Cemiyeti Yoğuracak Ruh

Cemiyeti yoğuracak ruh, ne bir sihirbazın ruhudur; ne de Gordiyon'daki düğümün üzerine kılıcını indiren kahramanın ruhudur. O bir halaskarın zafer neşesiyle sarhoş ruhu olmadığı gibi kara kaplı, kaba cüsseli kitapların üzerine eğilen bilgiçlerin ruhu da değildir. Taklit mayası onu yuğuramayacağı gibi itham ve inkar mayası da onu yuğuramaz. O ruh bize kaybolan benliğimizi bulduracak. Bin nedametle nihayet anladık ki dünyada belki herşeyi bulmak kolay, kendini bulmak zormuş. Kendimizi nerede bulalım? Kendi dışımızda nereye koştuksa gurbette kaldık. Kendimize nasıl koşalım? Bize bir aydınlık, bir rehber lazım, diyorlar. Her tarafı, her zerresi rehber olan, her ciheti aydınlıkla dolu alemde tek aydınlık, bir rehber arıyoruz. Cemiyeti yoğuracak ruh, eski Asya'nın hikmetiyle Kur'an'daki ilhami kendinde birleştirdiği halde, Garb'ın dört asırlık ilmine zihniyetine sahip, felsefesine aşina olacak Anadolu dervişinin ruhudur…..

Cemiyeti yoğuran ruh, bizim şaşkın isteklerimizin hizmetkârı olmayacak; bize karşı koyarak bizi kurtaracak, biz düşmek istiyoruz; biz zevki takdis ediyoruz; biz kendimizden kaçıyoruz.

“Bizi kurtaracak ruh bize Hirâ dağında bırakılan mukaddes mîrasdır. O bize, bin yıllık gazâ şehitlerinden rahm-ü şefkat ninnileri ulaştırırken, bugün her biri bir türbe olan kılıçların gölgesinde ilhamlar, ümitler sunacak. Bize hayat sunacak ruh, ecdat mezarlarından yükselen ruhani korkuların, cihat meydanlarından yükselen sevdaların, arz üzerinde ilâhî gülşenler teşkil eden düşünceleri dolaştıktan sonra, kalbimize dolduracağı iksir olacak.

“Bir ümitsizlikten uyuşmuş gönülleri bin şevk ile açacak. Mantıkla ilhamı yan yana yaşatacak. Kalb ile Kur”ân-ı birleştirecek. Hayatın süreksiz ve kesiksiz bir ibâdet aşkı olduğunu, hareketlerimizin bir imân ve heyecan yarışı olduğunu, asrın soluk benizli, ümitsiz ve inanmaya takatsiz çocuğuna öğretecek. Öğretecek ki ferd olan ve her adımında yeni bir sefaletle susamış yaşayan varlığımız kâinatta bir merkez ise, cemiyet onu çeviren bir dairedir. Bu daire, sonsuzluk denen ve bizimle beraber cemiyeti çepçevre her tarafından kuşatan büyük gerçeğin içinde bulunmaktadır.

“Bizi kurtaracak olan ruh, bu sonsuzluğun sevgisine susamış olan ruhdur. O. Sonsuzluğu, sonu olan varlıklara irca eden değil, fânileri sonsuzluğa yüceltendir. İlhamdan akla geçiren, ilhamı akla irca eden değil, aklı ilhama yükseltendir, bir ilhamın huzurunda secdelere kapanarak bin ilham müjdesini elde edendir. Bizi fena içinde fânilikten kurtarıp bekaya kavuşturandır.

“Nerede bulacağız onu? Kimden bekleyeceğiz?

“Biz onu Mecnun gibi ömürlerdir aradıktan sonra, onu bulduğumuz gün, kalbimizden şu sevinç feryadı kopacak:

“BEN SENİ UZAKLARDA ARARKEN SEN KENDİ EVİMDE İDİN!”

Nurettin Topçu, Var Olmak, 68 s.
Devamını Oku »

Namus

Bu müthiş kelimeyi herkes kullanıyor; herkes onun ne olduğu­nu biliyor sanki. Fakat bilmiyorlar; onu pek çokları halkın âhengine uyarak umumi gidişi bozmayanların cemiyet karşısında yaşattık­ları miskin tevekkülde arıyorlar. Bu tevekkül ne güzel bir nizâmı yaratıyor! Şüphe yok, cemiyetin nizamı saadetlerimizin bekçisidir. Bu nizâmı bozana karşı cemiyet aksülâmel yapar onu cezalandı­rır: Hukuk nazariyecileri böyle diyorlar. Yalnız hukukun cezalandırmadığı bir zümre var ki onlar kendilerinde cemiyetin namuslu damgasını taşıyorlar; bunlar cemiyetin bağışladığı imtiyazlarla yaşayan saadet avcılarıdır. Cemiyet yalnız bunlara dokunmuyor; çünkü bu namuslular, ellerinde cemiyetin bağışladığı beratı taşıyor­lar, namuslarının hâmisi cemiyettir. Bunlar, hiçbir yabancı ele muh­taç olmadan kendi ruhlarım yoğuran ferdiyetleri çekemezler. Polisli ahlâkın hücumundan kurtulmak için gizlendiği samanlıktan Hz. İsa'yı çıkaranlar, Allah'ın Peygamberi'ne namussuz dediler. Ati­nalıların gözünde, “kanunlarınızın hakikatına inanmıyorum" dediği için Sokrat namussuzdu. Cemiyetin kalabalığı arasında ve kalaba­lığın kuvvetleriyle silahlanmış olarak mukaddes olan benliklere saldırmaktan zevk alan dostlar! Ne olur bir kere de cemiyetin kuv­vetlerinden yardım dilenmeyerek, tufeyli acizleri ardınız sıra silahlı tele getirmekten bir kere olsun iğrenerek, bir kere de içtimai mantık hükümlerine boyun eğmeyerek vicdanların ta derinliğindeki, onunla ancak ferdiyetin kahraman olduğu ruh kuvvetlerde karşılaşsak! Cemiyetin siperlen gerisinde zavallı mantıktan meydana getirdiği­niz maskeleri, zaman yüzünüzden fırlatıp atacaktır. Yeni bir maske daha yaparsınız, değil mi? Her içtimai hale uygun maske yapıcısı olan hitabet şekillerinizden iğreniyorum. Etrafımızda her muvaf­fakiyet sanatkârı hitabet kullanıyor: Müşterisini kandırmak isteyen satıcı hitabet kullanıyor, sevgilisini aldatmak isteyen aşk sanatkârı hitabet kullanıyor, kanaatleri arkasında zayıf iradeleri yürütmeye çabalayan hareket adamı kürsüde hitabet kullanıyor, zavallı mantık­la büyücülük hünerini kullanan muharrir hem de ekseriya hakikat adına hitabet kullanıyor, muazzam tunçtan âbideler, yükseklikle­rinden çok aşağıda dolaşanlara tarih namına hitabet kullanıyorlar!

Asrımızda, köhne şiirin yerini hitabet tutuyor. Cemiyetin tazyikleri altında büsbütün zayıflayan ferdî ruhların her türlü zaaflarından istifade etmesini bilen bu iğrenç belâgat karşısında tüylerinizin ürperdiği anlar olmadı mı? Ruh kuvvetlerine tapınanların gerçek namusu, hep bu belâgat usulleriyle itham ediliyor. Zâlim hâkimler tarafından itham edilerek hareketlerininin hesabını verirken “Na­mus! Hamiyyet!” diye bağıranlar, İçtimaî mantık ve belagatlara, vicdanlariyle ve ferdiyetlerinin hamlesiyle karşı gelenlerdir.

Bütün belâgatların gayesi birdir. Satıcının ve âşıkın belâgatiyle hatibin ve methiyeler yazan kafiyeci şairin belâgatı hep ayni gaye uğrunda sarfedilmiş emeklerdir. Polisli ahlâk saadetle beraber yaşa­tılıyor, hitabete dayanan fazilet saadete kavuşturuyor; öyle ise felse­fenin şu ezelî meselesi halledilmiştir: Fazilet saadetten asla ayrılmaz.

Ama ne güzel tâbiye, ama ne güzel teselli! Saadet içinde fazi­letli, en yüksek mevkilerde kahraman kesilen dostlarım! Sizdeki saadetin maddede, faziletin ise ruhta barındığını hepiniz kendinize mahsus belâgatlarla ispata çalışmayın. Muvaffakiyet, ruhun hare­ketleri karşısında her zaman gözlerin önüne perdeler germiş, köhne bir maskedir.

“Suçları affedilmiştir; çünkü o çok sevdi.’' Hz. İsâ, cemiyet içinde en büyük suçluyu affederken böyle diyordu.Çünkü kainata karşı namus borcunu ödeyen kahramanların hepsi de çok sevdi ve ıztırap çektiler. Onlar bizi muvaffakiyetlere ulaştıran zekanın zaferlerini, bizde hazlar yaşatan bedenin rahatlığıyle birlikte namus mefkuresine feda ettiler. Bu mefkûrenın hakikî mânası, ruhun ken­dine gelmesi, kendisiyle kalması ve kendine inanmasıdır. Hakikatte ruhu selâmete kavuşturmak için maddenin en ufak bir rolü yoktur.

Beden, ruhun hapsedildiği bu kalıp, onun düşmanıdır. Ruhunu kur­tarmak isteyen kahraman ona danışmaz. Zira bu iki düşman kuvveti uzlaştırmak ancak ruhun yenilmesiyle kabildir. Beden, masanın altında horlamakta iken ruh yedinci kat göklere yükseldi. Yalnız bedenin fazileti, fazilet değildir. İradesi asla bedeniyle çarpışma­mış olan adam, faziletin mümessili sayılmamalıdır. Yunan hikmeti, ruh ile bedeni birbirinden ayırıyordu. “Ruh kirlenmeksızin beden arzuları kendini bırakabilir” diyen hikmet, ruhla bedenin boğuşma­sını inkâr ediyor. Hakikatta bizdeki mahşeri andıran bu boğuşma, ferdiyetleri yaratıyor. Ruhla beden düellosuna girişmemiş saadet adamının namus ve fazilet mefkûresinden bahsedişi bir fantezi değil midir? Etlerinin feryadını susturmak için çıplak vücudunu dikenlere atan hıristiyan azizi ahlâk mefkûrecisidir. Sainte-Thé­rèse, senelerce bedenini zevke gıda yaptıktan sonra bir büyük ruh hamlesiyle Allah’a kavuştu. Güzel bedenlerin en zehirli zevkim tadan bu azize, sonunda güzel ruhların kemâline erdi. Gandi, ruhu­nu kuvvetlendirmek için açtığı cihatta vücuduna iradesiyle azaplar yapmaktan çekinmiyordu.

İtiyatların ahlâkı olamaz. Bizde büyük ıztırap yaratanlara min­nettar kalmalıyız. Çünkü onlar bizde ruhla bedenin mücadelesini yaratıyorlar. Bu iradeli çarpışma, ferdiyetimizi göklere çıkaran, ta Allah’ın yanına kadar götüren ahlâkın hareketidir. Ömürlerinde bir defa bile ruhla beden çarpışmasını yaşamayan adamlar namusdan bahsediyorlar. Doğuşlarında dünyada hazırlanmış buldukları ahlâk kaideleriyle yaşayan zavallılar ahlâkdan bahsediyorlar. Ahlâk, ruhun kuvvet kazanmasıdır ve bu kuvvet ancak bedenle çarpışarak kazanılır. Bedenin sefaletlerini, düşüşlerini kendimize itiraf etmek, onları ruhumuzun karşısına koymak, içteki mücadeleyi hazırlama­dın şartı değil midir? Oscar Wilde: “Bedenin hiçbir düşü ve yıkılışı yoktur ki nefsi ruhanîleştirmesin” diyordu. Zaaflarını bilen adam, sefaletlerini söyleyen adam, mücadele için rakibini çağıran ruhun sahibi demektir. Ruhun ilâcı olan itiraf, günahlardan nefsi temizle­diği için değil, bedenin zevkleriyle ruhu çarpıştırdığı için yükselti­cidir, ruhu kurtarıcıdır.

Korku, ahlâkın miyarı değildir. Bedenlerin idare ettiği ve ihti­yatların şuurda muhafaza ettikleri nizâm âlemini bulandırmayan korku, ahlâkî değer taşıyamaz. Madde ve uzviyetlerin yaşadığı dünyadan ahlâk dünyasına geçebilmek için bizde mutlaka bir tabiat değiştirme (conversion) lâzımdır. Doğuşlarındaki ilk tabiatla ahlâk mefkûrecisi olmak istiyen ruh dünyasının cüceleri!

Burada büyük olanlar prens iken tacını çiğneyen çobanlar, yolunu şaşırdıktan sonra Allah’a ulaşan aziz analardır. Ne arzın nimetlerini fakirlere dağıtan mağrur zenginler, ne de zafer kılıncı kullanmış asîl hükümdarlardır. Siz gidiniz, bedenlerin âhengi ara­sında en münasip bir yerde dinlenin, cemiyetin umumî âhengini bozmadan mesut hayata karışın ve biliniz ki beden ruhun düşmanı­dır, ruhun sahipleri bedenin sükûnundan asla hoşlanmazlar. Onlar her zaman sizden uzak kalacaklardır. Onlarla anlaşmaya kalkma­yın, onlara öğüt vermeyin ve biraz da namuslu olmak isterseniz onları itham etmeyin!

Ey cevf-i esâtîre düşen hâtıra: Nâmus!

Nurettin Topçu, Var Olmak
Devamını Oku »

Hakikate Giden Yol

Hakikate Giden Yol

Yollar çoğaldı ve gözler karardı. Acaba sonu gelmiyecek bir gecenin kucağına mı düştük? Hüsran perdesi sımsıkı etrafımızı sarıyor. Kuvvet şeririn, hak kavinin, hüküm gaddarın elinde. Yeni doğan çocuk bile merhametten habersiz. Sabi ecdadına bir nesil kendi kurtarıcısına saldırıyor. Kardeşlik düşmanlığa değiştirildi. Hakkın düşmanları, kurtuluş arayan kardeşlerini kahretmek isti­yorlar. Din ile kin, vecd ile zevk hiçbir zaman bu kubbenin altında böylesine boğuşmamışlardı. Hepimiz hakkın yetimi olarak yaşa­maya mahkûm gibiyiz. Güneşi arıyoruz. Bizi hakikata götürecek yol hangisidir?

Bu yol, yaşayış ufkumuzu saran pek karmaşık yollardan biri midir acaba? önümüzde hilenin, hünerin, siyasetin yollan var. İhti­rasın, servetin, şöhretin, şiddetin yollan var. Zulmün, taassubun, kahrın, fitnenin yolları var. Dünyamızı çepeçevre saran bu yolların yolcusu yüzlerce kafile etrafımızda dolaşmakta iken bize ilham verecek aydınlık kalbimizdedir. Şaşkın fanilere gıpta etmekten sakınalım. Gafil düşmanların kin ile doldurduğu bu kalbi ibadetle, aşk ile, sabr ile durmadan yıkamak zorundayız. Yoksa bir yolun ortasında mahvolacak gibiyiz. Yolumuz, zâlim kardeşlerimize merhamet yoludur. Gaflet içerisinde kendini helâk eden zalim neden insan düşmanı olsun? Ona sevmesini, onu severek öğrete­lim. Hocasına kin ile saldıran delikanlıdan daha çok merhamete muhtaç olan kimdir? Güneşi lânetleyen bir putperest duydunuz mu hiç? Varsa eğer güneşin mucizesi onu aydınlatmak olacaktır.

Şayet güneş yakarsa o cehennem ateşi olur. Ancak ısıtan, aydınla­tan güneş gerçek güneştir. Zulmün üniversitesi olur mu? Mezarcıya doktor denildiği nerede görülmüştür? Dostlarım, zalimi ve mezar­cıyı da affedemezseniz siz güneşi göremiyeceksiniz.

Hakikat güneşine götüren yol, dosdoğru, dümdüz bir yol­dur. Lâkin insanlar içinde bu yolun yolcusu azdır da karmakarışık, dolambaçlı yolların yolcusu çoktur. Ve bu yolların üstünde yüzler­ce kafile birbirleriyle yarışmaktan hiç usanmıyacaklardır. Halbuki düz yol, aydınlık yol, saadetin ve gerçek zaferin yoludur. Kalbe çevrilen gözlerin ilk bakışta buldukları yoldur. Bu yolda yürüyüş kumandası veren kalp ile yolun sonunda murada eren kalp ayni kalptir. Baştaki emirle sondaki muradı birleştiren ve ayni kalbe bağlıyan bu yol gerçek saadetin yoludur. Lezzetle devletin uzağın­dan geçen bu yol, dost ile düşmanı dostun kalbinde birleştiricidir. Zulmü zâlimin kalbinde eriticidir. Gerçek ve ebedî saadeti arayan­lar, hesabın hileleri ve zekânın tuzaklarıyla eğrilmeyen, bilakis kalbin dosdoğru uzanan aydınlığında hakikat güneşine götüren yolu tutsunlar. Kulların duasını Hakk’a ulaştırmak istersek Hakk’ın muradını kullarına tanıtalım. Hakikat güneşi karşımızda parlamak­ta iken gözlerimizi kapatmayacak kadar kuvvetli ve cesur olalım.

Nurettin Topçu, Var Olmak
Devamını Oku »

Dua

“Var olmak, istemek ve sevmektir,” denildi. İnsanı var kılan, var olmak iradesidir. Benlik, bu iradenin ifadesidir. Var olmak iste­yişten, daha fazla var olmak isteği taşıyor. İrade, dışımızda hareket olmadan Önce içimizden gelen bir itilmedir. İnsanların istekleri, âdeta yerle gök arasında kat kat yükselen birer zemin üzerinde yayılmaktadır. Bazılarının istekleri alçaklarda dolaşıyor, bazıla­rınınki çok yükseklerde uçuyor. Bilinenle istenen şey arasındaki nisbetsizlik insanı eziyor. Akılla iradenin çatışmaları ıztırap doğu­ruyor. Elimizde olanla henüz olmayan arasındaki uçurumu aşmak, yapısı bakımından akim başaramayacağı iştir. Bizde var olan istek­le var olmasını istediğimiz hareket arasında ümit köprüsü gerili­dir. Ümit ise bir vehim, bir gölge olmaktan çıkıp da irademizin hayatı ile dolduğu zaman, dua olmaya doğru adım atmıştır. Eğer iradenin hayatı, kendi kendine yeterli davranışla ileri atılırsa bun­dan ya başarısızlık, ya da hoyratlık ve kendi kendine inanmayışın iğrenç tepkisi olan zulüm doğuyor. Bu halin aşın şekilleri ise bazı akıl hastalıkların meydana çıkarmaktadır. Ancak iradenin hayatı, yolun ister açık ister engelle tıkalı olduğu zaman, kendi kendine yeterli olmadığını kabul edip de kendi dışındaki sonsuz kudrete sığındığı zaman, dua başlıyor.

Duaya hazırlanan irade önce bu sonsuz kudretin huzurundadır. Onu görür, onun yardımına muhtaç olduğunu bilir. Kendi elindeki bütün imkânları çaresizliğin sınırına kadar sürükler, götürür. Dün­yamızda bizim zayıf aklımıza sunulan bütün imkân ve çarelerin yetersizliğinin hissi, duanın ilk şartıdır. Ergin ruhlarda tam bir idrâk, tam anlayış haline yükselir. “Zayıfım, âcizim, kendi kuv­vetlerimle hiçbir şey yapamam. Sana sığınmaktan başka çarem yok.” Sonsuz kudrete çevrilen duacının kalbinden çıkan ilk söz, bu itiraftır. Bu itiraf varlığı doldurduktan ve tam inanış haline gel­dikten sonra duaya yönelen ruh, günahlarının itirafına başlıyor ve kalbinden dudaklarına yükselmek isteyen şu sözlerle teslim olu­şa hazırlanıyor: “Asiyim, günahkârım, yardımına lâyık değilim. Böylesine sefil bir yaratık senden nasıl yardım dileyebilir? Affına lâyık değilim, öyleyken senden af diliyorum. Bana mağfiret et!”

Ne olduğunu bilmediği bir büyük huzurda kendisinin yere serilmiş olduğunu gören irade, mutlak kudretten vaad almış olduğu anda, son hamle olarak o ana kadar kendisini dolduran iyi, fena, çirkin, güzel pek çok ve çeşitli dileklerini hep birlikte bir kabın, bir büyük kadehin içinde doldurmuşçasına bir arada toplar ve mutlak kudretin vaadini hissettiği anda onu bir boşluğa boşaltır, hepsinden birden boşalır. Kendi hiçliğini hissettiği o anda mutlak kudretin kendisine uzanan elini üzerinde duyar: Dua kabul olunmuştur. Bu olağanüs­tü, beklenmedik anda, o zamana kadar kendi dışında bulunduğuna inandığı sonsuz kudretin ta içinde olduğunu görerek ona tereddüt­süz teslim olur. İçindeki bu sonsuzluk, Yunus’un “Bir ben vardır bende, benden içeru” diye anlattığı önce bizi saran, sonra da içimize sinen mutlakın iradesidir. Bizim sefil insan olarak isteyen irade­miz, duanın kabul olunduğu bu anda mutlakın iradesiyle başka bir deyimle sürünen ben, kurtarıcı Ben’le, bütün noktaları tastamam üstüste gelmek suretiyle birleşir ve o anda yok olur. Kurtuluşun tam müjdesi duacıyı kendinden geçirir. Eğer sefil benlikten bir damla olsun erimese de dayansa, dua gayesine varmamış, Allah’a ulaş­mamıştır.

Gayesine ulaşan duada ruhtaki bütün dilekler, bir nehre karışan küçük ırmaklar halinde, mutlak iradede eriyip kayboldukla­rı gibi, duanın bu anında duacı vücudunun varlığım bile hissetmez olur. Artık onun için ne elem ve bunaltıcı dilek, ne de fenaya çevrili emeller kalmıştır. O ruhta fenalıklar, kendi vücudunun hissiyle birlikte, ateşe düşen kar tanesi gibi, eriyip kaybolur. İçerisinden İlâhî vecdin taşıdığı bu an, bu sonsuz sevinç anı ölümsüzdür. Onun başka beşârete ve hiçbir gayrete, hiçbir harekete ihtiyacı yoktur. Onda ses kesilir. nefes durur, vücut bütün bütün silinir. Varlık, kalpte bulunan bir noktanın kurtarıcı aydınlığına sığınmıştır.

İşte bu safhalarıyla anlattığımız dua şöyle tarif edilebilir: “Bü­tün halimiz ve bütün varlığımızla Sonsuz Kudret’e sükûn ve sürür içinde teslim olmamızdır.'' Bu yaptığımız tahlillere göre, yüksek sesle, ciğerleri yırtarcasına bangır bangır bağırarak, tumturaklı ve seci’li parlak cümleler halinde yapılan duaların, cemaatı dolandıran bir esnaf zümresinin berbat sanatı olduğunu anlamak güç olmaya­caktır. İstediği kadar saf insanların gözünden yaşlar getirsin, bu sihirbaz hüneri hem de Allah'a karşı bir terbiyesizlik, hatta haya­sızlıktır. Her hırsı, her emeli Allah'tan istemek şeklinde gösteren bu kurnazca alış veriş tarzı, iç yüzünde zenginin bütün varını kendi eline geçirmek isteyen ve bunun için dilenci kılığına bürünen sah­tekâr harisin kullandığı maharettir. Kendi bağırma ve konuşma hünerini kullanarak zengini yola getirmeye çalışan, kendisinin ses ve söz kabiliyetlerine değindirerek onlarla Allah'a çevrilip halimizi bilmeyen bir ağaya dil döker gibi kendisine acındırmaya çalışan ve zaman zaman tehdit edasını kullanarak zafere doğru gittiğini uman bu bayağı dua tekniğinin hiçbir zaman Allah'a ulaştıramıyacağını ve bu duaların asla kabul olunmayacağını bilelim.

Böylesine bağı­ranlar Allah'ın lutfuna ve hidâyetine kavuşsa, iniltiden öte sesi çıkmayan hastaların ve kendi nefesine sözü geçmeyen gariplerin ve bütün samimi ruhların Allah’tan yardım görmeyeceklerini, yalnız parlak cümleler yapmasını bilen gür sesli sahtekârların İlâhî iutfa uğrayacaklarını kabul etmek lâzım gelir ki, bunu da bir an olsun düşünmek, Allah'ı hiç tanımamakla beraberdir. Hakikatte ise hava­yı parçalamasına boşluğa haykıran kalabalıklardan uzakta, Allah yalnızlarla beraberdir. Aşkın olduğu gibi, duanın da sözü bırakıp kalbe sığınmada bulunduğunu Yahya Kemal ne güzel anlatmış: “Kalbi olanın dili yok, dili olanın kalbi yok." Samimi ve gerçek dua dudaklarda başlar, kalbe iner, orada Allah’a ulaşır. Dudaklarda başlamasının sebebi, sadece beden hareketlerinin ruh üzerine etkili bulunmasını sağlamaktır. Gerçekte hiçbir dille konuşmayan Allah'a çevrilmiş sözler gibi, göklere açılan eller de bizdeki dua halini kuvvetlendirmeğe ve bizi dua kapısından içeriye daha cesa­retle sokmaya yararlar. Duayı dua yapan, bedenin tâbi tutulduğu merasim değildir. Bize nüfuz eden İlâhî iradeden bir kıvılcımdır. Toplu yapılan duada bu kıvılcımın ateşlenmesi daha kolay olmakla beraber, bunda sonsuz kudrete değil de, birlikte dua yapan kalaba­lığa sığınmak tehlikesi vardır. Bu takdirde dua kuru bir gürültüden ibaret kalır. Yalnız yapılan duada Büyük Yalnız'a sığınma imkânı daha çok olduğundan bu dua öbürüne üstün tutulur.

Duada dilenen, İlâhî rahmet veya merhamettir. İstiyoruz ki, Sonsuz Kudret bize acısın ve üzerimize lütuflarını yağdırsın. Duacının ruhunu dolduran, İlâhî merhametin ümididir. Ancak bu ümide bizim kendimizden gelen hiçbir kurtarıcı kuvvetin ümidi karışmamalıdır. Kendi gücümüze bağlandığımız, ona inandığımız yerde dua yok oluverir. Allah’tan ümit, aşk halini alınca dua en yüksek haline ulaşmıştır.

Duanın belli bir merasim olmadığını söyledik. Tekrarlandıkça o, içsel bir davranış olarak insanın ruh yapısına girer, şahsiyetine karışır, karakterinin bir özelliği olur. Birçoklarının parlak nutuk­lar halinde yaptığı dualarda gerçek duadan eser bulunmadığı gibi, duayı ruhlarına karıştırmış olanlarda o, sürekli bir yaşayış, adeta alışkanlık halini alır. Böyleleri devamlı dua halinde bulunurlar. Onların sözleriyle hareketleri ve bakışları bile dua olur, rahmet ve ümitle dolar. Büyük ruhlar, kendilerinde devamlı dua halini yaşatanlardır. İnsanın en güzel eserleri duanın eserleridir. Kur’an, yeryüzünde duanın en büyük eseridir. Onda bizi Allah’a teslim eden füsun saklıdır. Kur’an dinleyenin samimi hali, İlâhî rahmetle kucaklanma halidir. Kur’an'ın kâidelerini her dilden öğrenebiliriz, lâkin onun ruhunu yalnız kendinden, Kur’an’ın kendi dilinden ala­biliyoruz. Bu dilin mucizesi, her halimizi dua hali yapmasındadır. Bütün varlığıyla duaya açılan adam bir dalgın, bir meczub veya be âciz değildir; belki aşkını âleme yaymaya kabiliyet kazanmış olan ve âlemin mesuliyetini kendi üzerine almaktan zevk duyan kalp adamıdır. O, bunca yükü sırtına yüklendikçe hafifler, sanki fezalarda uçar. Peygamberlerle veliler, her hali dua olan bahtiyarlardır. Onlar sürekli olarak Allah'a yalvarış halindedirler. Gerçek din terbiyesi, müminin ruhunda dua halini daima daha sürekli hale getirmektir.

Duaya açılan kalbden daha büyük kapı yoktur. Dua, Allah'la konuşmaktır. Büyük Sonsuz'dan gelecek cevabı bekleyenler, bu kapının eşiğinde bir Ömür beklemekten usanmazlar. Görmeye doyulmayan o, Sevgili'nin sesi, bazen ağaçların seher rüzgârıyla aldığı nefeslerde, bazen bir îshak kuşunun hıçkırıklarında duyulur. Bir akşam havasının sessizliğinde dinlenir. Onun sonsuz bakışını, ıssız gecelerin derinlerinde akıp giden yıldızların ibadetinde tanı­mak kabildir. Allah’a açılan eller halinde gökyüzünü arayan mina­reler, sürekli ibadet ve dua halinde bulunan yıldızlara sanki hayran­dırlar. Ağaçların bu dua kâinatına doğru atılışları da varlıklarından coşan sevdanın ifadesidir. Onlar da duaya açılacak kapı arıyorlar, onlar da Allah’a yalvarıyorlar. Hepimiz yaşamak için yalvarmaya mecburuz. Bizdeki ümitler yalvarmak istiyorlar. Musset, “Beni teselli et ki, bu akşam ümitlerden ölüyorum. Sabaha kadar yaşamak için yalvarmaya muhtacım.’’ diyordu. Yunus'un şiirleri, miracda yapılan dualardan başka bir şey olmadığı gibi,

“Çıktım semâvâta hâk berser,

İndim semâvât ile beraber.”

diye Makber’den haykıran Hâmit, dua halindeki miracını anlat­maktadır. Bütün sesi ve edâsı dua olan Fuzulî*nin “Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlâre sû” diye haykırışında aynı kalp kapısın­dan sonsuza seslenişler duyuyoruz.

Dua, sözlerin en güzelidir. Nûrdan, sudan ve sevdadan yapıl­mıştır. Her varlığa nüfuz eder, her ümitsiz davranışı değiştirir, her kalbi kurtarır.

Dua, hallerin en sevimlisidir. Hasetten uzaklaştıran dostluğun, çokluktan kurtaran birliğin, hasretleri kavuşturan güneşin birleşme­sinden meydana gelmiştir.

Dua, kevserlerin en tatlısıdır. Gözyaşlarından ve ilâhı rahmet­ten yapılmadır. Sevdalar onun başında söyleşir, garipler onun kena­rında dinlenir, yanmış yürekler onu içtikçe ferahlanırlar.

Dua, rüyaların en gerçeğidir. Hicranda kalanları kavuşturur, ruhları Allah’la tanıştırır, varlığı aslına yaklaştım.

Dua, bizde bizden öte bir haldir, insanda insanüstü bir dildir. O, en güzel ruhların dilidir.

Hareket, VII/79, Temmuz 1972.

Nurettin Topçu,Var Olmak
Devamını Oku »

Izdırabın Manası

İnsan hayatında en sürekli hâdise ıztıraptır. Bir mânada insa­nın bütün hareketleri, ıztıraptan korunmak için yapılan hamlelerdir. Halbuki ıztırap insanın en derinlerinden çıkıyor. O, ruh yapısının en derin tabakalarını sarsacak kadar şiddetli darbelerin eseridir, insan kendi iç yapısını tanımaktan, bizzat kendisi ile karşılaşmak­tan korkuyor; hayatının her safhasında başka bir tarzda kendinden kaçıyor. Iztırap, sadmesinin şiddeti ile, içimize kapatıp her tarafını yabancılarla sımsıkı örttüğümüz asıl varlığımızı, bizden gizlenen bizi ortaya çıkartıyor ve bizi geçici hazlar ve yabancı kuvvetlerle bilenen, haldeki irademizin karşısına koyuyor. Bu asıl bizim, bu suni bizim yüklendiği vehimler ve benliğimizi hiçbir zaman doyur­madıkları halde ona sürekli musallat olan isteklerin yıkıcı darbeleri altında ezilişini yaşatıyor. Lâkin bu eziliş, onun dirilişi, onun ayak­lanması, onun bizdeki yabancıya meydan okuması ile sonuçlanı­yor. Böylelikle dıştaki kabuk parçalanmış oluyor ve bizde gizlenen gerçek bir hayata kavuşuyor.

Iztırap, insanda kalbin varlığına ilk alâmettir ve onun dost gibi karşılanması kalbin şaheseridir. Herşeyi kaybetmede en büyük kazancı arayan kalp, böylelikle büyük muradına ermiş oluyor. Zira “sevilen kaybedildiği zaman ruh göklere yükselir." Iztırabın bizdeki bütün yabancıları fedaya kabiliyetli kudreti, insanı insan­ların üstüne yükseltiyor. Her çeşit fedakârlık onca bağışlayıcı bir gülümseyişten fazla bir şey değildir. Hem de bu en büyük cesaret­tir. Denizlerin ortasında kaldığı halde altındaki tekneyi ve kürekleri de kime olursa olsun hemen bağışlamakta tereddüt etmeyen insanın fedakârlığı gerçekte aklın kabul etmeyeceği bir cesarettir. Lâkin o, ıztırabın en ufak sadakasıdır. Iztırap kendi sahibinin sevgilisidir. Onun uğrunda sebebini bilmese bile, herşeyi feda etmemek elinde değildir. Iztırap, insanın en çok sevdiği varlıktır. İnsan ıztırapla sevdiklerinin hepsinden ziyade ıztırabı seviyor. Ondan koparak ayrıldığımız zaman varlığımızdan bir parçanın koptuğunu duyuyo­ruz. Öyle ki, onun yerini başka hiçbir şey dolduramıyor. Iztıraplann hatırası kadar canlı ve onlar kadar geçmiş hayatımıza mâna verebi­len hatıralarımız yoktur. Çünkü benliğimize en derinden bağlanan ıztırabın eserleridir. Iztırap çekmek varlığımızın çok derinlerine gömülü ince bir kılıcı ondan çekip çıkarmak gibi tahammülü zor bir hâdisedir. Lâkin onu çıkarmakla asıl benliğimizi elde ediyoruz. Onda bir kavuşma ve vuslatla beraber bir ölüm ve sayısız kayıplar bulunuyor. Suni benliğimizin isteklerini feda ederken derinlerdeki gerçek benliğimize kavuşuyoruz; onunla tanıdığımız hakikattir. Musset’nin dediği gibi “insan bir çıraktır, ıztırap onun üstadıdır ve hiç- kimse ıztırap çekmedikçe kendini tanıyamaz.” Böylece ıztırap- ta, bir ölümle bir doğum aynı anda, aynı ruhta birleşiyorlar. Kolay bir ölümle çok ağır bir doğum.

Iztırabı yaratan ulvî ve İçtimaî engelleri birer birer ortadan kaldıran insan, yok oluyor. Kolaylıkla ve bollukla elde edilen haz­lar, önce şuuru uyuşturuyor, sonra kalbi harap ediyorlar; sonunda iradenin engelleri aşan gücünü yok ediyorlar; insan diye ortada kalan varlığın, sade hazlarını devşiren otomatik bir yapıdan far­kı kalmıyor. Düşüncenin azameti ile iradenin sonsuzluğa götüren gücünü hazırlayan ıztıraptır. İnsanın verici ve yaşatıcı kuvvetinin kaynağı ondadır. Iztırabın yaratıcılığı, İsa’nın son nefesinden çıka­rak insanlığa yayılan asırların tüketemediği hayat aşkıdır. Çok kere ölümü de unutturan hayat aşkımızın hedefi bütün varlıkların ıztırabını çekmektir. Her varlığın yanında yaşayarak herşeyin ıztırabını çekmekten bir türlü doymuyoruz. Varlıkla ilk ve kendi kendimizi aldatan temas, zevk verici oluyor. Ancak irade, zevkin temas ettiği noktayı derinleştirip kazıyarak aynı yerde elem çukuru açıyor ve orada uçsuz bucaksız acılan tatmaktan doymuyor. Her zevkin sonu elem oluyor ve insan zevki sade tadıyor, lâkin acıyı sömürüyor.

İnsanlığın büyük haraketlerini yaratan ıztıraptır. Dinler ve sanatlar, tarihin kaydettiği parlak medeniyetler ıztırabın şaheser­leridir. Peygamberler ümmetlerinin ıztırabını yüklenerek kurtuluş vadini Allah’tan getiren büyük muztariplerdir. Büyük sanatkârlar da dünyamızın bahtiyarları değillerdir. Yunus’tan Akif e, Fuzu­lî’den Dostoyevski’ye kadar bu insanüstü kafilenin sahip olduğu büyük ve âdeta İlâhî imtiyaz, onların büyük ıztıraplarıdır. Iztırap, hepsinin yaratıcılıklarının dokunulmaz berâtıdır sanki.

Iztırap, hayatımızda en umumi hâdisedir. İnsan kendinde ira­denin varlığım hissettiği anda bilinmez bir varlığın ıztırabını da hissediyor gibidir. Denebilir ki, istemek ıztırap çekmektir. Kâinatta ilk olan kuvvet, insanda ıztırap halinde gözüküyor. Bizde bir ruhun varlığını tanıtan şuur, ıztırabın hâlesi ile kuşatılmış bulunuyor. Önce ıztırap çektiğimizi hissediyor, sonra düşünüyoruz ve düşün­ceye dışımızda bir konu arıyoruz, bizi oyalasın ve içteki mutlak acıyı unuttursun diye. Eşyaya bağlanınca bir an için ıztırabımızı unutuyoruz. Bu bağlılık hazlarla bezendiği nisbette acıdan uzak­laşıyoruz. Büsbütün kendi dışımıza çıktığımız zaman “mesuduz!” diyoruz. Ancak bu bir anlık kendimizden kurtuluş, gerçek kurtu­luş olmuyor. Eğer o sürekli olursa insanlığımızdan çıkıp basamak basamak, hayvanın hatta bitkinin hayatına yaklaşıyoruz. Günün birinde bu bölgede yaşanan bir başarısızlık bize derhal kendimize iade ediyor ve şifa bulmaz ıztırabın kucağına fırlatıyor.

Neticede kendimizden kaçma bizi kurtaramıyor. İcabediyor ki, kendimizden çıkıp mutlakın kucağına sığınalım. Halbuki o mutlak kendimizde, kendi içimizdedir. Kurtuluş, eşyadan gelip de bizi oyalayan bir oyuncak halinde servetten, devletten, ikbâlden, ilimden, zevkten ve bol yaşamak iradesinden doğunca gerçek ve doyurucu olmuyor. Aynı zamanda akıbetsiz olan böyle oyuncakla oyalanma hazları, duyulan bir zaman için oyalıyabiliyor. Sadece birer maskeden iba­ret olan bu doyumların arkasında hepsinin ve hayatın gayesizliği Yokluğun içimizdeki dehşetini bir türlü ortadan kaldıramayan bu doyumlar, insanı mütemadiyen bölüyor ve küçültüyorlar. Kalp daralıyor, yaratıcılığın kaynaklan kuruyor ve insan bunların en kuvvetlisini yaşadıktan sonra batan bir geminin enkazına yapışarak bir parçayı elinden kaçırınca öbürüne yapışan, deniz­lerde çırpman zavallının haline geliyor. Iztırap ruhu bu sefaletinden kurtarıcı eldir. İnsan dünyada birçok şeyleri istiyor. Lâkin bütün bu istediklerinin birleşerek gösterdikleri ortak gayeyi aradığı zaman boşlukta kalıyor. Onu gerçek gayesine götürecek dostu bulmak için mutlaka bir ıztırabı seçmesi gerekiyor.

Birçokları, kendilerine İlâhî lütuf olan ıztırabı değerlendir­meyip varlıklarından iterek kendisine el uzattıkları fâni hazlarla zehirlendiler. Geçici tatminler onları boğdu, yine de onlar kendi katillerini kendilerinde arayacak yerde dışarıda aradılar. Mutlaktan ve sonsuzluktan yüz çevirmek için cemiyetin süsleyerek insanlar arasında yaşattığı izafi ve itibarî değerlere bağlandılar. Bu yüzden hayadan içten zehirlenmeyi andıran sürekli ve içsel bir vicdan aza­bından ileri gitmedi. En sevdiği hasretine kavuşunca onunla sarılıp kucaklaşır gibi ıztıraplarına sarınarak onu kutsallaştırabilenler, ebe­dî hayatlanna dünyada iken başlamış olanlardır. Bu yolda yürüyen­lerden Yunus din velisi, Fuzulî aşkın kahramanı, Namık Kemâl ve Mehmet Âkif millet velisi oldular.

Iztıraptan kaçarak hayatının her halinde hazza koşmak isteyen halk bile onlara hayrandır. Çünkü, farkında olsun olmasın, insanın asıl mayası ıztıraptır. Iztırap, tel­kinini mutlaka damarlarımıza aktaran ahlâk hocamızdır. Gerçekte insan ruhunu en fazla katılaştıran ve zehirleyen hırslarla hasetlerin harabettiklerî kalbi, ıztıraptan başka ne tedavi edebilir? Geçirilen bir hayatın paylaşılmış acılarına dayanmayan dostluk, çürük ve temelsiz olduğu gibi, ıztırapsız yapılan dua şarlatanlıktır. Iztırap, harisiz, sözsüz, sessiz konuşabilen kalbin dilidir. Onun diliyle, canlılarla, cansız varlıklarla, mazi ve mekân ile, sonsuzlukla konu­şabilenler vardır ve onun belâgati bizim zâhir dilimizi sonsuz bir şekilde geçmektedir. Iztırap, kabul olunan içsel dualarımızın dili­dir; bütün gerçek ibadetlerin üslûbudur. İnsanı insan yapan kah­ramanca karşılanmış ızdıraplardır. Iztırap insanı, yaratıkların son halkasında ilahi varlığın eşiğine ulaştırarak belki bir gün bu kapıyı da açtırcak olan kutsal kuvvettir.

Nurettin Topçu,Var Olmak
Devamını Oku »

Dostluk

Dostluk, iki insanın sürekli tanışmasından ibaret basit bir içti­mai olay değildir. Kelimenin gerçek mânasıyla dostluk, dünyada pek az rastlanan yüksek ve müstesna bir ruh halidir. Erkekle erkek, kadınla kadın arasında yalnız ruh âleminde barınan aşkın sakin­leşmiş ve süreklilik kazanmış şeklidir. Yalnız samimî ruhlarda barınır. İnsan şahsiyetinin en yukarı basamaklarında rastlanır. Her olay karşısında iki insanın aynı duygulara sahip olmasıyla yaşa­tılır Arkadaşlık, akrabalık ve kardeşlik gibi, uzvî veya tesadüfi yakınlıkların dostlukla alâkası yoktur. Bütün bunlar, ruhları esir eden cemiyet çemberlerinin, bayağı ve hayvani menfaatler hesabı­na veya sadece bu yeryüzünde sürünmek isteyen hayatın hesabına kullandığı iğreti desteklerdir. Ruhu esir etmekten başka bir şey yapmazlar. Ruhun asıl kurtarıcısı olan dostluğun yaşla, kanla ve menfaatin ilgisi olamaz. Yaşları, ana-babaları, menfaatleri, vücut­ları ayrı olan iki varlığın dostlukta bir kalple yaşamaları nasıl izah edilir? Bunu, biyoloji ile sosyoloji ilimlerine başvurarak açıklamak imkansızdır. Ruh dünyasının sonsuz sırlan var. Bunlar bedenin ve cemiyetin kalıplarına girmiyorlar. Dostluk, şuurdışı denen ve ruhun derinliklerinden gelen bir müjde veya ilham gibidir. Neyi aradığı­nı bilmediği halde “aradığımı buldum” diyen, karşısındaki insan ruhu üzerinde hiçbir tahlil, bir akıl yürütme yapmadan muradına ermişlik sevinci ile sarsılan ruhun zaferi dostluğa kavuşmaktır. Bu yeryüzünde yalnız yaşayamayan insanoğlunu yalnızlıktan kurtaran dosttuk, dıştan sebeplerle açıklanmayan ruhî ve ilâhi bir ilhamı andırmaktadır Dostlukta sanki bir ruh ikiye bölünüp kendi yarımının karşısına geçiyor.

Büyük insan ruhu dostlukta bulunan ve dost arayan ruhtur. Hiç- kimseyi sevmeyenlerin ruhunun varlığından şüphe edildiği gibi, herkesi aynı halde sevenlerin samimiyetin­den şüphe edilir. Yalnız sevdiği varlıkta kendi yarımını arayanlar samimi ve büyük ruhlardır. Mikelanj bütün ömrünce sanki çilesi­ni doldurur gibi, varlığını tüketircesine çalışıp meydana getirdiği eserle aradığı dosta varlık vermek istiyordu; kendi varlığını dost varlığa aktarmak istiyordu. Russo, hep sefaletlerle dolu hayatının bütün buhranları ile isyanları arasında bir dost aradı. Bethoven’in senfonileri, mutlaka açılması için sonsuzdaki dost kapışım sarsan feryatlardır.

Dost sade bir insanda mı aranır? İnsanda rastlanmasa da o, bütün dünyaya hayat halinde serpilmiş bir yüzde görülür. Bu yüz, bu güzel dost yüzü tabiatın yüzüdür. Tabiatta gizlenen insan yüzü­nü görmeyen gözler kördür. Tabiatla konuşmasını bilmeyen insan ruhu dilsizdir. Gözü ve gönlü olanlar ne halde olsalar tabiat onlarla sözleşir; her nerede olsalar onlar tabiatla konuşurlar ve onunla hal­leşirler. Dost arayan gönüller, onu bir insan varlığında bulmasalar bile tabiatta bulurlar. Hicrandaki ruhun bir ağacın altına sığınması ve karşı yamaçta bulunan bir ağaçla sözleşmesi hicranım vuslat yapıyor. Dağların ardındaki dost sanki karşısındadır. Bir dere kena­rındaki su sohbeti yüzlerce insana çevrilen hasbıhalden çok zengin ve çok daha değerlidir; çünkü onda bir kalple konuşulur ve o kal­be derinlerdeki bütün sırlar açılır, acılar anlatılır. Hem de ondan şifa umulur; onunla yaralar tedavi edilir. Suyun çiçeklerde koku, gökyüzünde renk, tende hayat olmadan önce varlığının en büyük hikmeti yaraları tedavi etmesidir. Ruhtaki derin yaralar Kur’an’da sesle tedavi edildiği gibi, tabiatta su ile tedavi edilirler.

Güneşe gelince her bakışı yeni bir aşka başlangıç olan bu dost yüzü, tabiattaki bütün dostlukların ezelden beri soğumayan kayna­ğıdır. Akar sular ve ağaçlar, denizler ve dağlar hayran hayran onu seyrederler. Çağlayanlar o nurdan sevgiliye hıçkırırlar. Rüzgârlar onun için inlerler. Yatağında için  için ağlayan derelerin kalbinde onun aşkı parlamaktadır. Başakları çiğlerle yüklü bir bahar tarlasında güneşin hülyası dalgalanır. Güneşsiz bir dünyada acaba aşk olur muydu? Tabiattan Tanrı’ya tırmanmak, hakikat yolculuğunun son çabasıdır. Çünkü tabiat, dostların dostu olan Büyük Dost’a, Allah’a ulaşmak için hilkate dayalı bir merdivendir; her tarafına insan denen leşlerden pis kokular ve zehirleyici buğular saçılan cemiyet hayatından kurtulup da tek kurtarıcı Dost’a kavuşmak için geçilmesi zorunlu olan geçittir. Bu geçit aşıldıktan sonra ruh Allah sohbetine kavuşur; o artık her yerde Allah’la beraberdir. Bu geçi­di geçmedikten sonra, dünya denen viranede kalbine dost arayan biçareler boşuna yoruluyor. Ömür boyunca dost peşinden koşan zavallılar dost bulmasalar da onu arama zevkini tattılar. Her sabah doğan güneş onları, “Kalk, dostunu ara!” diye selâmlarken gönül­lere bol ümitlerden bahşiş dağıtıyor.

Hayatın mânasını hakkıyla bilenler, onu bol kazanma ve hoş vakit geçirme vehimlerinde telef etmezler; belki dost arama yolunda bir cihad devri sayarlar. Aranan dost ya bir insan yüzünde gülümser, ya da insanı tabiatın cezbelisi yapar. Miracda açılan kapı belki sonunda ona da açılacak. Ümidi­miz, miracın dâvetcisi olan o Büyük Dost’un sohbetine kavuşmak olunca dünyamız da değerli olacak, bu sefil âlemde dost arama çabalarımız boşa gitmeyecektir. îşte o zaman “dünya güzelmiş, çünkü o Büyük Dost güzel!” diyebileceğiz.

Nurettin Topçu,Var Olmak
Devamını Oku »

Yalan

Söz, hayat ve hâdiselerin ifade vasıtasıdır. Öyleyken insan niçin yalan söyler? Niçin hayat ve hâdiselere uygun olmıyanı uygunmuş gibi ileri sürer? Bunun cevabı “aldatmak için’’den ibaret basit bir ifadedir. Ama niçin aldatıyorlar? Neden birçok insanlar, olmayanı olmuş gibi göstererek başkalarına hakikat diye sunuyor­lar?

Yalanın sebepleri çoktur. Hepsi de zaaflarımızdan doğmadır. Kuvvetli adam, sağlam ruh sahibi insan yalan söylemez. Yalan söyleyen adam hastadır; sebepsiz yalan söyleyenler psikopatlardır. Onlar yalanı yalan olduğu için severler, kullanırlar ve hazırladıkları yalanın yalan olmadığına kendilerini de inandırmak isterler. Başka­larını ve kendilerini yine kendi uydurdukları yalanın doğruluğuna inandırdıkları nisbette ruhları tatmin bulur, ancak böylelikle yaşayabilirler.

Bundan başka yalan kin ile hasedin kullandığı silâhtır. Çocuk, korkusundan yalan söyler. Yaptığı yaramazlığı başka çocukların üstüne atar. Hırsız da korkusundan yalan söylemeye mecburdur. Kadın, bazan hayatta yalnız ve sahipsiz kalmaktan korktuğu için yalan söyler. Garaz ve gayzla yalan söylendiği zaman da yine kor­ku hâkim demektir. Gayz ve garaz, muvaffakiyetin meşru ve dürüst vasıtalarla elde edilmediği yerde başvurulan çaredir. İlimce ve ser­vetçe ulaşılmaz olana, ona ulaşamayanlar ve ulaşmak imkânından mahrum olanlar kin ve garaz duyarlar. Aşkta ulaşılmaz olana bütün sefil ruhlar garazkâr olurlar. Fazilette ulaşılamayanın bütün perişan vicdanlar garazkârıdır. Duygusuz, âşıkın garazkârı; dinsiz, dindarın garazcısıdır. Aşıka ve dindara bunun İçin iftira eder, yalan söyler­ler. Bir toplulukta kendisine iftira olunan, vicdansızlardan ziyade vicdan sahipleridir ve cemiyetin yalanı ferdî yalandan daha müessir silâhtır; baraj ateşi halinde helâk edici bir kuvvettir. Yalanı kendine silâh yapan zümre iyi bilir ki bir defa, yüz defa, bin defa yalan söy­lendi mi halk ona mutlak inanacaktır, inanmadığını zannetse bile her gün şuurların kabuğundan hissedilmeyecek kadar ince bir taba­ka sıyırmak suretiyle şuurların içine nüfuz edecektir.

Azar azar, sabırla ve sistemle varlığımıza sindirilen yalan zehri bir gün bizi farkında olmadan zehirleyecek ve önceden iste­mediğimiz, belki tasavvur bile etmediğimiz hareketlere sürükleye­cekti! Bir çocuğa “baban sana düşman” de. İsterse o babasını çok sevsin ve bunu her gün bir defa tekrarla. Yemin et ve her defasında yeminine bir uydurma delil ekle. Bir gün o çocuğa babasını öldürtebilirsin.

Düşünen adam, 1/21, 24 Mayıs 1961; Yeni istiklâl, 23 Eylül 1964;

Nurettin Topçu, Var Olmak
Devamını Oku »

Hürriyet

Gerçek hürriyete sahip insanoğlunun yanına gidiyorsunuz ve ona bir başka insanı gösteriyorsunuz. Bu ikincinin elleri, kolları bağlanmıştır. Hür insana diyorsunuz ki: “Bu kolları bağlı hemcinsine vur, onu döv, onu ez, ona karşı istediğin gibi davran!” Hür insan geriliyor; “Ben bunu yapamam, hürriyetim manidir” diyor, insanlığının cevherinde bir şeyler var ki dediklerinizi yapmak isterken bana karşı geliyor, “ben zalim olamıyorum.” Yine hür insana bir başkasının mülkü olan toprağı gösteriyorsunuz ve “Bu toprağın sahibi kuvvetsizdir diyorsunuz, burasını sen kullan, bu mülk senin olsun.” Hür insan bu teklifi şiddetle reddediyor: “Ben bunu yapamam diyor, zira bu mülk benim değil, hürriyetim onu işgal etmeme müsaade etmiyor.” Aynı hür insana: “Sen hür değil misin? şu fikre hakaret et. Bu mazlumu tehdit et” diyorsunuz. Onun cevabı şöyle oluyor: “İçimde bir ilahi güç, bir ilahi kuvvet var ki yine ilahi cevher olan ruh meyvesine hakaretime izin vermiyor; mazlumu tehdit etmek isterken ağzımı kapatıyor. “Hür insanın şaşırtıcı hali karşısında son bir ümide bağlanan gerçek esir ona şu dilekle yaklaşıyor: “Yalan söyle bari, aldat, iftira et, izzetinefisler çiğne, namussuzu olsun teşhir et, nasıl olsa namuslu da ona karıştırılacaktır. Şu bedbaht ömrün intikamını insanlardan böyle al!” Hür insan, bu yeryüzünde kendisini inim inim inleten esir ve zalim fitnenin mutlaka kahretmek isteyen, insanlığı mutlaka çökertmek isteyen sesi karşısında: “Sefil diyor, hür olmasaydım belki sana uyardım. Tavsiye ettiğin zilletler ne seni, ne de insanlığı kurtaracak. Sen kendinle beraber her şeyi batırmak istiyorsun. Ben kendimle beraber herkesi kurtarmak istiyorum. Zira hürüm. Hürriyetim bana bunu emrediyor. Her türlü hesaplar, kurnazlıklar bu emrin karşısında aciz kalıyor. Senin yıkmak, devirmek istediğini ben kurtarmak isterken bu halime sen aciz diyeceksin. Evet hür olduğum için senin istediklerini yapmaktan acizim, yıkamam, iftira edemem, yalan söyleyemem, zulmedemem. İşte bende ki bu muhteşem aczin ilâhi adı hürriyettir.”Gerçek hürriyete sahip İnsan, görülüyor ki, birçok hareketleri yapma iktidarından sıyrılmış, kendini kurtarabilmiş insandır. Her şeyi yapabilen bir şaki, her türlü suçu işlemeye kabiliyetli bir psikopat hür değildir. Bilakis pek çok hareketleri yapmak kudretsizliğine irade ile sahip olan kimse hür olabilir. Zira hür olan irade, yalnız harekete sürükleyici kuvvetin harekete geçmesinden ibaret değildir. Onda iki kuvvet hakimdir: Biri harekete geçme kuvveti, yani itici kuvvet, öbürü yasak edici kuvvet, yani frenleme kuvveti. Bu iki kuvvetin tam ve mükemmel bir ahenk halinde işleyişi ancak insanı hür yapabiliyor. Harekete geçirici kuvvet her sahadan gelebilir.

Hayati hazlardan, iştahalardan, menfaat endişesinden, sempatiden ve alışkanlıktan, aşktan ve şöhretten, ilim ve sanat ideallerinden, hasta bir şuurun iptilalarından, cemiyetten, tahrikten, zafer sevgisinden, nihayet hayati otomatizmin ne şekilde olursa olsun hareket etme ihtiyacından. İnsan bu itici kuvvetlerden herhangi birisiyle harekete sürüklenebilir. Eğer itici kuvvet ulvi bir ideal, bir insani dava ise, hareket iyi meyve verebilir. Kötü ise ondan bir felâket veya sefâlet doğacaktır. Lâkin her iki halde de insan hür sayılmaz. Zira yalnız itici kuvvet, insanın iradesini temsil edemez. Onun karşısında bir de yasak edici kuvvet vardır ki, itici kuvvet harekete geçer geçmez, onu her adımda kontrol eder, yanılma anında frenler, doğru yolda freni gevşetir. Bir engel atlanacağı yerde durur, hesaplarını yapar, sonra kararını verir ve her adımda kararlarına kendi şahsiyetinin markasını vurur. İtici kuvvetin hareketi gibi mukavelesiz, kontrolsüz, yani şuursuz, kör bir yürüyüş değildir. Kalabalığı bağırtırken veya bir masum linç ettirirken, hayatın kör ve şuursuz akışından istifade edenler, hürriyetin asıl düşmanlarıdır. Onlar insanın kendi kendisiyle baş başa kalmasından korkarlar. İnsanın kendi ruhuna sığınmasına fırsat vermeden şaşırttıkları ruhun derinlerinde gözleri kör edici bir dumanlı yangın çıkartırlar. Kendi evimizi bize yaktırırlar. Hürriyetimizi gafletimize kurban ettirirler.

İktisadi, ahlâki, ilmi ve siyasi, çeşitli olaylar arasında yaşayan fert, bütün bunlardan kendi hissine ve menfaatlerine uygun olanları benimsiyor. Telkinlerle menfaatlerin, içtimai şartların kendi his aleminde bir örgüsünü yapıyor. Hükümlerini önce bir hisle veriyor. Hüküm verdikten sonra hükmüne deliller araştırıyor. Sebepler, bahaneler mahşeri olan dünyamızda kendi hükmüne uygun gelen destekler buluyor. Şu veya bu kanaatin mensubu oluyor, şu veya bu zümreye bağlanıyor, şu veya bu hareketlerin güya hür tercihçisi kesiliyor. Hakikatte o, telkinlerle menfaatlerin, içtimai şartların ve bütün bunların bir örgüsünden başka bir şey olmayan hislerinin esiridir. Onun hür sandığı kendi hareketlerinin hepsi de esaret eseridir. Nefsinin arzın, cemiyetin, herkesin ve her şeyin esiri olan insan, bütün bu şeylerin üstünde duran esaretinin esiridir. Zira üstelik onu takdis eder: Gururu ile nefsine itimadı bunun delilidir. Şu halde insan daima esir olabiliyor ve her şeyin esiri oluyor. Bu esaretlerden onu nasıl kurtarmalı?

İyi veya kötü, itici, harekete sürükleyici kuvvetlerin ferdi harekete geçirmesi anından başlayarak yasak edici frenleyici kuvveti de harekete geçirmesini bilen insan, hürriyetin sırrını yakalamış demektir. Şu halde hürriyet, ferdi harekete geçirici çok ve çeşitli kuvvetlerin karşısına frenleyici kuvveti çıkarmak demektir. Bu ikinci kuvvet, hareketi durdurmuyor, düzenliyor, kontrol ediyor; harekete kâfi şiddet, kâh hafiflik kazandırıyor; kendi kendisini tenkit ettiriyor; kendi hükümlerini kendine verdiriyor. Böylelikle hür hareketimiz, harekete sürükleyici kuvvetlerle frenleyici kuvvetlerin tam bir ahenginden ibaret oluyor.

Harekete geçirici kuvvetler çok ve çeşitlidir, dedik, frenleyici kuvvet de acaba öyle midir? Hayır. Zira o, insanın şahsiyetinden ibaret tek bir kuvvettir. Bu şahsiyetin örgüsünde ise merhamet ve adalet duyguları, şeref ve haysiyet hissi, hakikat aşkı ve insan sevgisi gibi yüksek ruhi unsurların hissesi vardır ve o, hepsinin birleşmesinden meydana gelen bir bütün kudrettir. Vicdan adını alır. İnsan olan ferdi başka fertlerden ayırt eder; insanları sürü olmaktan çıkarır. Sürü ile bağırmaktan, sürü halinde saldırmaktan kurtarır.

Hür vatandaş yetiştirmek isteyen, nesilleri sürü haline getirmekten korksun. Her sürü esir sürüsüdür. Ancak fert halinde hür olabiliyoruz. Kültür ve tecrübe ile, duygu ve bilgi ile yüklü olan vicdan, filozof Kant’ın pek iyi anlattığı gibi, bir Mutlak’tan emir aldığı, Mutlak Varlık tarafından hareket ettirildiği zaman ancak hür olabiliyor.

Hürriyetimizi yok edici düşmanlar, kinlerimiz, korkularımız, fani hesaplarımız ve etrafımızdan gelen sinsi tesirlerdir. Hürriyetini arayan fert, önce bütün bunlardan sıyrılabilmelidir. Her zaman kin ile korku, hakikatten uzaklaştırır. Sefaletimizin idraki nispetinde hür olabiliyoruz. Nelerin esiri olduğunu bilen fert, hangi kuvvetlerin esiri olduğunu idrak eden cemiyet, hürriyetinin eşiğinde demektir, ona pek yaklaşmıştır.

Nurettin Topçu, Var Olmak
Devamını Oku »

Müslümanlık

Her dinin esasında İlâhî iradeye iştirak ve ona teslim oluş var­dır. Bu halin gerçek gayesi, ruhun yükseltilmesidir. Buna ahlâklılık denir. Bütün dinler, insanların ahlâkını yükseltmeye çalışmışlardır. Ahlâkta ise pekçok dereceler ve sonsuz basamaklar vardır. Hayır­ların sayısı sayılmıyacak kadar çok ve üst basamakları alçaklardan bakanlara görülemiyecek kadar yüseklerdedir. En alt basamaklar, başkalarına zarar vermemekten, karıncayı bile incitmemekten başlar; en yukarılarda onun Allah iradesiyle kucaklaştığı görülür. Yine her dinin kendine özel ayrı bir ahlâkı vardır. Ancak bir ahlâk sisteminin dine bağlanabilmesi için zorunlu olan esaslar bulun­maktadır. Yani her din ahlâkında bulunması şart olan esaslar vardır ki onlarsız her hangi bir ahlâk sistemi dinî sayılamaz. Bu esaslar, ilâhîlik temeline dayanan menfaatsizlik, sonsuzluğa uzanma, aşk ve samimiliktir.

Menfenfaatlar, hırslarımızın zehirli yemişleridir. Herbiri ayakları­mıza vurulan birer zincirdir. Onlarla Allah'a gidilemez. İnsan için gerçek esirlik her taraftan gelen, her çeşit menfaatlara bağlanmak­tır. Hangi endişe ile ve hangi yüksek gayenin hayaliyle bezenmiş olursa olsun, menfaatla dostluk kuran, gece gündüz ibadet de yap­sa, Allah a dost olamaz. Bunda dini yükseltme veya cemaatı kur­tarma gayesini kalkan olarak kullananlar en büyük riyakârlardır; onlar en büyük günahkârlardır.

Sonsuzluğa uzanmıyan hareket de Allah'a götüremez. Sonu  olan hareketler ve tatminlerle tükenen istekler dünya hayatımı zın düzenini sağlayıcı olurlar; lâkin onlar mukadderatımızı gerçek gayesine ulaştırıcı değildirler. İstek bir tatminle giderilir. Sonsuz servet, sonsuz devlet, sonsuz şöhret Allah’a yolculukta bir karınca adımı kadar bile ilerletmiyor. Hattâ sonsuz ilim, sonsuz sanat bile, İlâhî eşikten atlamasını bilmiyenlerin sırtında kâbus gibi bir ağır­lıktır. Gerçek sonsuza varmak için, servetsiz, devletsiz, şöhretsiz, teknik hırsından kurtulamıyan ilimsiz, sanatsız sonsuzu istemek lâzım geliyor. Ancak bu mutlak sonsuzun isteğinde ilâhı iradeyle kucaklaşmak kabildir.

Sonu olan varlıklara ve tatmin ile nihayetlenen hareketlere bağlanırken Allah'tan ayrılıyor ve din dünyasının dışına çıkmış oluyoruz. Dünyadaki münasebetlerimizi düzenlerken varlıkların ve olayların gözüne bakıp onlardan işaret beklemek bizi Allah'tan ayırır. Dindar gibi davranmak, bu esnada ayağı toprağın üstünde iken gözlerini Allah’a kaldırıp Ondan ilham ve işaret istemek­tir. Eşyanın en hesaplı işaretini alan kurnaz hayat diplomadan, mahir muvaffakiyet simsarları, din adamı ve din büyüğü kisvesi altında da olsalar, Allahsız hareket adamlarıdır. Halk çoğunlu­ğunun kendine örnek edinmeye çalıştığı hayat müsabakasının bu mahir yarışçıları, ruhlarımıza musallat olarak onu kemiren kurtlardır.

Hıristiyanlıkla ruh dünyasının güneşi gibi parlayan ve Islâm’­da kemâline ulaşan aşk ise bize Allah’ı tanıtan yetidir. Allah’ı, peygamberliği onsuz anlamak, dinin hakikatlarına onsuz varmak kabil olmadığı gibi, aşk olmadan insan gibi yaşamak da boş bir iddiadır. Dinde kaideler ve ahkâm, aşkın kaynağından fışkırmış olduğu halde, aşkı anlamadan doğrudan doğruya kaidelere bağ­lanmak taassup denilen körlüğe götürür, Allah’la dostluk bırak- maz. Bu tarzda kaideciiik ilerledikçe gaflet sebebiyle Allahsız daha berbat bir hoyratlığa ulaşılır. Mevlâ-na ‘’Aklı sat da aşkı satın al' diye Allah a götüren kılavuzu tavsiye etti. Kendi halini anlatırken o, “Aşk sözünü duyar duymaz canımı üa, gönlümü de, gözümü de onun yoluna koydum demiyor muy­du? Çıplak akılla ve bütün ömürleri boyunca kafalarına yerleştiri­len kalıplarla düşünenler, ilâhi denemeden hiçbir şey anlıyamazlar, ve ruhlarında Allah tecrübesini bir an bile yapamazlar. Sadece kafalarındaki klişe plâkları çalar dururlar ve gölgelere kumanda ederler.

Samimilik, dindarlıktan hiçbir zaman ayrılmaz. İnsan, sami­miliği kaybettiği anda Allah’tan uzaktadır. Samimilik, kendi ruhu­nun derindeki yaşayışını hareketleriyle ve bütün iradesiyle takip etmek, başka deyimle kalbinin yolunda yürümek demektir. Kalbin emirlerine uymasını bilmektir. Sahtekâr aklın ve menfaatların galebesi onu ortadan kaldırır.

Hayat hazlarına ve muvaffakiyet cilvelerine haris olanlar, sami­milikten, kendi kendilerine oldukları gibi görünmekten ve kendi içsel iradeleriyle dostluktan korkarlar. Onlar, kendi vicdanlarından kaçıp uzaklaşmak isterken dönüp dönüp; ona kurşun atmaktan hoşlanan, kendi samimiyetlerinin katili zayıf ruhlardır. Samimi­yetsizlik kalbe karşı gelmektir. Kendi kalplerine karşı koyarken ya hırslarıyle zaaflarından, veya başkalarının telkininden veyahut da ilimleriyle otoritelerinden ferman alan gafiller, dinin ülkesine ayak bile basamayan bedbahtlardır. Blondel diyor ki: “Her günah affedi­lir, yalnız nefsine karşı samimiyetsizlik günahı affolunmaz"

Bu esaslar, aslını kaybetmemiş olan her dinde bulunuyor, özellikle Islâm ve Hıristiyanlık gibi büyük dinlerde müminin ruh yaşayışı bu dört esasın üstünde yükselmektedir. Dinin dairesi bunların içerisinde bulunuyor. Nefsinden sıyrılmak ve sonsuzluğa yönelmek, kendi kendisinin ıstırabından ayrılmıyan aşk ve hakikatların yanıltmaz kılavuzu olan samimilik, dindarlığımızın şartla­rıdır. İslâm dini, bu temellerin üstünde kurulan İlâhî âbide olduğu adını alanların ve özellikle kendilerine din adamı denilenlerin bu esaslardan uzaklaştıklarını görüyoruz.

Bunlar, hep dünya tarlasına gömülü emellerle hırsların yüzünü boyayarak İslâm'ın ruhuna yerleştirmeye çalışırlarken farkında olmadan büyük teknik yarışında koşan asrımızın canavar hırsla­rının müdafaasını yapmaktadırlar. Hem böylelikle yabancılar ve inanmayanlar tarafından beğenildiklerini düşünerek bu aşağılık duygusundan kuvvet alıyorlar. Asrımızda İslâm idealizminin yeni­den hayat kazanması bunlardan beklenemez. İslâm! diye ellerine geçen unsurları övmekten başka sermayeleri olmayan bu nesil, kendinden evvelkilerin medhiyyesini yapmaktan fazla bir ruhî güce sahip değildir. İslâm dünyasının acıklı halini neşterliyen Ludwig V. Mises’in şu satırları ibretle okunmaya değer:

"Müslümanlık bugün müminlerine, namaz kılmak, oruç tutmak, gibi bir takım hareket kaideleri veren ölü dinlerdendir. Bundan daha öteye gitmiyor, ruhlara hiçbir gıda vermiyor, sanki ruhunu kaybetmiş gibidir. Yalnız bir takım hukuk ve hareket kaideleri sunmaktadır. Müminleri, içerisinde pek zor teneffüs edilen geleneksel bir hayatın örfleriyle kaidelerinden örülmüş bir ağın içerisine hapsetmiştir. Onların içsel dileklerine hiçbir doyum getirmiyor.

Ruhu eziyor;onu ne yükseltiyor,ne de kurtarıyor.Yüzyıllardan beri İslam dünyasında dini hareket görülmüyor.İslam hala Arap istilaları devrinde olduğu gibidir. Neşriyat ve tedrisatları hep aynı şeyledir; bunlar, din adamlarının ,daireninin dışını aydınlatmamaktadır. "Büyük ruhlar yetişmiyor, Müslümanları birbirlerine bağlayan yegâne bağ, başka dinden olanlara karşı düşmanlıklarıdır. Gelenekleri ile muhafazakârlıklarıdır, Onlar, yabancılar hakkında taşıdıkları kinle yaşamaktadırlar. İslâm dünyasında meydana çıkan mezhepler ve günışığına çıkarılan bütün hareketler, hep yabancılar hakkında yaşattıkları kinin eseridir,"

Bu sözleri hepimizin şahit olduğu bir gerçek olarak kabul ettikten sonra, bu cemaatı sürükleyen zümrede aşka yer ayırmak kabil olur mu? Sakın onlar yanılıp da dâvalarının muvaffakiyeti diye benliklerine bağlı taassuplarının zaferinden doğan sevinci aşk ile karıştırmasınlar. Onları zıplatan, Sezar’ın kılıcı ile Enver Paşa'nın kadehini şakırdatan kaba bir şahlanmadır.

Aşk hiçbir zaman büyük kalabalığın hayranlığı ile kuşatılma­mıştır. O bilakis ıztırabın dostudur.

Hareket, III/34, Ekim 1968;  1,2.
Devamını Oku »

İnsanın Sefaleti

Yaratıkların en şereflisi sayılan insan, hem de onların en sefilidir. Dışardan kendi varlığına musallat olan sefaletlerden başka onun bizzat kendi varlığında barınan sefaletler, hayatını isteyerek tahammül edilmez hale koymuştur. Onun, yaratılışındaki sefalet­leri yenmeye mecbur olurken kullandığı kuvvet ve yetiler de içiçe girişmiş sefaletlerin silsilesidir. Dağların kabul etmediği emaneti üzerine alan insanın sefaleti, içte ve dışta pekçok ve içinden çıkıl­ması çetin çelişmeleri yaşatmış olmasından ileri geliyor. Allaha doğru ahlâki faziletlerle en düşük hayvani rezillikler onda birleşiyor. Gerçekte her insanın ruh yapısında sanki bir hayvan saklıdır. Kimi tilki gibi kurnaz, kimi arslan gibi cesur ve atılgan, kimi karın­ca gibi biriktirir, kimi yılan gibi ısırıcıdır. Hayattaki meslekler de bu yapıya göre düzenlenmiştir. Kimi siyasî, kimi harpçi, kimi tüccar, kimi de müfettiş veya gazetecidir. Kimi öğer, kimi okşaya­rak ısırır, kimi saldırır, kimi de yarasa gibi kan emer. Bunların biri demokrat, bir mason, öbürü komünist, öbürü de sömürgecidir. Bunların herbiri ayrı ayrı birer hayvanda barınan karakterlerdir. İnsanda hepsi birleşmiştir. Her insan bir hayvanın karakterine sahiptir. Bazen birkaç hayvan karakteri bir insanda toplanır ve hepsinin ruhundaki karakter yüzüne de akseder. İnsan yüzlerinde karakterinin aksini görürsünüz. Sonra bunlar hayat alanında yan yana dizilirler ve bir toplum düzeni içinde yaşamağa mahkûm olurlar. İnsanlar âleminde âlim ahmakla, merhametli zâlimle yanyanadırlar. Ahmak âlimi anlamaz, zâlim kendisi için adaleti ister, kuvveti kullanır. Biri Allah’ı arama yolundayken öbürü köpeklerin içgüdüsüyle yaşamaktan hoşlanır. Hakkı isteyen hakim zulüm görür, hakkı çiğneyen zâlimin eline adalet terazisi verilir.

Gerçekten Allah’ı aramasını bilenden ve O’nu bulabilenden başkasının bu sefaletler çirkefinde hayvan hayatını yaşadıkları ve Allah lütfuna uğrayandan başkasının çehresinin de bir hayvana benzediği bu dünyada görülen zekâ farkları insanı insanın kurdu yapmıştır. İradenin basamaklarında ise dilenci ile zâlim ve hoyrat elele veriyorlar. Melek ruhlularla sırtlanlar dünyamızda yanyana yaşıyorlar. Bir güzel ruhun ölümüne gözyaşı dökenlerle güzel ruh­ları boğmak için yaşayanlar burada yanyanadırlar. Bazan da bunlar hayatta elele veriyorlar. Karı-koca, kardeş, baba, evlât oluyorlar. Harbin derin mânası bir düşünülsün. O, insanlığın içten yaşattığı kin ile zülmün kasırgasıdır. Bizi bize tanıtacak derslerin en büyü­ğüdür. Harpte bu bütün hayvan ruhları sanki yarışmaya hazırlanmıştır.

Her hayvan cinsinin bütün fertleri aynı karakteri taşıdığı ve aşağı yukarı eşit kuvveti kullandıkları halde insanların herbıri bir başka hayvanın karakterini taşıyor ve zekâsı sayesinde sonsuz denecek kadar farklı kuvvetleri kullanıyor. Kuzu ile yılan arasın­daki karakter mesafesi insanda yok olduğu gibi, timsahların veya karıncaların her ferdi arasındaki kuvvet eşitliği insanda kaybolu­yor. Bir insan birçoklarının esiri olarak yaşarken başka biri mil­yonların varlığına musallat bir zorba olabiliyor. Hatta ölümünden sonra bile onun bu zorbalığı devam ediyor.

Bunca sefaletlerin barındığı bir dünyada yaşamak şüphe yok ki çetin bir imtihandır ve bütün sefaletlerin sefaleti, insanın böyle bir imtihanı vermeye mecbur oluşudur. Hayat mektebine henüz başlarken onun imtihanını vermeyi ister istemez kabul ediyoruz.

İnsan hilkatin böyle sefil bir kurbanıdır. Nirvana’yı yani yokluğu arayan Buda dini, hayatın bu sefalet sahnesinden çıkarılmış apaçık dersine dayanıyor. Bu sefaleti yalnız başına kabul eden için en aşi­kâr hikmet ondadır.

Çelişik iradelerin, içerisinde ateşten küreler gibi çarpıştığı dünyamız zaman zaman mahşer yeri oluyor. İnsan beşikten ve kucaklardan, ateşinin binde biri dünyayı yakıp kavurabilen güne­şin altına fırlatıldığı anda çetin bir imtihana hazırlanıyor- Sonunda, durulması ve dönülmesi kadar içerisinde yürünmesi de imkânsız olan fırtınaya terk edilecektir. Bu fırtınanın ulaştırdığı yer ise bir mahşerdir. Hallac-ı Mansur gibi, zulmün pençesine düşerek ıssız adadaki idam sehpasına sürüklenen millet Şehidi de "Allah!” diye haykırırken, Hakka bağlanan milyonlarca iradenin hakkı çiğneyen bir zülüm taifesinin iradesiyle çarpıştığı mahşer yerinde idi.

Geriye dönüp de bakacak olursak bütün insanlık tarihinin birkaç milyar haşaratın kör döğüşünden başka bir şey olmadığım görürüz. Sanki milyarlarca azılı deli birbirleriyle itişip kakışmışlar! Manzara acıklı olduğu kadar da gülünçtür. O deliler mahşerinde vaktiyle harcanan ihtiraslar asırların sonunda gülünç sefaletler halinde gözüküyor. Yok olmak onlar için kurtarıcı hikmetmiş. Kim zamanında nefret duyulan Neronlara bugün acımıyor? En ağırbaşlı varlıklar mezar taşlarıdır. Onlar hepimizi kurtaracaklardır. İnsan­daki en zalim kuvvet hafıza mıdır acaba? Niçin bu karanlığı hatır­lıyoruz? Niçin ondan yokluk pahasına bile kurtulamıyoruz? Acaba ölüm hafızanın azabından bizi kurtaracak mı? Ölüm, yok olmak değilse o da bu sefaletler mahşerinden kurtulamayacak. Çünkü biz onu kendimizde günahlar halinde götüreceğiz.

Ancak hayatımız bu sefaletler mahşerinden ibaret değildir. Bu çelişmeler mahşeri içinde kıvranan insan denen varlık yok mu? Onun asıl gayesi Allaha gitmektir. Bu, dağların kabul etmediği emaneti yüklenen insana sunulmuş İlâhi imtiyazdır. Bu imtiyazı elde etmenin, bu sefaletler mahşerindeki müthiş imtihanda başarı kazanmanın şartı aşka ulaşabilmektir. Çünkü aşk içinde bu çelişmelerin hepsi birden ortadan kalkıyor. Bu mahşer yeri bir cennet oluyor. Bütün insanlar aşk içinde birleşiyorlar ve kendilerindeki hayvani unsurdan ayrılıyorlar. Aşk yolu dinin yoludur ve bütün fani gözüken şeylerin aşkından fani olan varlık vücut, çehre, emel­ler ve şekiller silinip de yalnız aşk ortada kalınca işte o Allah'ın aşkıdır, varlığın mutlak sevgisidir. Fuzûli onu seziyordu. Yunus anladı ve anlattı. Tabiatın aşkı, insanın aşkı, vatanın ve vecdin aşkı ve bütün aşklar bağlandıkları konulardan tastamam ayrılıp da saf ve mutlak olarak ele alınınca önce O, aşkın aşkıdır, Muhammed’in yolunda murada erdikten sonra Allah’ın aşkı olduğu bilinir. Aşkın gerçek sahibi “benden içerü varlığı bilinen Ben“dir. Onun temaşa­sına Tur’daki Musa dayanamadı. Miraç’ta Muhammed murada erdi.

İnsan denen varlıkta çelişmelerle yüklü sefaletler aşk içinde eriyip kayboluyor. İzafilik mutlakta yok oluyor. Aşk içinde insan dünyamızın müthiş fırtınasından yine dünyada kurtularak mutlak huzura kavuşuyor. Aşk içinde insan, yaratılışındaki sayısız ve son­suz sefaletlerinden sıyrılarak kendinde gizlenen Allah'ı buluyor, kendinde ve herşeyde. Kendindeki esaretten kurtularak varlıkların bütününden ayrılmayan asıl kendini bulmak: Yaratılışımızın hik­meti işte bundadır.

Hareket, VIII/92, Ağustos 1973.

Nurettin Topçu, İslam ve İnsan
Devamını Oku »