Dostluk

Dostluk, iki insanın sürekli tanışmasından ibaret basit bir içti­mai olay değildir. Kelimenin gerçek mânasıyla dostluk, dünyada pek az rastlanan yüksek ve müstesna bir ruh halidir. Erkekle erkek, kadınla kadın arasında yalnız ruh âleminde barınan aşkın sakin­leşmiş ve süreklilik kazanmış şeklidir. Yalnız samimî ruhlarda barınır. İnsan şahsiyetinin en yukarı basamaklarında rastlanır. Her olay karşısında iki insanın aynı duygulara sahip olmasıyla yaşa­tılır Arkadaşlık, akrabalık ve kardeşlik gibi, uzvî veya tesadüfi yakınlıkların dostlukla alâkası yoktur. Bütün bunlar, ruhları esir eden cemiyet çemberlerinin, bayağı ve hayvani menfaatler hesabı­na veya sadece bu yeryüzünde sürünmek isteyen hayatın hesabına kullandığı iğreti desteklerdir. Ruhu esir etmekten başka bir şey yapmazlar. Ruhun asıl kurtarıcısı olan dostluğun yaşla, kanla ve menfaatin ilgisi olamaz. Yaşları, ana-babaları, menfaatleri, vücut­ları ayrı olan iki varlığın dostlukta bir kalple yaşamaları nasıl izah edilir? Bunu, biyoloji ile sosyoloji ilimlerine başvurarak açıklamak imkansızdır. Ruh dünyasının sonsuz sırlan var. Bunlar bedenin ve cemiyetin kalıplarına girmiyorlar. Dostluk, şuurdışı denen ve ruhun derinliklerinden gelen bir müjde veya ilham gibidir. Neyi aradığı­nı bilmediği halde “aradığımı buldum” diyen, karşısındaki insan ruhu üzerinde hiçbir tahlil, bir akıl yürütme yapmadan muradına ermişlik sevinci ile sarsılan ruhun zaferi dostluğa kavuşmaktır. Bu yeryüzünde yalnız yaşayamayan insanoğlunu yalnızlıktan kurtaran dosttuk, dıştan sebeplerle açıklanmayan ruhî ve ilâhi bir ilhamı andırmaktadır Dostlukta sanki bir ruh ikiye bölünüp kendi yarımının karşısına geçiyor.

Büyük insan ruhu dostlukta bulunan ve dost arayan ruhtur. Hiç- kimseyi sevmeyenlerin ruhunun varlığından şüphe edildiği gibi, herkesi aynı halde sevenlerin samimiyetin­den şüphe edilir. Yalnız sevdiği varlıkta kendi yarımını arayanlar samimi ve büyük ruhlardır. Mikelanj bütün ömrünce sanki çilesi­ni doldurur gibi, varlığını tüketircesine çalışıp meydana getirdiği eserle aradığı dosta varlık vermek istiyordu; kendi varlığını dost varlığa aktarmak istiyordu. Russo, hep sefaletlerle dolu hayatının bütün buhranları ile isyanları arasında bir dost aradı. Bethoven’in senfonileri, mutlaka açılması için sonsuzdaki dost kapışım sarsan feryatlardır.

Dost sade bir insanda mı aranır? İnsanda rastlanmasa da o, bütün dünyaya hayat halinde serpilmiş bir yüzde görülür. Bu yüz, bu güzel dost yüzü tabiatın yüzüdür. Tabiatta gizlenen insan yüzü­nü görmeyen gözler kördür. Tabiatla konuşmasını bilmeyen insan ruhu dilsizdir. Gözü ve gönlü olanlar ne halde olsalar tabiat onlarla sözleşir; her nerede olsalar onlar tabiatla konuşurlar ve onunla hal­leşirler. Dost arayan gönüller, onu bir insan varlığında bulmasalar bile tabiatta bulurlar. Hicrandaki ruhun bir ağacın altına sığınması ve karşı yamaçta bulunan bir ağaçla sözleşmesi hicranım vuslat yapıyor. Dağların ardındaki dost sanki karşısındadır. Bir dere kena­rındaki su sohbeti yüzlerce insana çevrilen hasbıhalden çok zengin ve çok daha değerlidir; çünkü onda bir kalple konuşulur ve o kal­be derinlerdeki bütün sırlar açılır, acılar anlatılır. Hem de ondan şifa umulur; onunla yaralar tedavi edilir. Suyun çiçeklerde koku, gökyüzünde renk, tende hayat olmadan önce varlığının en büyük hikmeti yaraları tedavi etmesidir. Ruhtaki derin yaralar Kur’an’da sesle tedavi edildiği gibi, tabiatta su ile tedavi edilirler.

Güneşe gelince her bakışı yeni bir aşka başlangıç olan bu dost yüzü, tabiattaki bütün dostlukların ezelden beri soğumayan kayna­ğıdır. Akar sular ve ağaçlar, denizler ve dağlar hayran hayran onu seyrederler. Çağlayanlar o nurdan sevgiliye hıçkırırlar. Rüzgârlar onun için inlerler. Yatağında için  için ağlayan derelerin kalbinde onun aşkı parlamaktadır. Başakları çiğlerle yüklü bir bahar tarlasında güneşin hülyası dalgalanır. Güneşsiz bir dünyada acaba aşk olur muydu? Tabiattan Tanrı’ya tırmanmak, hakikat yolculuğunun son çabasıdır. Çünkü tabiat, dostların dostu olan Büyük Dost’a, Allah’a ulaşmak için hilkate dayalı bir merdivendir; her tarafına insan denen leşlerden pis kokular ve zehirleyici buğular saçılan cemiyet hayatından kurtulup da tek kurtarıcı Dost’a kavuşmak için geçilmesi zorunlu olan geçittir. Bu geçit aşıldıktan sonra ruh Allah sohbetine kavuşur; o artık her yerde Allah’la beraberdir. Bu geçi­di geçmedikten sonra, dünya denen viranede kalbine dost arayan biçareler boşuna yoruluyor. Ömür boyunca dost peşinden koşan zavallılar dost bulmasalar da onu arama zevkini tattılar. Her sabah doğan güneş onları, “Kalk, dostunu ara!” diye selâmlarken gönül­lere bol ümitlerden bahşiş dağıtıyor.

Hayatın mânasını hakkıyla bilenler, onu bol kazanma ve hoş vakit geçirme vehimlerinde telef etmezler; belki dost arama yolunda bir cihad devri sayarlar. Aranan dost ya bir insan yüzünde gülümser, ya da insanı tabiatın cezbelisi yapar. Miracda açılan kapı belki sonunda ona da açılacak. Ümidi­miz, miracın dâvetcisi olan o Büyük Dost’un sohbetine kavuşmak olunca dünyamız da değerli olacak, bu sefil âlemde dost arama çabalarımız boşa gitmeyecektir. îşte o zaman “dünya güzelmiş, çünkü o Büyük Dost güzel!” diyebileceğiz.

Nurettin Topçu,Var Olmak
Devamını Oku »

Yalan

Söz, hayat ve hâdiselerin ifade vasıtasıdır. Öyleyken insan niçin yalan söyler? Niçin hayat ve hâdiselere uygun olmıyanı uygunmuş gibi ileri sürer? Bunun cevabı “aldatmak için’’den ibaret basit bir ifadedir. Ama niçin aldatıyorlar? Neden birçok insanlar, olmayanı olmuş gibi göstererek başkalarına hakikat diye sunuyor­lar?

Yalanın sebepleri çoktur. Hepsi de zaaflarımızdan doğmadır. Kuvvetli adam, sağlam ruh sahibi insan yalan söylemez. Yalan söyleyen adam hastadır; sebepsiz yalan söyleyenler psikopatlardır. Onlar yalanı yalan olduğu için severler, kullanırlar ve hazırladıkları yalanın yalan olmadığına kendilerini de inandırmak isterler. Başka­larını ve kendilerini yine kendi uydurdukları yalanın doğruluğuna inandırdıkları nisbette ruhları tatmin bulur, ancak böylelikle yaşayabilirler.

Bundan başka yalan kin ile hasedin kullandığı silâhtır. Çocuk, korkusundan yalan söyler. Yaptığı yaramazlığı başka çocukların üstüne atar. Hırsız da korkusundan yalan söylemeye mecburdur. Kadın, bazan hayatta yalnız ve sahipsiz kalmaktan korktuğu için yalan söyler. Garaz ve gayzla yalan söylendiği zaman da yine kor­ku hâkim demektir. Gayz ve garaz, muvaffakiyetin meşru ve dürüst vasıtalarla elde edilmediği yerde başvurulan çaredir. İlimce ve ser­vetçe ulaşılmaz olana, ona ulaşamayanlar ve ulaşmak imkânından mahrum olanlar kin ve garaz duyarlar. Aşkta ulaşılmaz olana bütün sefil ruhlar garazkâr olurlar. Fazilette ulaşılamayanın bütün perişan vicdanlar garazkârıdır. Duygusuz, âşıkın garazkârı; dinsiz, dindarın garazcısıdır. Aşıka ve dindara bunun İçin iftira eder, yalan söyler­ler. Bir toplulukta kendisine iftira olunan, vicdansızlardan ziyade vicdan sahipleridir ve cemiyetin yalanı ferdî yalandan daha müessir silâhtır; baraj ateşi halinde helâk edici bir kuvvettir. Yalanı kendine silâh yapan zümre iyi bilir ki bir defa, yüz defa, bin defa yalan söy­lendi mi halk ona mutlak inanacaktır, inanmadığını zannetse bile her gün şuurların kabuğundan hissedilmeyecek kadar ince bir taba­ka sıyırmak suretiyle şuurların içine nüfuz edecektir.

Azar azar, sabırla ve sistemle varlığımıza sindirilen yalan zehri bir gün bizi farkında olmadan zehirleyecek ve önceden iste­mediğimiz, belki tasavvur bile etmediğimiz hareketlere sürükleye­cekti! Bir çocuğa “baban sana düşman” de. İsterse o babasını çok sevsin ve bunu her gün bir defa tekrarla. Yemin et ve her defasında yeminine bir uydurma delil ekle. Bir gün o çocuğa babasını öldürtebilirsin.

Düşünen adam, 1/21, 24 Mayıs 1961; Yeni istiklâl, 23 Eylül 1964;

Nurettin Topçu, Var Olmak
Devamını Oku »

Hürriyet

Gerçek hürriyete sahip insanoğlunun yanına gidiyorsunuz ve ona bir başka insanı gösteriyorsunuz. Bu ikincinin elleri, kolları bağlanmıştır. Hür insana diyorsunuz ki: “Bu kolları bağlı hemcinsine vur, onu döv, onu ez, ona karşı istediğin gibi davran!” Hür insan geriliyor; “Ben bunu yapamam, hürriyetim manidir” diyor, insanlığının cevherinde bir şeyler var ki dediklerinizi yapmak isterken bana karşı geliyor, “ben zalim olamıyorum.” Yine hür insana bir başkasının mülkü olan toprağı gösteriyorsunuz ve “Bu toprağın sahibi kuvvetsizdir diyorsunuz, burasını sen kullan, bu mülk senin olsun.” Hür insan bu teklifi şiddetle reddediyor: “Ben bunu yapamam diyor, zira bu mülk benim değil, hürriyetim onu işgal etmeme müsaade etmiyor.” Aynı hür insana: “Sen hür değil misin? şu fikre hakaret et. Bu mazlumu tehdit et” diyorsunuz. Onun cevabı şöyle oluyor: “İçimde bir ilahi güç, bir ilahi kuvvet var ki yine ilahi cevher olan ruh meyvesine hakaretime izin vermiyor; mazlumu tehdit etmek isterken ağzımı kapatıyor. “Hür insanın şaşırtıcı hali karşısında son bir ümide bağlanan gerçek esir ona şu dilekle yaklaşıyor: “Yalan söyle bari, aldat, iftira et, izzetinefisler çiğne, namussuzu olsun teşhir et, nasıl olsa namuslu da ona karıştırılacaktır. Şu bedbaht ömrün intikamını insanlardan böyle al!” Hür insan, bu yeryüzünde kendisini inim inim inleten esir ve zalim fitnenin mutlaka kahretmek isteyen, insanlığı mutlaka çökertmek isteyen sesi karşısında: “Sefil diyor, hür olmasaydım belki sana uyardım. Tavsiye ettiğin zilletler ne seni, ne de insanlığı kurtaracak. Sen kendinle beraber her şeyi batırmak istiyorsun. Ben kendimle beraber herkesi kurtarmak istiyorum. Zira hürüm. Hürriyetim bana bunu emrediyor. Her türlü hesaplar, kurnazlıklar bu emrin karşısında aciz kalıyor. Senin yıkmak, devirmek istediğini ben kurtarmak isterken bu halime sen aciz diyeceksin. Evet hür olduğum için senin istediklerini yapmaktan acizim, yıkamam, iftira edemem, yalan söyleyemem, zulmedemem. İşte bende ki bu muhteşem aczin ilâhi adı hürriyettir.”Gerçek hürriyete sahip İnsan, görülüyor ki, birçok hareketleri yapma iktidarından sıyrılmış, kendini kurtarabilmiş insandır. Her şeyi yapabilen bir şaki, her türlü suçu işlemeye kabiliyetli bir psikopat hür değildir. Bilakis pek çok hareketleri yapmak kudretsizliğine irade ile sahip olan kimse hür olabilir. Zira hür olan irade, yalnız harekete sürükleyici kuvvetin harekete geçmesinden ibaret değildir. Onda iki kuvvet hakimdir: Biri harekete geçme kuvveti, yani itici kuvvet, öbürü yasak edici kuvvet, yani frenleme kuvveti. Bu iki kuvvetin tam ve mükemmel bir ahenk halinde işleyişi ancak insanı hür yapabiliyor. Harekete geçirici kuvvet her sahadan gelebilir.

Hayati hazlardan, iştahalardan, menfaat endişesinden, sempatiden ve alışkanlıktan, aşktan ve şöhretten, ilim ve sanat ideallerinden, hasta bir şuurun iptilalarından, cemiyetten, tahrikten, zafer sevgisinden, nihayet hayati otomatizmin ne şekilde olursa olsun hareket etme ihtiyacından. İnsan bu itici kuvvetlerden herhangi birisiyle harekete sürüklenebilir. Eğer itici kuvvet ulvi bir ideal, bir insani dava ise, hareket iyi meyve verebilir. Kötü ise ondan bir felâket veya sefâlet doğacaktır. Lâkin her iki halde de insan hür sayılmaz. Zira yalnız itici kuvvet, insanın iradesini temsil edemez. Onun karşısında bir de yasak edici kuvvet vardır ki, itici kuvvet harekete geçer geçmez, onu her adımda kontrol eder, yanılma anında frenler, doğru yolda freni gevşetir. Bir engel atlanacağı yerde durur, hesaplarını yapar, sonra kararını verir ve her adımda kararlarına kendi şahsiyetinin markasını vurur. İtici kuvvetin hareketi gibi mukavelesiz, kontrolsüz, yani şuursuz, kör bir yürüyüş değildir. Kalabalığı bağırtırken veya bir masum linç ettirirken, hayatın kör ve şuursuz akışından istifade edenler, hürriyetin asıl düşmanlarıdır. Onlar insanın kendi kendisiyle baş başa kalmasından korkarlar. İnsanın kendi ruhuna sığınmasına fırsat vermeden şaşırttıkları ruhun derinlerinde gözleri kör edici bir dumanlı yangın çıkartırlar. Kendi evimizi bize yaktırırlar. Hürriyetimizi gafletimize kurban ettirirler.

İktisadi, ahlâki, ilmi ve siyasi, çeşitli olaylar arasında yaşayan fert, bütün bunlardan kendi hissine ve menfaatlerine uygun olanları benimsiyor. Telkinlerle menfaatlerin, içtimai şartların kendi his aleminde bir örgüsünü yapıyor. Hükümlerini önce bir hisle veriyor. Hüküm verdikten sonra hükmüne deliller araştırıyor. Sebepler, bahaneler mahşeri olan dünyamızda kendi hükmüne uygun gelen destekler buluyor. Şu veya bu kanaatin mensubu oluyor, şu veya bu zümreye bağlanıyor, şu veya bu hareketlerin güya hür tercihçisi kesiliyor. Hakikatte o, telkinlerle menfaatlerin, içtimai şartların ve bütün bunların bir örgüsünden başka bir şey olmayan hislerinin esiridir. Onun hür sandığı kendi hareketlerinin hepsi de esaret eseridir. Nefsinin arzın, cemiyetin, herkesin ve her şeyin esiri olan insan, bütün bu şeylerin üstünde duran esaretinin esiridir. Zira üstelik onu takdis eder: Gururu ile nefsine itimadı bunun delilidir. Şu halde insan daima esir olabiliyor ve her şeyin esiri oluyor. Bu esaretlerden onu nasıl kurtarmalı?

İyi veya kötü, itici, harekete sürükleyici kuvvetlerin ferdi harekete geçirmesi anından başlayarak yasak edici frenleyici kuvveti de harekete geçirmesini bilen insan, hürriyetin sırrını yakalamış demektir. Şu halde hürriyet, ferdi harekete geçirici çok ve çeşitli kuvvetlerin karşısına frenleyici kuvveti çıkarmak demektir. Bu ikinci kuvvet, hareketi durdurmuyor, düzenliyor, kontrol ediyor; harekete kâfi şiddet, kâh hafiflik kazandırıyor; kendi kendisini tenkit ettiriyor; kendi hükümlerini kendine verdiriyor. Böylelikle hür hareketimiz, harekete sürükleyici kuvvetlerle frenleyici kuvvetlerin tam bir ahenginden ibaret oluyor.

Harekete geçirici kuvvetler çok ve çeşitlidir, dedik, frenleyici kuvvet de acaba öyle midir? Hayır. Zira o, insanın şahsiyetinden ibaret tek bir kuvvettir. Bu şahsiyetin örgüsünde ise merhamet ve adalet duyguları, şeref ve haysiyet hissi, hakikat aşkı ve insan sevgisi gibi yüksek ruhi unsurların hissesi vardır ve o, hepsinin birleşmesinden meydana gelen bir bütün kudrettir. Vicdan adını alır. İnsan olan ferdi başka fertlerden ayırt eder; insanları sürü olmaktan çıkarır. Sürü ile bağırmaktan, sürü halinde saldırmaktan kurtarır.

Hür vatandaş yetiştirmek isteyen, nesilleri sürü haline getirmekten korksun. Her sürü esir sürüsüdür. Ancak fert halinde hür olabiliyoruz. Kültür ve tecrübe ile, duygu ve bilgi ile yüklü olan vicdan, filozof Kant’ın pek iyi anlattığı gibi, bir Mutlak’tan emir aldığı, Mutlak Varlık tarafından hareket ettirildiği zaman ancak hür olabiliyor.

Hürriyetimizi yok edici düşmanlar, kinlerimiz, korkularımız, fani hesaplarımız ve etrafımızdan gelen sinsi tesirlerdir. Hürriyetini arayan fert, önce bütün bunlardan sıyrılabilmelidir. Her zaman kin ile korku, hakikatten uzaklaştırır. Sefaletimizin idraki nispetinde hür olabiliyoruz. Nelerin esiri olduğunu bilen fert, hangi kuvvetlerin esiri olduğunu idrak eden cemiyet, hürriyetinin eşiğinde demektir, ona pek yaklaşmıştır.

Nurettin Topçu, Var Olmak
Devamını Oku »

Müslümanlık

Her dinin esasında İlâhî iradeye iştirak ve ona teslim oluş var­dır. Bu halin gerçek gayesi, ruhun yükseltilmesidir. Buna ahlâklılık denir. Bütün dinler, insanların ahlâkını yükseltmeye çalışmışlardır. Ahlâkta ise pekçok dereceler ve sonsuz basamaklar vardır. Hayır­ların sayısı sayılmıyacak kadar çok ve üst basamakları alçaklardan bakanlara görülemiyecek kadar yüseklerdedir. En alt basamaklar, başkalarına zarar vermemekten, karıncayı bile incitmemekten başlar; en yukarılarda onun Allah iradesiyle kucaklaştığı görülür. Yine her dinin kendine özel ayrı bir ahlâkı vardır. Ancak bir ahlâk sisteminin dine bağlanabilmesi için zorunlu olan esaslar bulun­maktadır. Yani her din ahlâkında bulunması şart olan esaslar vardır ki onlarsız her hangi bir ahlâk sistemi dinî sayılamaz. Bu esaslar, ilâhîlik temeline dayanan menfaatsizlik, sonsuzluğa uzanma, aşk ve samimiliktir.

Menfenfaatlar, hırslarımızın zehirli yemişleridir. Herbiri ayakları­mıza vurulan birer zincirdir. Onlarla Allah'a gidilemez. İnsan için gerçek esirlik her taraftan gelen, her çeşit menfaatlara bağlanmak­tır. Hangi endişe ile ve hangi yüksek gayenin hayaliyle bezenmiş olursa olsun, menfaatla dostluk kuran, gece gündüz ibadet de yap­sa, Allah a dost olamaz. Bunda dini yükseltme veya cemaatı kur­tarma gayesini kalkan olarak kullananlar en büyük riyakârlardır; onlar en büyük günahkârlardır.

Sonsuzluğa uzanmıyan hareket de Allah'a götüremez. Sonu  olan hareketler ve tatminlerle tükenen istekler dünya hayatımı zın düzenini sağlayıcı olurlar; lâkin onlar mukadderatımızı gerçek gayesine ulaştırıcı değildirler. İstek bir tatminle giderilir. Sonsuz servet, sonsuz devlet, sonsuz şöhret Allah’a yolculukta bir karınca adımı kadar bile ilerletmiyor. Hattâ sonsuz ilim, sonsuz sanat bile, İlâhî eşikten atlamasını bilmiyenlerin sırtında kâbus gibi bir ağır­lıktır. Gerçek sonsuza varmak için, servetsiz, devletsiz, şöhretsiz, teknik hırsından kurtulamıyan ilimsiz, sanatsız sonsuzu istemek lâzım geliyor. Ancak bu mutlak sonsuzun isteğinde ilâhı iradeyle kucaklaşmak kabildir.

Sonu olan varlıklara ve tatmin ile nihayetlenen hareketlere bağlanırken Allah'tan ayrılıyor ve din dünyasının dışına çıkmış oluyoruz. Dünyadaki münasebetlerimizi düzenlerken varlıkların ve olayların gözüne bakıp onlardan işaret beklemek bizi Allah'tan ayırır. Dindar gibi davranmak, bu esnada ayağı toprağın üstünde iken gözlerini Allah’a kaldırıp Ondan ilham ve işaret istemek­tir. Eşyanın en hesaplı işaretini alan kurnaz hayat diplomadan, mahir muvaffakiyet simsarları, din adamı ve din büyüğü kisvesi altında da olsalar, Allahsız hareket adamlarıdır. Halk çoğunlu­ğunun kendine örnek edinmeye çalıştığı hayat müsabakasının bu mahir yarışçıları, ruhlarımıza musallat olarak onu kemiren kurtlardır.

Hıristiyanlıkla ruh dünyasının güneşi gibi parlayan ve Islâm’­da kemâline ulaşan aşk ise bize Allah’ı tanıtan yetidir. Allah’ı, peygamberliği onsuz anlamak, dinin hakikatlarına onsuz varmak kabil olmadığı gibi, aşk olmadan insan gibi yaşamak da boş bir iddiadır. Dinde kaideler ve ahkâm, aşkın kaynağından fışkırmış olduğu halde, aşkı anlamadan doğrudan doğruya kaidelere bağ­lanmak taassup denilen körlüğe götürür, Allah’la dostluk bırak- maz. Bu tarzda kaideciiik ilerledikçe gaflet sebebiyle Allahsız daha berbat bir hoyratlığa ulaşılır. Mevlâ-na ‘’Aklı sat da aşkı satın al' diye Allah a götüren kılavuzu tavsiye etti. Kendi halini anlatırken o, “Aşk sözünü duyar duymaz canımı üa, gönlümü de, gözümü de onun yoluna koydum demiyor muy­du? Çıplak akılla ve bütün ömürleri boyunca kafalarına yerleştiri­len kalıplarla düşünenler, ilâhi denemeden hiçbir şey anlıyamazlar, ve ruhlarında Allah tecrübesini bir an bile yapamazlar. Sadece kafalarındaki klişe plâkları çalar dururlar ve gölgelere kumanda ederler.

Samimilik, dindarlıktan hiçbir zaman ayrılmaz. İnsan, sami­miliği kaybettiği anda Allah’tan uzaktadır. Samimilik, kendi ruhu­nun derindeki yaşayışını hareketleriyle ve bütün iradesiyle takip etmek, başka deyimle kalbinin yolunda yürümek demektir. Kalbin emirlerine uymasını bilmektir. Sahtekâr aklın ve menfaatların galebesi onu ortadan kaldırır.

Hayat hazlarına ve muvaffakiyet cilvelerine haris olanlar, sami­milikten, kendi kendilerine oldukları gibi görünmekten ve kendi içsel iradeleriyle dostluktan korkarlar. Onlar, kendi vicdanlarından kaçıp uzaklaşmak isterken dönüp dönüp; ona kurşun atmaktan hoşlanan, kendi samimiyetlerinin katili zayıf ruhlardır. Samimi­yetsizlik kalbe karşı gelmektir. Kendi kalplerine karşı koyarken ya hırslarıyle zaaflarından, veya başkalarının telkininden veyahut da ilimleriyle otoritelerinden ferman alan gafiller, dinin ülkesine ayak bile basamayan bedbahtlardır. Blondel diyor ki: “Her günah affedi­lir, yalnız nefsine karşı samimiyetsizlik günahı affolunmaz"

Bu esaslar, aslını kaybetmemiş olan her dinde bulunuyor, özellikle Islâm ve Hıristiyanlık gibi büyük dinlerde müminin ruh yaşayışı bu dört esasın üstünde yükselmektedir. Dinin dairesi bunların içerisinde bulunuyor. Nefsinden sıyrılmak ve sonsuzluğa yönelmek, kendi kendisinin ıstırabından ayrılmıyan aşk ve hakikatların yanıltmaz kılavuzu olan samimilik, dindarlığımızın şartla­rıdır. İslâm dini, bu temellerin üstünde kurulan İlâhî âbide olduğu adını alanların ve özellikle kendilerine din adamı denilenlerin bu esaslardan uzaklaştıklarını görüyoruz.

Bunlar, hep dünya tarlasına gömülü emellerle hırsların yüzünü boyayarak İslâm'ın ruhuna yerleştirmeye çalışırlarken farkında olmadan büyük teknik yarışında koşan asrımızın canavar hırsla­rının müdafaasını yapmaktadırlar. Hem böylelikle yabancılar ve inanmayanlar tarafından beğenildiklerini düşünerek bu aşağılık duygusundan kuvvet alıyorlar. Asrımızda İslâm idealizminin yeni­den hayat kazanması bunlardan beklenemez. İslâm! diye ellerine geçen unsurları övmekten başka sermayeleri olmayan bu nesil, kendinden evvelkilerin medhiyyesini yapmaktan fazla bir ruhî güce sahip değildir. İslâm dünyasının acıklı halini neşterliyen Ludwig V. Mises’in şu satırları ibretle okunmaya değer:

"Müslümanlık bugün müminlerine, namaz kılmak, oruç tutmak, gibi bir takım hareket kaideleri veren ölü dinlerdendir. Bundan daha öteye gitmiyor, ruhlara hiçbir gıda vermiyor, sanki ruhunu kaybetmiş gibidir. Yalnız bir takım hukuk ve hareket kaideleri sunmaktadır. Müminleri, içerisinde pek zor teneffüs edilen geleneksel bir hayatın örfleriyle kaidelerinden örülmüş bir ağın içerisine hapsetmiştir. Onların içsel dileklerine hiçbir doyum getirmiyor.

Ruhu eziyor;onu ne yükseltiyor,ne de kurtarıyor.Yüzyıllardan beri İslam dünyasında dini hareket görülmüyor.İslam hala Arap istilaları devrinde olduğu gibidir. Neşriyat ve tedrisatları hep aynı şeyledir; bunlar, din adamlarının ,daireninin dışını aydınlatmamaktadır. "Büyük ruhlar yetişmiyor, Müslümanları birbirlerine bağlayan yegâne bağ, başka dinden olanlara karşı düşmanlıklarıdır. Gelenekleri ile muhafazakârlıklarıdır, Onlar, yabancılar hakkında taşıdıkları kinle yaşamaktadırlar. İslâm dünyasında meydana çıkan mezhepler ve günışığına çıkarılan bütün hareketler, hep yabancılar hakkında yaşattıkları kinin eseridir,"

Bu sözleri hepimizin şahit olduğu bir gerçek olarak kabul ettikten sonra, bu cemaatı sürükleyen zümrede aşka yer ayırmak kabil olur mu? Sakın onlar yanılıp da dâvalarının muvaffakiyeti diye benliklerine bağlı taassuplarının zaferinden doğan sevinci aşk ile karıştırmasınlar. Onları zıplatan, Sezar’ın kılıcı ile Enver Paşa'nın kadehini şakırdatan kaba bir şahlanmadır.

Aşk hiçbir zaman büyük kalabalığın hayranlığı ile kuşatılma­mıştır. O bilakis ıztırabın dostudur.

Hareket, III/34, Ekim 1968;  1,2.
Devamını Oku »

İnsanın Sefaleti

Yaratıkların en şereflisi sayılan insan, hem de onların en sefilidir. Dışardan kendi varlığına musallat olan sefaletlerden başka onun bizzat kendi varlığında barınan sefaletler, hayatını isteyerek tahammül edilmez hale koymuştur. Onun, yaratılışındaki sefalet­leri yenmeye mecbur olurken kullandığı kuvvet ve yetiler de içiçe girişmiş sefaletlerin silsilesidir. Dağların kabul etmediği emaneti üzerine alan insanın sefaleti, içte ve dışta pekçok ve içinden çıkıl­ması çetin çelişmeleri yaşatmış olmasından ileri geliyor. Allaha doğru ahlâki faziletlerle en düşük hayvani rezillikler onda birleşiyor. Gerçekte her insanın ruh yapısında sanki bir hayvan saklıdır. Kimi tilki gibi kurnaz, kimi arslan gibi cesur ve atılgan, kimi karın­ca gibi biriktirir, kimi yılan gibi ısırıcıdır. Hayattaki meslekler de bu yapıya göre düzenlenmiştir. Kimi siyasî, kimi harpçi, kimi tüccar, kimi de müfettiş veya gazetecidir. Kimi öğer, kimi okşaya­rak ısırır, kimi saldırır, kimi de yarasa gibi kan emer. Bunların biri demokrat, bir mason, öbürü komünist, öbürü de sömürgecidir. Bunların herbiri ayrı ayrı birer hayvanda barınan karakterlerdir. İnsanda hepsi birleşmiştir. Her insan bir hayvanın karakterine sahiptir. Bazen birkaç hayvan karakteri bir insanda toplanır ve hepsinin ruhundaki karakter yüzüne de akseder. İnsan yüzlerinde karakterinin aksini görürsünüz. Sonra bunlar hayat alanında yan yana dizilirler ve bir toplum düzeni içinde yaşamağa mahkûm olurlar. İnsanlar âleminde âlim ahmakla, merhametli zâlimle yanyanadırlar. Ahmak âlimi anlamaz, zâlim kendisi için adaleti ister, kuvveti kullanır. Biri Allah’ı arama yolundayken öbürü köpeklerin içgüdüsüyle yaşamaktan hoşlanır. Hakkı isteyen hakim zulüm görür, hakkı çiğneyen zâlimin eline adalet terazisi verilir.

Gerçekten Allah’ı aramasını bilenden ve O’nu bulabilenden başkasının bu sefaletler çirkefinde hayvan hayatını yaşadıkları ve Allah lütfuna uğrayandan başkasının çehresinin de bir hayvana benzediği bu dünyada görülen zekâ farkları insanı insanın kurdu yapmıştır. İradenin basamaklarında ise dilenci ile zâlim ve hoyrat elele veriyorlar. Melek ruhlularla sırtlanlar dünyamızda yanyana yaşıyorlar. Bir güzel ruhun ölümüne gözyaşı dökenlerle güzel ruh­ları boğmak için yaşayanlar burada yanyanadırlar. Bazan da bunlar hayatta elele veriyorlar. Karı-koca, kardeş, baba, evlât oluyorlar. Harbin derin mânası bir düşünülsün. O, insanlığın içten yaşattığı kin ile zülmün kasırgasıdır. Bizi bize tanıtacak derslerin en büyü­ğüdür. Harpte bu bütün hayvan ruhları sanki yarışmaya hazırlanmıştır.

Her hayvan cinsinin bütün fertleri aynı karakteri taşıdığı ve aşağı yukarı eşit kuvveti kullandıkları halde insanların herbıri bir başka hayvanın karakterini taşıyor ve zekâsı sayesinde sonsuz denecek kadar farklı kuvvetleri kullanıyor. Kuzu ile yılan arasın­daki karakter mesafesi insanda yok olduğu gibi, timsahların veya karıncaların her ferdi arasındaki kuvvet eşitliği insanda kaybolu­yor. Bir insan birçoklarının esiri olarak yaşarken başka biri mil­yonların varlığına musallat bir zorba olabiliyor. Hatta ölümünden sonra bile onun bu zorbalığı devam ediyor.

Bunca sefaletlerin barındığı bir dünyada yaşamak şüphe yok ki çetin bir imtihandır ve bütün sefaletlerin sefaleti, insanın böyle bir imtihanı vermeye mecbur oluşudur. Hayat mektebine henüz başlarken onun imtihanını vermeyi ister istemez kabul ediyoruz.

İnsan hilkatin böyle sefil bir kurbanıdır. Nirvana’yı yani yokluğu arayan Buda dini, hayatın bu sefalet sahnesinden çıkarılmış apaçık dersine dayanıyor. Bu sefaleti yalnız başına kabul eden için en aşi­kâr hikmet ondadır.

Çelişik iradelerin, içerisinde ateşten küreler gibi çarpıştığı dünyamız zaman zaman mahşer yeri oluyor. İnsan beşikten ve kucaklardan, ateşinin binde biri dünyayı yakıp kavurabilen güne­şin altına fırlatıldığı anda çetin bir imtihana hazırlanıyor- Sonunda, durulması ve dönülmesi kadar içerisinde yürünmesi de imkânsız olan fırtınaya terk edilecektir. Bu fırtınanın ulaştırdığı yer ise bir mahşerdir. Hallac-ı Mansur gibi, zulmün pençesine düşerek ıssız adadaki idam sehpasına sürüklenen millet Şehidi de "Allah!” diye haykırırken, Hakka bağlanan milyonlarca iradenin hakkı çiğneyen bir zülüm taifesinin iradesiyle çarpıştığı mahşer yerinde idi.

Geriye dönüp de bakacak olursak bütün insanlık tarihinin birkaç milyar haşaratın kör döğüşünden başka bir şey olmadığım görürüz. Sanki milyarlarca azılı deli birbirleriyle itişip kakışmışlar! Manzara acıklı olduğu kadar da gülünçtür. O deliler mahşerinde vaktiyle harcanan ihtiraslar asırların sonunda gülünç sefaletler halinde gözüküyor. Yok olmak onlar için kurtarıcı hikmetmiş. Kim zamanında nefret duyulan Neronlara bugün acımıyor? En ağırbaşlı varlıklar mezar taşlarıdır. Onlar hepimizi kurtaracaklardır. İnsan­daki en zalim kuvvet hafıza mıdır acaba? Niçin bu karanlığı hatır­lıyoruz? Niçin ondan yokluk pahasına bile kurtulamıyoruz? Acaba ölüm hafızanın azabından bizi kurtaracak mı? Ölüm, yok olmak değilse o da bu sefaletler mahşerinden kurtulamayacak. Çünkü biz onu kendimizde günahlar halinde götüreceğiz.

Ancak hayatımız bu sefaletler mahşerinden ibaret değildir. Bu çelişmeler mahşeri içinde kıvranan insan denen varlık yok mu? Onun asıl gayesi Allaha gitmektir. Bu, dağların kabul etmediği emaneti yüklenen insana sunulmuş İlâhi imtiyazdır. Bu imtiyazı elde etmenin, bu sefaletler mahşerindeki müthiş imtihanda başarı kazanmanın şartı aşka ulaşabilmektir. Çünkü aşk içinde bu çelişmelerin hepsi birden ortadan kalkıyor. Bu mahşer yeri bir cennet oluyor. Bütün insanlar aşk içinde birleşiyorlar ve kendilerindeki hayvani unsurdan ayrılıyorlar. Aşk yolu dinin yoludur ve bütün fani gözüken şeylerin aşkından fani olan varlık vücut, çehre, emel­ler ve şekiller silinip de yalnız aşk ortada kalınca işte o Allah'ın aşkıdır, varlığın mutlak sevgisidir. Fuzûli onu seziyordu. Yunus anladı ve anlattı. Tabiatın aşkı, insanın aşkı, vatanın ve vecdin aşkı ve bütün aşklar bağlandıkları konulardan tastamam ayrılıp da saf ve mutlak olarak ele alınınca önce O, aşkın aşkıdır, Muhammed’in yolunda murada erdikten sonra Allah’ın aşkı olduğu bilinir. Aşkın gerçek sahibi “benden içerü varlığı bilinen Ben“dir. Onun temaşa­sına Tur’daki Musa dayanamadı. Miraç’ta Muhammed murada erdi.

İnsan denen varlıkta çelişmelerle yüklü sefaletler aşk içinde eriyip kayboluyor. İzafilik mutlakta yok oluyor. Aşk içinde insan dünyamızın müthiş fırtınasından yine dünyada kurtularak mutlak huzura kavuşuyor. Aşk içinde insan, yaratılışındaki sayısız ve son­suz sefaletlerinden sıyrılarak kendinde gizlenen Allah'ı buluyor, kendinde ve herşeyde. Kendindeki esaretten kurtularak varlıkların bütününden ayrılmayan asıl kendini bulmak: Yaratılışımızın hik­meti işte bundadır.

Hareket, VIII/92, Ağustos 1973.

Nurettin Topçu, İslam ve İnsan
Devamını Oku »

Kuvvet

Kuvvet

Damarlarda dolaşan kanda kuvvetinin kaynağım arayan insan, kemikleri otlarla parçalanan etlerin lûtfuna uğramış bir iskeletten başka bir şey midir? Bir pehlivan iri bir gövdeyi yerlere yuvarlı­yor, Neron’nun emir kullan arenadaki vahşi hayvanların pençesine bedenler fırlatıyor. Napolyon, filozof Volney’i tokatlıyor. Kudret sahibi bir insanoğlu bir emri ile başlar düşürüyor. Servetin sahiple­ri ise kapılarından dilencileri kovuyorlar. Yeryüzünün herhangi bir kuvvetine dayanan kişi, bunu yapamayan zayıflan sürüm sürüm mezara kadar süründürmesini biliyor. Buna kuvvet mi diyorsu­nuz? Kuvvetse bu neden hep kaplanlarla yılanlar yaşattığı için dünyamızın yüzü gülmüyor? Neden bunlar huzursuz bir saldırma halinde ömürlerini geçiriyorlar? Korktuklarından şüphesiz. Şüphe­siz ki vahşi hayvanlar korktukları için saldırırlar. Fakat başka türlü davranışa kabiliyetleri ve kudretleri yoktur. Evet onlar âcizdirler. Bir yılanın veya kaplanın saldırışındaki musibet, bir kayanın üstü­müze yıkılmasından farklı mıdır? Öyle iken kaya kuvvetlidir denil­mez. O halde kuvvetli kime denir?

Kuvvetli diye hür olana, önce nefisine karşı bağımsız olana, sonra da herkese ve bütün dünyaya karşı bağımsız olarak davrana­bildi insana denmelidir. Nefsinin azabına, hıncına ve hırsına mağ­lup olan, hırslariyle ve hınçlariyle hareket eden insan, başkalarına esir mi kişiden farklı durumda mıdır? Sezar’ın karşısında zin­cirlere bağlı dururken dişlerini gıcırdatan Versengetori hakikaten esirdi. Ama İngiliz hâkimlerinin karsısında ccsaret ve samimiyetin kendisine kanunun en ağır cezasının verilmesini isteyen Gandi hür insandı. Sivas muhafızlarını diri diri toprağa gömdüren Timur tarihin kaydettiği en bedbaht esirlerdi.Buna karşılık Bağdat’da anıldığı darağacında burnu ve kulakları delinmişken kendisini taşlayan gafil halk için Allah’ına şu sözlerle yalvaran Hallac hür ve kuvvetli insandı:’’Onları affet ve beni affetme.Madem ki benim insanlığımı,uluhiyetinde telef ediyorsun;öyleyse benim insanlığımın senin uluhiyetinin üzerinde sahip olduğu hakla,beni sana kavuşturmak için çalışan bu insanları mutlaka affetmemi istiyorum.’’

Hıristiyanlığın Roma da yayıcısı olan havari Sen Piyer vahşi Romalıların boğazladığı ilk Hristiyanları bırakıp da kaçarken zayıftı ve esirdi. Lâkın yolunun üstüne çıkarak “nereye gidiyorsun efendi" diye kendisini şiddetle karşılayan Mesih'in hayalı önünde yerlere kapanıp ağladıktan sonra ayağa kalkarak en büyük zevk ve hürriyetle, sanki İlâhi hürriyetle Roma’ya koşa koşa gelip de impa­ratorun askerlerine teslim olduğu zaman dünyalar kadar kuvvetliydi. Onun tilmizleriyle birlikte çarmıha gerildıği bu kapıda sonra asırlarca insanlar ruhları için kuvvet ve hürriyet yemişlerini topladılar.

Hür ve kuvvetli olan insan yırtıcı olan değil, yaratıcı olur insandır. O âleme aydınlık olan güneş misâli bir varlıktır Kin, zaafın ve esaretin mahsulüdür. Muhabbet, bolluk ve rahmet dağar­cığıdır. Zayıf beddua eder, kavı duanın sevgilisidir. Yeryüzünde rahm ü şefkatle, muhabbetle fetholunmayacak belde yoktur. Şiddet kendini yıpratır, kin kendi kendini yener. Aşkın, dünyamızı daha ilk yaratılışta fethettiğini bilmeyenler, bedbaht ve zayıf ruhlardır Zâlimlere acıyınız, kindarlara acıyınız, acıma bilmeyenlere acıyınız, ta ki yeryüzünde Mesih’in diktiği merhamet ağacı dalların; semalara uzatsın ve kendi yok etmek istediği ruhlara acımayan korkak gönüllere acısın.

Günün korkak gecelere, hür ve serazat kalbin,zâlim bedenlere acıdığını görmüyor musun? Yerin, kendi üstünde binbir sefaletle sürünenlere acıyarak sonunda bağrına bastığını, ümidin varlığımızı her an kovalayan ölümün üstüne gerilmiş bir örtü olduğunu bilmi

Yor musun?Acımayan gafildir, korkaktır ve bedbahttır. Evet,o kendi varlığından habersiz yaşıyor ve kendi kendine yaklaşmaktan korkuyor. O hiçbir zaman kendine sunulan emanetin sahibi olamayacaktır. Güneş çin ısıtmamak nasıl imkânsızsa, kuvvetli ruhlar için de insanlara acımamak öyle imkânsızdır. Merhamet, bütün âleme yaygın ilahi  bir cevherdir. O sevginin kaynağıdır. Sevgi ise kuvvetin, insanı gerçekten yaşatan bütün kuvvetlerin kaynağı olmuştur. Şahsiyetimizin dalgasını taşıyan bütün hareketlerimiz gibi bütün düşüncelerimiz, âlemşümul ve sonsuz merhamet denizinden çıkıp bir-kuvvet haline geçmek isteyen irâdenin hareketleridir. İlâhî merhametin gerçekleşmesi için yeryüzüne bizimle inen büyük iradenin ancak emanetçisi olan varlığımız en kudretli fetihlerini bu iradenin  elile yaptı. Toprağına merhamet tohumu serpilmeyen ülkeler, nice fatihlere matem ülkesi oldu. Gönüllerin arasında karanlık uçurum­lar açan anlayışsızlık, sevgisizlik ve bunların doğurduğu felâketler merhamet cevherinden mahrum oluşun eseridir.

Kudretin yoksa, acıyamazsm, zira o en büyük kudrettir. Acı­mayan bilmez ki en büyük hâzineyi, saadetlerin hepsinin kapısını açan anahtari yitirmiştir. Aslı bir olan kâinat eserini durmadan tekmeleyen kuvvet! Sen kuvvetsizliğin, sen aczin timsâlisin. Bu yolda gidişle her zerreye acıyan Yunus'un aşkındaki kuvvete ulaşmak kabil mi? Yunus nasıl insandı acaba? Asıl yapısile insan olarak bizim gibi bir insandı şüphesiz. Lâkin insan fani bir heykel­dir veya bir semboldür. Asıl varlığın sembolü gerçekten var olan kuvvettir. İnsan asıl bu kuvvetin muvakkat karargâdır. Kuvvetse eserde görülüyor. Beethoven’in senfonisinde kuvvet haykırıyor, Zola’nın gözyaşları arasında yaşattığı dünyası, kuvvet taşıyor. Mevlâna dünyamızın üstünde bir kuvvettir. Yunus bütün gönüllerin fâtihi olan semavî kuvvettir. Ve hepsinde Beethoven’de, Zola’da, Mevlâna’da, Yunus’da barınan kuvvetlerin hepsi ayni kaynaktan, merhametin dünyalar ve ruhlar yaratıcı olan kaynağından fışkırmış insanüstü kuvvetlerdir.

 
Devamını Oku »

Affediliş

Affediliş

Toprak, nankörlüğü affetmiyor; tekrar tekrar vermek için kendine tohumu bağışlayan şükranı bekliyor. Sema gafleti affet­miyor; yeryüzüne rahmet indirmek için güneşten şefkat bekliyor.. Affetmek ve edilmek, insan içindir. Ancak affın bir hovarda bah­şişi olduğunu sanmak hatadır. Affetmek, akılların üstünde sultan olan kalbin hareketi olduğu gibi affedilmek de insanın bizzat kendi kalbinde inkılâp yapmasiyle kendisine sunulan zafer hediyesidir. Şüphe yok ki affın fermanım hazırlayan kalptir. Hesapça akıl onu anlamasa da kalp kendi kahramanına affı bağışlıyor. Affeden insan da affedilen gibi kalbini yükseltmiş, “insan kalbi böyle olur” dedir­tecek olgunluğa ulaştırmış olmalıdır.

Affın asıl sahibi Allah'tır. İnsan da Allah sevgisiyle affediyor ve ancak Allah sevgisine sahip olanlar affetmesini biliyorlar. İnti­kam duygusu af ile asla bağdaşamıyor. Allahsız insan affedemi­yor. Varlık hakkında duyulan sonsuz sevgi, durmadan yeryüzünde af taşımaktadır. Aşk ile beslenen, zekâ ve hesap mahsulü olma) af, fenalıkları himaye edici af değildir; o, günahları temizleyicidir. Lâkin kimler bu atfa lâyıktır? Hangi günahlar af ile temizlenirde dünyamız kinlerin cehenneminden kurtulur ve muhabbetlerin cenneti haline getirilir?

Nefsine karşı samimiyetsizliğin affı olmadığını biliyoruz. İşlendikten  sıra nefsinin huzurunda samimi lisanla hesap veren ve yaptığının ıstırabını çekmekten usanmayan günah atfedilir. Kendini günahsız bilen zahitler değil, günahlarının affı için,damarlarındaki kan misâli gözlerinden gönüllerine durmadan akıtan âşıklar affedilir. Bir günahkârın günahlarını liste halinde yazıp eline veriyorlar, '‘Oku bunu!” diyorlar. O kadar ağlıyor ki göz yaşlariyle buğulanan manzarası günah yazısını göstermiyor. Gözyaşları günâhlarını yıkayıp affettiriyor. Çok teşbih çekenlerden ziyade, ümitsizlikle yıpranan yetimin yüzünü ümit ile güldürenler atfedilecek. Bedende suç işleyenler affedilse de ruhlara ümitsizlik, yeis ve korku dolduranlar affedilmeyecek. Sarhoş, affını arayan kalbe sahip olunca Levh-i Mahfuz’da onu hazır bulacak. Lâkin fitne ile riyânın sahipleri affolunmayacak.

Şeytan taşlayanlardan ziyade bedbahtları sevindirenler affa uğrayacaklar. İnsanoğluna acı çektirenler, insan ruhunu takdis edenler affolunmayacaklar. Rab-binin affına uğramak için insanlar elinde işkence edilenler ne bahtiyardırlar! Bir hatâyı, çektiği bin mihnetle sildirenler, Allah’ın yeryüzünde affederek huzuruna tertemiz çıkaracağı kullardır. Gön­lündeki bir yarayı bir ömür süren gözyaşlariyle yıkayıp temizleyen kahramanlar, affın cennetinde en yükseklere tırmanmaktan başka dileği olmayan âşık gönüllerdir. Affını kolaylıkla kazanmak iste­yen ona ulaşamaz. En ufak günâhın affı için feda edilecek bütün bir ömrün huzuru çok görülmemelidir. Affı biz istediğimiz o, dünyadan ve ömürlerden paha pahalıya alınır. Onu Rabbimiz bağışladığı anda bir hulasa bin günah bağışlıyor, bir aşka net sunuyor. Bazan bir günahın affı için bin niyâz lâzım bazan da bir niyâz bin günahı temizliyor.

Müminin yüzünde, bakışlarında bile affeden rahmetle affını isteyen alçalış birleşmiş görünüyor. Ezan seslerini gönülle dinleyiniz: Âleme affı, rahmet serpiyorlar. Müminin huzurunda temaşa  ettiğimiz manzara, yine rahmetle affın aşk ile çerçevelenmiş ufuklarıdır.

Affediliş, ona lâyık olan kalbin en asil kurtarıcısıdır.O affeden kalbi de aynı hareketle kurtarır İnsanın tabiatına ve kalbinin isteklerine bakılınca. "Allah bizi günah işlemek için yarattı.’’demektense. "Allah bizi affedilmek için yarattı.’’demek ilahi niyyet   ve iradeyi daha doğru anlatmak olacaktır.

Kur’an, affın en büyük kitabıdır. Yeryüzü, her tarafına affın ekildiği bahçe ise, insan kalbi ona affın iksirini serpen ilâhi ema­nettir. Günahlarımızdan affedilerek insanlaşıyoruz, ölümle ebedi affın sırrına ereceğiz. Varlığın sonsuz zevkini tatmak isteyenler, gönül bahçesinin güllerinden af kokulan çıkaranlardır. Affetmeyeni varlık, kendinde helâk oluyor. Affetmek iradesini elde edemeyen mefluç ruh, ruhları kurtaramıyor.Gerçek zafer, gerçek saadet, sana  zulmedenleri, seni affetmeyenleri bile affedebilmekdir.

Nurettin Topçu,Var Olmak
Devamını Oku »

Benlik

Benlik
“Bir ben vardır bende benden içeri”
Yunus Emre

Sırtımızda sanki ağır bir yükle dünyaya geliyoruz. Sanki adımlarımızı köstekleyen bir zincir var. Yolumuzun üstünde bir biri ardı sıra sıralanan hedeflere doğru içimizden itilirken belirsiz şüphelerimiz, korkularımız da var. İşte bu sırtımızdaki yük, ayaklarımızdaki zincir, bu şüpheler!. korkular, bizi dünyada karşılayan yaşamak korkusudur. Bütün bu engellere rağmen bunların hepsine göğüs veren “var olmak iradesi” hayata söz veriyor. Bütün tehlikeleri göze alarak “ben varım” diyor. Benliğin aleme kendini bu ihbarı bir ihtar gibidir. Bunda “işte ben geliyorum, sen benim istediğim gibi olacaksın” diyen bir şiddet şeklidir. İnsan, var olmak iradesini henüz hayatı hücrenin için de yaşarken, hürriyetini kazanmıştır. Benlik, kendi kendisini idrak ettiği anda bu idraki sade kendini bilmekten ibaret değildir. Onda hem bilmek hem de istediği gibi olabilmek kudreti vardır. Yani hem kendini bilir, hem de kendinin hür olduğunu bilir. Ancak bu hürriyet, var olmak iradesinin şuur halinde gözükmesidir. İşte bu var olmak iradesidir ki zaruri olarak içerisine atıldığı bir dünyada çeşit çeşit engelleri yenerek ilerler. Ve varlıkları kendine mâl etmek ister, yani o, her adımında daha fazla var olmak ister. Benliğimiz büyür, sessiz bir ırmakken bir çağlayan, bir şelâle, coşkun bir nehir olur. Önce sadece var olma isterken, sonunda her şeye sahip olmak ister.

Bizde ilk olan bu hayati benlik. Kendini başka benliklere karşı koyar, yaşamak için başkasını yaşatmamak hırsındadır. Sade eşyayı ve varlıkları değil, hatta kâinatı kendi benliğine katmak ister ve bu, kendisi için derece derece zaruret haline gelir. İnsanın içinde doymaz bir canavar peyda olur. Bu canavar, zekâyı peşine takınca zaptolunmaz bir kuvvettir. Harp ediyor, teknik yaratıyor, serveti kazanıyor, fetihler yapıyor, insanları esir ediyor.
Benliğin en büyük zafer alâmeti ve bayrağı gururdur. İnsan gururu, sade büyük ve beyinsiz saadet sahiplerinde bulunan bir nesne değildir. Hepimizde bulunan, mesleğimizde, aile hayatımızda, otoritemizde, bilgimizde ve dehamızda bile dalgalanan, bu kubbenin altında tüten, neşeli tebessümlere kadar sinmiş bulunan zehirli bir iksirdir. O, var olmak iradesinin çocuğudur. insan onunla mesut yaşar ve onunla zehirlenir. Gençlik gururludur, benliği geçiş ümit ufuklarına yayıldığı için kavi olan, hakim olan gururudur. Benlikleri çiğnemeye muktedir bir benliğin sahibi olduğu için en büyük mağrurlar, hükümdarlar, hakimler, zalimler ve fahişeler değil midir? Bunların hepsinde benlik, başka benlikleri imha kudretini kendinde bulduğu için kendine inanıyor var olmak iradesi sonunda insanda başkalarına imha kuvveti oluyor. Böylelikle insan acayip bir dilem karşısında bulunuyor:

Yaşama için var olmak iradesini kullandı, var olunca da başkalarının varlığına musallat oluyor. Başka bir deyişle: Hakkımızdı, varlığı istedik, varlığı elde edince başka varlıkları yok etmek istiyoruz. İkisinden birini fedaya imkân yok. Ne yapacağız? Şüphe yok ki insanın saadet sandığı sarhoşluğu benliğindeki azametten taştığı gibi mezara kadar kendisi ile beraber götürdüğü bedbahtlığı da bu benlik yüzündendir. Her hadise de varlıkla yokluk arasındaki mesafenin hiçliği, bize sefaletimizin ihtarı oluyor. İnsan sefaleti ile çarpıştıracak yerde sefaletini yalnızca alarak onu terennüm etmesini bilmelidir. Böylelikle elde edilen sabır, en güzel ve kurtarıcı sanattır. Kuvvet olan, parti olan, kin ve hile olan, desise ve riya olan gururun hayranlığı ile mest olan insan, sefaletinin son basamağındadır. Artık ona saadet yoktur. Ve bu yüzden benliği canavarlaştırmıştır.

Düşmanlık iki canavar benliğinin çarpışmasıdır. Cinsi iştihaya bağlı kıskançlık, yine benliğin canavarlaşmasıdır. Servet hırsı da esasında aynı cinstendir. Muvaffakiyet müsabaka, harp hep saadet ümidini kaybeden benliklerin canavarlaşıp şahlanmasıdır.

İnsan olan benlik sayesinde, yani şuur ve hürriyetimizin birlikte çalışmaları ile bir büyük kapının ta eşiğine ulaşıyoruz. Bu kapıyı açabilen orada bir başka benlik buluyor. Sonsuzluktan bize sunulan bu ilahi emanet sayesinde azaptan kurtulmak, murada ermek, varlığı sevmek kabil oluyor. Sonu yolan varlıkların aleminde sonsuzluğun muradına erdiren bu ilahi emanet elde edildikten sonra, insanın sanatı eski hayati benliğini teşkil eden hırsların, tahakküm zevklerinin heveslerin ve iştihaların birer birer terk oluyor. Var olmak iradesi ile kucakladığı aleme ve bu alemin varlıklarını terk eden insanın bu sanatı, zamanla kedinde tabii hal oluyor. Bu oluğunluk halinde kıskançlıkları ve hevesleri tahakkümleri ve hasetleri terk ediyoruz. Lüksten ve iştihalardan uzaklaşıyoruz. Neşeyi ve kederi unutuyoruz. Yalnız ilahi neşeden haz duyuyoruz. Bize ben dedirten ne varsa, şehvet, şöhret diye ne varsa hepsini terk ediyoruz. Sade göğsümüzdeki kalbin çarpıntısına minnetle ve varlık karşısında duyduğumuz hayretle baş başa kalıyoruz. Benlik dediğimiz var olmayacak olan bir şeyin fazla varlığından minnettar ve bütün varlıklara hizmetkâr olarak yaşamak bizde şevk oluyor. Kalbimize sık sık soruyoruz: daha ben de ne varsa söyle terk edeyim?

Varlık canavar benlikten tamamen boşalınca her şeyi sevebiliyor. Kendinin olmayan bir şeyi kullanır gibi varlığa minnettar oluyor. Kendine bir fenalık yapanı affetmek, ona doyulmaz bir sevdanın tadını getiriyor. Bir musibete uğradığında sabretmek, onda hayati dalganın akışı kadar tabii oluyor. Gerçek saadet yolundaki insanın her adımı, yeni bir ülke kazanma hareketi değildir, belki kendi ülkelerinden bir kısmını daha terk edip çekilme hareketidir. Bunda zafer, elinde kendinin olan ne varsa terk edebilmektedir. Bir makaradan çekilen iplik gibi bütün dünya emellerini, aleme ait bütün istekleri kendinden ayırıp koşarak terk edebilen insan mesuttur. Varlığının son huzmesi olan hayatı bile sırası geldiği anda “al emanetini” diyerek sahibine neşe içinde teslim etmesini bilen, ancak yaşanmaya değer bir hayatın sahibi sayılır. Emelsiz insan zayıftır diyeceksiniz? Asla, bedbaht mıdır dersiniz? Hayır. Asıl o gönlünü ve bütün varlığını sonsuzluğa bağladığı, ilahi vaadin sonsuzluğunda mesut yaşadığı için hepimizden ziyade mesuttur ve sonu olan mahdut alemin kuvvetlerini bırakarak sonsuzluğun kuvvetine bağlandığı için hepimizden daha kuvvetlidir. Ondaki yeis ve hüsran bitmeyen kuvvetin adı imandır.

Bizden bir şey istemediği için kini ile hasedi yoktur. Bizim hırslarımızla iştihalarımızın bağlandığı fani ve sefil unsurlara, bizdeki aczin ifadesi olan huzur ile istirahata bile ihtiyacı olmadığından bizimle paylaşacak, onu bize rakip yapacak ortada hiçbir şey yoktur. Onun varlığı en büyük kuvvet, duası en büyük kuvvet, hareketi ise sonsuzluğa denk manevi bir tahakküm oluyor. Filozof Bergson, bu kuvvetin sahibi olan Velilerden bahsederken şöyle söylüyor: “Onlar, arkalarından gitmek için bizi zorlamıyorlar. Bizden bir şey istemiyorlar. Öyle iken halk onları takip ediyor. zira onların bizzat varlığı bir çağırıştır.”

İptidai insanlık beden sporları ile gençliğini yetiştiriyordu. Daha sonra sirklerle arenaların vahşi kahkahaları arasında gladyatörler veya vahşi kaplanlar alkışlandı. Hıristiyan ve İslam terbiyesi genç nesilleri, iptidai benlikten kurtarıp ilahi benliğe kavuşturduktan sonra yine benliğine irca etti. Tribünlerde kol ve bacak maharetleri alkışlamaktan kollar kopuyor. Her yerde benliklerden taşan naralar beyinleri ürpertiyor. Beden sporları ile beden zevkleri ruh sporları ile ruh hayatlarına sanki son vermek istiyor. İnsanlık sarhoştur. Kolay kolay kendine gelmeyecek kadar sarhoş. Onu kendine getirecek hareket, temenni edelim ki insanlığın tarihinde daima görüldüğü gibi, bir büyük bela, büyük bir musibet olmasın.

Var Olmak,Nurettin Topçu
Devamını Oku »

Günah

Günah


Yeryüzü günahkârların vatanıdır. Günahsız olanlar, dünyaya hiç gelmeyenlerdir. Rabbin huzuruna aslında günahsızlıkla değil, günahlarımızdan temizlene temizlene gidiyoruz. Fazilet, dünyaya günahsız gelip, buradan günahsız gitmek değil, günahlarından temizlenmesini bilmektir. Ebediliği fetheden kahramanlar, günahlardan temizlenmenin en ulvî en muhteşem vasıtalarını kullananlardır. Günahtan sevaba, şerlerden hayra kahraman bir atlayışla geçebilen cesur ruhlardır.

Günah nedir? Kimi güneşe tapmaya günah diyor, kimi secdeye yatmamaya günah diyor. Kiminde günah düşman kanı dökmemek, kiminde ise hayvan etini yemektir. Kimi kurban boğazlamamaya günah der, kimi de bir karıncayı incitmede günah bulur. Kiminde kibir günahtır; kiminde kibrin heykeli bir varlığa tapmamak günah olur. Bunların aslı nedir? Bütün bu tezatlı inanışların iç yüzü aranırsa tezattan kurtulmak kabil olacaktır. Zira bütün bu günah unsurları hep birer yoldur, vasıtadır, usuldür. Bunlar günaha götürücü yollardır. Günahın kendisi ise bunların ötesinde, gayesinde pusu kurmuş beklemektedir. O nedir, o asıl günah?

Asıl günah bütün bu kötü vasıtaların gayesi olan günah, hayvan olan bir ten kafesinden fırlayıp insanlığa doğru hamleler yapan varlığımızın insanlıktan hayvanlığa dönmek isteyişidir. Dünya hayatı bir yolculuktur. İnsan ruh sahibi oluşu ile, hayvan olan bedeninin üstünde hakimiyet kurmuştur ve bedenin ihtiraslarına hükmetmektedir. Ruhun da bir gayesi var: O, Allah'a götüren yolculuk, ruhun zaferle dolu yürüyüşüdür, onun ebediyet ülkesinde fetihleridir.

Bu yolculukta bir ricat, her geriye dönüş, hatta bazen yerinde uzun bir duraklayış da günahtır. Günah böylece ruhtan bedene, maddeye doğru bizi çeviren hareketin vasfıdır. Daima ileri gidiş, kendinde bir insan taşıyan ruhun tabii hareketi, geriye dönüşse onun günah işleyişidir. Madde olan ve maddenin ihtiraslarına sahip bulunan bedenden ruha ve onun eliyle Allah'a doğru gidiş fazilettir, hayırdır. Ebediliğe ulaştırıcıdır. Bu yolculukta bedeni sığınmak iştiyakıyla gerileyiş, Allah'tan kaçma, ruhunu terk etme ve bedenine teslim olma günahtır. Bu hareketin geniş bir tekniği vardır ve ondan günahın bir çok şekilleri doğmaktadır. Kendi ruh kuvvetine inanmamak günah olduğu gibi, başkasının ruh hamlesini kırıcı hareketler de günahtır. Allah'a götürücü yolculukta gayeyi karartan ve bu yolda yürüyenlerin yolunu şaşırtan hareket günah olduğu gibi, kendi ruh kuvvetimizi felce uğratan imansızlık da günahtır. Evet yeis günahtır, ümit ibadettir. Daima ileri götüren yolları tanımak ve tanıtmak en büyük sevap sayılır, bu sebepten ilim ibadetlerin başında bulunur.

İnsan sonsuzluk yolunun yolcusudur, Allah'ı ancak o bulacaktır. Onun bu yürüyüşünü engellemekten daha büyük günah olur mu? Başkalarının ruh kuvvetini, ümit ve imanını felce uğratan, hatta zedeleyen bütün hareketlerimiz günahtır. İnsanı tahkir günah, günahı teşhir ise sade bir günah işlemekten daha günahtır.

Sarhoş veya sefih insan günah işliyor, çünkü kendi ruhunun hamlesini durduruyor. Ancak onun bu günahı, günahların affedilmez, temizlenemez olanı değildir. Ondan daha ağır günah, Hak yolunda yürüyenlerin yürüyüşünü engelleyen hareketlerdir, onları bu yolculukta hareketsiz, dermansız bırakan ruhlarına çevrilmiş suikastlardır. Ruha bir sille olan hareket, onu arkadan vurmak demek olan dedikodu, Hakkın yolunu şaşırtacak olan bir yalan ve fitne, ruhları zehirleyen haset ve onu büsbütün felce uğratıcı olan günahı teşhir, Allah yolcularını hep bir mabede doldurup yakmak manası gelen zulüm, büyük günahlardır. Bu hücumlara uğrayan insanın ümitleri, imanı ve bütün ruh kuvvetleri yıkılmıştır. Hakkı götürecek takati yoktur. Bunların hepsi de insana zulüm teşkil eden günahlardır.


Bütün günahların içerisinde hele bir tanesi var ki, o hiç affedilmez, silinmez, temizlenmez, ortadan kalkmaz. Zira o, insan olan varlığı, Allah yolcusu olan ruhun varlığını ortadan kaldırır. Bizi her günaha vasıta olacak bir şer aleti haline koyar. İnsanda insanlığı telef ettirir. Günahlarımızın pek çoğu, belki de hepsi ondan doğmaktadır. Bu günah kendisine nüfuz ettiği, tahakküm ettiği, idare ettiği insanı gerçek varlığından ayırır. Zekâ ile birleşir: Gururdan saltanatlar kurar. Hislerle anlaşır: Hasetten ve hileden kılıçlar kuşanır. İradeye bağlanır. İmanı boğar. Tahakküm ettiği varlığı etle tenin eşiğine kadar götürüp bırakır da kurtardığına inandırır. İnsanı insanlığı içinde helâk eder.

Bu günah, bu hiç affı olmayan ve insanlık içinde bulaşıcı bir hastalık halinde dolaşan bu ifrit günah ne cinayettir ne de şehvet. Bu günah, bu tedavisi kabil olmayan ruh afeti, en büyük düşmanımız o: Nefsine karşı samimiyetsizlik.

Bizzat kendi kendisiyle karşılaşmayan ruh, ruh afetlerinin en fecisine uğratılmıştır. Samimiyetsiz insan, samimi olmadığını bilseydi, belki kurtulurdu. Fakat o kendi içinden şaşırtılmıştır. Muzafferdir, varlıklıdır, kuvvetlidir, akıllıdır. O neden korksun! Zira en büyük ve asıl düşman kendi varlığında, kendi nefsinde pusu kuran yabancı varlıktır. İşte bu meşum yabancı, onun muvaffakiyetidir, kuvvetidir, aklıdır, akıl sandığı gafletidir. Lakin sonunda anlayacak. Bir büyük sadme onu sarsacak varlığından kıyamet koparırsa muvaffakiyet, kuvvet, akıl denen o yabancılar tahtından devrilirse o zaman anlar belki. Bu günahın sahipleri ekseriye mağrur başlardır. Kimi adam taşlar, şeytan taşlıyorum diye. Kimi ülkeler yıkar, fetihler yaptım diye. Kimi şeytana tapar, ibadet olsun diye. Fatihleri, abitleri ve daha ve daha nice hayat kahramanlarını telef eden işte odur, o samimiyetsizlik. Ona, o menhus ruh felcine alim de uğrar, zabit de uğrar. Kuvvetli de zayıf da o çukura yuvarlanır ve hepsi orada kendini kaybeder. İnsanlar hep bu bataklıkta birbirlerini kaybederler.

İnsanlığın helâk olduğu zaman işte odur. Bütün günahlar affedilse de o affedilmez.

Nurettin Topçu,Var Olmak
Devamını Oku »

Zulüm ve Düşman

Zulüm ve Düşman

Zulüm, insanın bilerek, isteyerek başkasının ruh ve bedenine acı yapmasıdır. Merhametsiz kalplerde gelişir. Kaynağı ise hırs, haset, kin ve menfaat duygusu gibi bütün hayvanı ihtiraslardır. İnsanlığın tarihi, büyük zâlimlerin binlerce ürpertici tablosunu orta­ya koyuyor. Ancak zulüm denen canavarı büyük kuvvet ve devlet sahiplerinin varlığında tanımak, kendimizi aldatmak olur. Gerçekte hepimizin etrafı halka halka zalimlerle çevrilmiş bulunuyor. Sade Neron zâlim değil, baba mirasının bütününü eline geçirmek için tuzak kuran kardeş de zâlimdir. Yalnız devlet zâlim değil, hayatı karartan kadın da zâlimdir. İsa Peygamber'e ihanet edip Romalı­lara bildiren Yehuda kadar, belki ondan fazla günahsız gönülleri hergün zehirleyen yayınlar, gazeteler ve radyolarla televizyonlar da zâlimdir. Bizi yakından kuşatan bu zâlimler, insanlığın tarihini çer­çeveleyen ünlü ve büyük zâlimlerden yüz defa daha tehlikeli, çok daha zararlıdır. Bedene duyurulan acılara vahşet ve işkence denilse bile, asıl ruha yapılan baskılarla, onu karartıp çökerten ve ondaki sevgi ile huzuru yokeden şiddetlere zulüm demek doğru olur. Bizi en yakından çevirip ruhumuzun derinlerine saplanan zulümler, dostun, evlâdın ve kardeşin yaptıklarıdır.

Ruhumuzun derinlerinde bizim de farkında olmadan kendimize yaptığımız zulümse, kurtula­madığımız hasetten, kalbimizi parça parça bölen fitneden, aklımı sanki zehirli bir rüzgârla bizden uzaklaştıran hırslardan doğmuş olanıdır. Evimizde zulüm, şehrimizde zulüm, dünyamızda zulüm doludur. Sanki bu âlem hiç dinmeyen zulüm yağmuru altında bulunuyor.Hayatı tahammül edilmez yapan da budur. Eskiden bazan babanın, evlâdına zulüm yaptığı görülürdü. Şimdi çocuklar, büyüklerini ömür boyunca zulüm altında inletiyorlar Hayat yolun­da fırsat bulup da kuvvete dayanan her insan etrafına zulüm yap­mak istiyor.

Son yüzyıllarda işçi-patron münasebeti zulüm münase­betiydi. İşverenler, çalışanlara zulmediyorlardı. Zenginler fakirlere zulmediyorlardı. Şimdi çalışan eller de zulüm çemberi içine girmiş bulunuyor. Tutulan yol, komünizmin açtığı çığır bu yönde gelişi­yor. Şehirlerde, dünya emellerine onda kavuşacaklarmış gibi hırsla direksiyonlara yapışan eller, kurtuluşunu böyle bir zulümün pençe­sinde arayan zavallı insanların huzurunu çiğneye çiğneye, mede­niyetin bu sürat vasıtasını kurbanlarını her gün biraz daha artıran zulümlerinden vahşi bir zevk duyuyorlar. Köy ağalarının zulmün­den kurtardıklarını iddia edenler de, sermaye ağalarının mahmur hayranları gibi, şimdi makine denen canavarın ağalarınkini tamam­layan zulmüne kurban halkı, bir anlık heveslerinden doğan hoyrat emirlerine kul gibi yaşatıyorlar. Şehirleri insanlara, sert ve çekici kokularla büyüleyici karanlık bir zindan yapan batı medeniyeti, binlerce esirin emeğiyle dünyanın çocuklarını eğlendirici oyuncak­lar hazırlayan büyük bir zulüm cihazıdır. İnsana saygının azaldığı devrimizde alışveriş münasebeti de bir zulüm münasebeti haline gelmektedir. Hepsinden ziyade bizi kurtardığını söyleyen eller bile zulmediyorlar: Devletliler, servetliler. kuvvetliler …

Zulmün ezelden beri tekrarlanan klâsik şekli harptır. Müdafaa ve istiklâl savaşlarından başka bütün harpler, toplumlar arasında kuvvet yarışmasına dayanan ve insanlık tarihinin devirlerini ayıran, hak diye tanınmış evrensel zulüm destanlarıdır. Devlet zoruyla harbe sürüklenen zavallı insanlar günahsız olsa bile, bu harplerin gönüllü kahramanları büyük zâlimlerdir. İnsan sürülerinin asrı­mızda zirveye tırmanan iki büyük ideali zulmü kullanıyor, zulme dayanıyorlar Kazanmak ve dövmek.

Zulmü yaratan, sevgisizliktir. Sevmeyen insan, her zaman canavarlığını yapabilen zâlim bir varlıktır. Aşkın meyvesi ise alemleri, doldurup taşmak isteyen merhamettir. Aşkı olmayan, varlığa düşmandır. Dünyamızı huzursuz, hayatı çekilmez yapanlar, bu düşmanlardır. Düşman her yerde bulunur. Evimizde, etrafımızda büyüklerimizin olduğu kadar küçüklerimizin arasında, hattâ mabet te bile düşmanlar doludur. Medeniyet, kılıcın düşmanlığını menfaat alışverişiyle maskelemiş bulunuyor. Bu sonuncusu, evvelkinden farklı olarak riyakârlıkla, sahtekârlıkla örtülüdür. Sevgiye dayan­mayan aile bir musibet olduğu gibi, sevgisiz çalışma çekilmez bir belâdır. Büyük sanayi işçisiyle işvereni arasındaki münasebet, mer­hamet ve sevginin temellerine dayanmadıkça bu iki sınıfın birbirine düşmanlığı, her türlü refah imkânlarına rağmen daima artacak ve her zaman sınıf düşmanlığı davası olan komünizm kuvvet kazana­caktır. Bu kuvvet, sonunda düşmanlığın en şiddetli yarışması olan harbi mutlaka doğuracaktır.

Sevgiyle idare etmeyen amir ve idareci de, idare ettiği insanla­rın hayatına zehirler saçarak er geç nefretin çukurunda boğulmaya mahkûmdur. Yeryüzünün gerçek fatihleri kalpleri kazananlardır.

Sanat ve edebiyatta da durum böyledir. Büyük eser, konu ister övmek ister yemek olsun içinde aşkı yeşertebilen eserdir: Hayat aşkını, tabiat aşkını ve hepsinde insan aşkını... Niçin ikisi de haksızlıkları, hoyratlıkları anlatan iki eserden İnce Mehmed soğuk ve ölüdür de Karamazov Kardeşler sıcak ve canlıdır? Çünkü bu sonuncuda ebedîliğe susamış bir kalp çarpmaktadır. Aşkın bulun­madığı yerde düşman görünür. İnsanın affedilmez şaşkınlığı, düş­manı kendi dışında aramasıdır. Dışımızdaki düşmanın bedenden ruha geçmesi ve ruhu tam kaplayıp karartması zordur. Kimi parayı, kimi fitneyi, kimi de kendi zaaflarını kullanan bütün vasıtalı düş­manlardan ve en fenası, dostların düşmanlığından da çok kendi zaaflarımız ve kendi ihtiraslarımız, aşkı kendi içimizde boğan bizdeki canavar bizim asıl düşmanımızdır. Oscar Wilde’ın şu sozü herkes için, her zaman yerindedir: “Âlemin bana yaptığı ne kadar müthiş olursa olsun, benim bana yaptığım daha müthiştir.”

Bizi bu rüya hayatında sürüm sürüm süründüren, menfaat emellerimizdir. Büyük hırslarla büyük menfaatların sahiplen, düş­manı en çok olanlardır. Yeryüzünde onlara gerçek mutluluk yoktur.

Dışımızda bizim dost sandıklarımızın çoğu bize düşmandır Kendi düşmanını hırslar ve hasetler halinde kendi içlerinde barın­dıranlar. herkesin düşmanlarıdır. Onların başkalarına uzanan eli kalpleri kurutucudur. Kavuştuğu sonsuzluk dünyasında ruhunu dol­duran dostluğu âleme saçmaktan usanmayanlar, ancak onlar kendi­lerinin ve herkesin dostudurlar. Atillâ ve İskender kendilerinin ve bütün insanlığın düşmanı idiler. Dostluğun Allah’daki kaynağını elde eden Mevlâna ise ebediyyen bütün insanlığın dostu olarak kalacaktır. Zamanında onu kahretmek isteyen ulemâ denen güruh, önce kendilerinin ve cemiyetlerinin, sonra da bütün insanların düşmanı oldular. Mevlâna’dan bize kalan ebedî sönmeyecek aşk güneşi, öbürlerinden kalan ise taassup denen ve dini düşmanlık hal koyan zehirleyici bir leştir. Onlar şimdi dini, siyaset meydanı" maskara ediyorlar. Din adamının devlet ve menfaat hırsları, İslam'ı asırlarca kahreden musibet oldu. Bugün İslâm diye elimi kalan menfur bir düzenin içine yerleştirilmiş menfaat ve vicdani tahakküm cihazıdır. Artık Allah sevgisini mabette bulamıyorsun. Sade jimnastik yapanları korkularından kurtaran alışkanlık te getirilmiş beden hareketleriyle, aynı jimnastiği yapmayanlara taşıdıkları kin ve nefrettir, düşmanlık duygusudur. Bu duyguların hiçbiri ruhu Allah'a götürmüyor,hiçbir düşmanlık insanı Allaha ulaştırmaz. İçteki düşmanlıkla ibadet yapılmaz. Lânetler ve dualar Allah’a gitmeden yıkılıp sahibine çevriliyorlar. Yalnız yoluyla Allah’a ulaşılır. Yeryüzünü dolduran değişik çehreli düşmanlardan ve bütün düşmanlıklardan insanlığı kurtarmanın tek yolu, her insanı kendi içindeki düşmandan kurtarıcı kalp âşıkı yapmak, kendi içindeki düşmanın pençesinden kurtarmaktır, din yolu budur ve ancak bu yoldan yürüyerek insanlığın kurtuluşu gerçekleşecektir.

Hareket, IX/107,
Nurettin Topçu,Var Olmak
Devamını Oku »