir istiklâl iradesi uyandı. Bir neslin çürümeyen, çürütülmeyen çocukları düşmanı alkışlamamaya, gayretle el açmamaya yemin ettiler. İman muvaffak oldu.

Lâkin çok uzun sürmedi. Bir neslin kanı pahasına istiklâline kavuşan mukaddesat, bu sefer daha sefil ellere satıldı. Rengi kansız, ruhu renksiz, yüzlerindeki dejenere çizgilere kadar bize yabancı bir neslin çocukları Tepebaşında “Kafatasını, “Unutulan Adam”ı alkışladılar ve alkışlattılar. Bunlar, bizim bütün mukaddesattan soyarak avare bıraktığımız hastalıklı çocuklarımıza zevk vadettiler ve temin ettiler. Mektebi zindan ve sinemayı cennet diye tanıttılar; mabedi tımarhane, meyhaneyi mâbet diye tanıttılar, bizi çocuklarımıza düşman, kendilerini dost diye tanıttılar. Bunların eseri, oğulu babaya, kardeşi kardeşe tanıtmaz hale getirmek oldu. Kimdi bu adamlar? Bizim topraklarımızdan gelmeyen, yüzleri bize benzemeyen ve zevkleri bize ıztırap veren, istiklâl şairimizin tâbirile “Aç gözlü, dokuz yüzlü şerir”i andıran ve nazarlarından taşan mâna “İbadullahı istihkar” olan bu düşman zümre nereden gelmişti? Bunları hatırlıyorum. Bunlar, çarıklı köylünün

Parası ile Parisin okutulan,kendini besleyen köylünün kendine yüzkarası olduğunu söyleyen ve kendisine hangi milletten oldğu sorulduğu zaman tefahürle ayağa kalkıp “Yugoslav!” diye haykıran gençlerdi.Bunlar garp

medeniyetinden eser diye bir frenk veya Yahudi kızı ile evlenerek memlekete dönen, askerlik yapmamak için doktorlara dost olan, Anadolu'ya gitmemek için İstanbul da dilini tutup vazife  efendisine el bağlayan münevver gençlerdi.Demokrasiye düşmanlık despot devletçilik itibarda olduğu zaman bunlar alkışçı idiler,demokrasi bir nizâmı sömüren yangın halinde anlaşıldığı anda bunlar körükçü oldular. Bunların tek bir gayeleri vardı.: Bu vatanı yakmak, bu devleti çöktürmek. Bir gün geldiki ilim müesselerinde ki ecnebi mütehassıslarının etrafında bunları bir vatandaş halkası halinde toplanmış gördük. Başka bir gün mahkemelerde katil alkışlanır ve omuzlarda taşınırken da bunlarda binalarımızı, sanatımızı yakıyorlardı. Mahkemelerde ‘bu milletin ahlakı olmaz” fermanını hakim kılmaya, ellerindeki ateşlerle de sanat  müesseselerimizin kül olan enkazına “bu milletin sanatı olmaz" meşum ibaresini yazmaya çalışıyorlardı.


Bunlar, Tepebaşında ki sahnede de aynı pervasızlıkla "bu milletin sanatı olmaz", "bu milletin ahlâkı olmaz!" ibaresini çalıştılar ve çalışıyorlar. Kızıl gömlekli, eli kanlı, vicdanı kanlı bir zümre var ki onlar bu eserin sahibidirler, onlar bu eserin muvaffakiyetinin saikidir. Oniki yaşından itibaren orta mektebe başlayan çocuklarımıza okunmasını sınıfta tavsiye edeceğimiz esere bakın; Ana ile baba arasındaki mükaddesatı sıfıra indiriyor. İyi ve fenayı öğretme yol ile terbiye tarzına bakın: Şekaveti, ahlâka hücumu ibret olsun diye talim ediyor. Masum insana, cinayetin fena olduğunu öğretmek için adam öldürtüyor. Hırsızlıktan iğrendirmek için izzetinefsii gence hırsızlık yaptırıyor. Görüyorsunuz ya, terbiye metodlarını Lâkin bu, onların sanatıdır. Sanatları her şeydir;ismi realist sanattır. Kör olası realite! Daha ne fena var ki tasvir edelim ! Lâkin dikkat ederseniz, ibret derslerimiz hep Şehvetin etrafında toplanmaktadır. Ya gençlerin alkışla aşınan elleri…Onlar en büyük hırsla şehvet sahnesini ve rakı masasını alkışladılar. Bu gün zavallı fazileti, hayatını hasrettiği selâmetinin tahakkuk edemez rüyası içinde sessizce ölenleri veya bu çılgın sele sade göğsündeki imanla karşı gelmek isteyenleri alkışlamak icap ederse ne yapacaklar? Ellerinde kuvvet kalmadıki, alkışlarında daha yüksek bir top bırakmadılar ki... Hem ayellerle mi alkışlayacaklar, şehvete çırpınan ellerle mi?..

İşte "Meyhanen, aç gözlü, dokuz yüzlü şerir”, ağzında piposu, yüzünde onun dumanından daha belirsiz, daha pis çizgilerle menfaatsız, şerefli yüzlere karşı “Menemen hâdisesi yapıyorsu­nuz. Size göstereceğiz!" diye hiç utanmadan, ama hiç, gözlerine ne bir insanlık alâmeti, yüzlerine ne de bir haya perdesi sirayet etmeden sataşıyor. Karşı taraf şereften ve namustan bir cephe halinde, telkinlerde yetiştirdiği nesle artık hareketiyle örnek ver­meğe hazırlanmış olanlar ikiye ayrılan cephenin ortasında vakarla savaş gününü bekliyorlar. Ruhlarda bir seferberlik hazırlığı var. Kendilerinin, Alparslan’ın, Yıldırımın ve bu neslin çocukları oldu­ğunu bilenler bir yana, eli ve vicdanı kan içinde lekeli kızıllar öbür yana ayrılıyorlar. Açıktan açığa safların teşekküle başlaması onları dehşetle endişeye düşürdü: Millet cephesini yıkmayı gaye edinmiş neşriyat mı var; onlara koşuyorlar. Cinayeti alkışlayabilecek bula­şık eller mi var; onları kiralıyorlar. Menfaatla kullanılır vicdanlar mı var; onları yokluyorlar.

Ne yapsalar boş... Cephe teşekküle başlamıştır. Bu cephenin namuskâr safları içerisine maskelenip giren çehreler, milletin safini içinden bozguna uğratmak ve dağıtmak endişesiyle çırpını­yorlar. Her yere nüfuz eden bu hüviyeti şüpheli şahıslar sağa sola, her tarafa şu şüpheleri sokmaya çalışıyorlar:

Hadisenin ne ehemmiyeti var ki? Yine büyütüyorlar? Ne mânâsız hareket?

Dünyanın her tarafında ahlâksızlık vardır? Bu ne telâş

Milletin huzurunu bozuyorsunuz!

Paris'te Sorbon un kapısında “Humanité” gazetesi satılırmış, bize ne oluyor?

Sanat hürdür, ahlâka uşak olamaz. Siz sanat bilmiyorsunuz.

- Medeni dünyadan haberiniz yok. Siz inkılâbı hazmetme­mişsiniz.

...Bunların hezeyanları çoktur. Ne sanatı, ne garbi, ne Sorbon’u, ne inkılabı, bunların hiçbirisini bilmeyen, görmeyen, anlamayan bu zümreye, tarihini, milletini, mukaddesatını, ailesini ve bu mukaddes varlıklarının bir zerresini her ne pahasına olursa olsun asla feda etmiyecek olan kahramanların safından şu hitap yükselecek: “Sanatınız, ahlâkınız, insanlık değerleriniz ve zevke hizmetkâr vicdanınız bize düşmandır. Bunlar her zaman bize düşman unsurlarla birleşmekte tereddüt etmemişlerdir. Bir millet artık bunlara son veriyor, paydos! Bir millet şuuruna sahip oluyor. Artık size, mukaddesatımızın çizgilerinden çıkıp bizden ayrılmak düşer, ahlâkımıza düşman olan sanata da sahneye de, garpçılığa da, böyle insanlığa da... Biz kendi hayatımıza kendimiz de örnek oluyoruz; kimsesiz, tarihsiz ve şöhretsiz bir millet değiliz!”

Bizim Türkiye, sayı: 7, 3 Mart 1948;
Devamını Oku »

İslam Harflerinin Terakkimize Mani Olduğunu Sürenler

İslâm harflerinin terakkimize mani olduğunu ileri sürenlerİslâm harflerinin terakkimize mani olduğunu ileri sürenler, Avrupa'nın bizi yok etmeye karar vermiş yazarlarıydı. Bir Volney, bir Baron de Tott vs. İslâmiyet'e düşmandılar. Başlıca hedefleri bizi tarihimizden, irfanımız­dan, bir kelimeyle İslâmiyetten koparmaktı. Bu bedbaht telkinler önce bir­çok dürüst Türk münevverini de büyüler gibi oldu. Sonra meselenin vehametini kavramakta gecikmediler.

Yakın çağlarda Abdullah Cevdet gibi Avrupa irfanıyla sermest mü­nevverler, elbise değiştirir gibi harf değiştirmemizi teklife yeltendiler. Batı­lılaşmış entelijansiyamız bu teklifi can kulağı ile dinledi.

Harf devriminin fayda ve zararları ortadadır. Ziya Paşa gibi:

Eyvah bu bâziçede bizler yine yandık

Zira ki ziyan ortada bilmem ne kazandık!

demek budalaca bir şikâyet olur. Lâtin harfleri kabul edilmiş, bu harflerle aşağı yukarı elli yıldan beri kitaplar basılmış, dergiler çıkarılmış, gazete­ler yayınlanmıştır. Dava bir karşı devrimle yeniden eski harflerimize dön­mek değilir. Nesillerin hafızası ile oynamanın ne vahim neticeler doğurdu­ğunu biliyoruz: Dava, irfanımızı yeniden fethetmek... Dava, ecdadın tefekkür hazinelerini bugünkü nesillerin tecessüsüne açmak, bir kelimey­le bugünü düne bağlamaktır. Dâva; Lâtin harflerinin yanında İslâm harf­lerine de hayat hakkı tanınması, Osmanlıcanın mekteplerimize girmesi, ilmin ve ihtisasın sesine kulak verilmesi; inkırazın eşiğine sürüklenen za­vallı ülkemizin kaderi üzerinde hiç bir peşin hükme saplanmadan düşü­nülmesidir.

Mustafa Armağan,Bulutları Delen Kartal(Cemil Meriç)
Devamını Oku »

İslamiyet Bir Nomokrasi İdi

İslamiyet Bir Nomokrasi İdiİslamiyet bir nomokrasi idi. Nomokrasi şu veya bu ferdin, şu veya bu zümrenin değil, Hakkın, yani şeriatın, mutlak ve ilahi hakikatlerin -çağdaş bir tabirle- kanunun hakimiyeti demekti.

Mutlak ve çılgın bir hükümdar olan II. Mahmut yeniçeriyi ilga etmişti. Yeniçeri, ulemanın tabii müttefiki idi. Ulema, şeriatı ihmal eden hükümdarı bu kuvvet sayesinde doğru yola sevk edebiliyordu. Yeniçeri bir nevi efkâr-ı umûmiye idi. Ulemayı dermansız ve dekoratif bir zümre haline getiren, tabii müttefikini kaybetmiş olmasıdır. Napolyon’un çizmelerini giyerek Batılılaşma oyunu oynayan II. Mahmut istediği gibi hareket edebilirdi artık. Devlet-i Aliyye tarihinde Batılı manada ilk müstebit hükümdar bu zattır. Şimdi ulemanın yerini alan intelijansiya kime dayanarak sözünü dinletecekti! Yeniçeri yoktu. Çok geniş, çok dağınık yerli-yabancı binbir menfaatin çarpıştığı bir ülkede kalabalığa seslenmek kabil miydi? Hangi kalabalığa, nasıl bir haberleşme vasıtasıyla?

 

Mustafa Armağan - Bulutları Delen Kartal(Cemil Meriç)
Devamını Oku »