İnanmak ve Sevmek

İnanmak ve Sevmekİnanmak, gerçek ve şahsi tanıyış; sevmekse gerçek yaşayıştır. İnanmayan bilmez, taklit eder. O ışığını başka kürelerden alan bir kör kandildir.

Sevmeyenler, yaşamayanlardır. Onlar ölü ruhlardır. Her an toprağından taze hayat fışkıran tarlanın üstüne atılmış kuru kütüklerdir.

Dünyamızın tadını onlar alamazlar, hayatın kudretini onlar bilemezler. Her kökünden bir inanış otu biten, her tarafına bir başka şevk saçılmış dünyamızda aşk ile inanışın terbiyesini en küçük yaştan itibaren almamış olan nesiller,bedbaht nesillerdir.

Kainata hayrınlıkla bakan, insanlara minnetle çevrilen çocuğu, inanış ve sevgi aşısı yapmadan hayata salanlar, dünyamızın ilk ve en gaddar zalimleridir.

Sokak ortasında birbirleriyle dalaşıp tekmeleşen yavruları kayıtsız bakışlarla arkasında bırakarak hayat mücadelesi denen kızıl meydana koşan mahir menfaat atletleri,ihmallerinin neden cinayet olduğunu bilemediler. Zira onlar muhabbet kaynağı olması lazım gelen mabette bile menfaat dilendiler; namütenahi aşk ile dolup taşan dünyamızın ilahi bahçelerinde hiç de usanmadan kin ve haset devşirdiler.

Biliyoruz ki, düşünce, hareketin bizde içselleşmesidir. Hakikate kendi iç dünyamızda temas etmektir. Paskal üç türlü hakikat ayırıyordu:Etin hakikatleri, aklın hakikatleri, imanın hakikatleri. Birincisi kör nefsimizin zenbereği etrafında çevrelenen ve onun tarafından idare edilen bütün iştahları,hırsları ve menfaatleri içerisine alıyor.

Muvaffakiyetlerimizin dünyasını çenberliyor. Kendisiyle ve kendisi sayesinde kurnazlaşan insanı hayvanlarla birleştiriyor.

İkincisi, bizi aklın, tasavvurla iradenin fethettiği bir aleme yükseltiyor.Kendi dar benliğimizden çıkarak bizi bir büyük alem yapıyor.İlmi, temaşayı, mana cevherini sunuyor. İnsanı ruh aleminin serdarı yapıyor.

Üçüncüsüne gelince, o bizi insani olan varlığımızın da üstüne yükseltiyor.Sonu olan dünyamızdan, sanki bir hamle ile sonsuzluğa ulaştırıyor.Parça iken bütün yapıyor; fani iken ebedi kılıyor. Onun varlığıyla, yolcu iken yol, sermest iken saki, damla iken derya oluyoruz...

İnanışta alelade bilginin esas şartı olan şuur ve eşya ikiliği ortadan kalkmıştır. Bu ikisi aynileşmiş, eşya şuura teslim olmuş, onunla kaynaşmış, ikisi bir varlık kazanmıştır.İnanışın başladığı yerde alelade tanıyış sönükleşir, değersiz ve adeta manasız kalır. İnanış tam olunca da yerini ona bırakır, kaybolur.

Filozof Kant, saf akıldan yani muhakemeden pratik akla yani vicdana geçerken şöyle demişti : "Yerine itikadı koymak için, bilgiyi ortadan kaldırmaya mecbur oldum."

İtikad haline gelmeyen afaki bilgi, bize bir yabancıdır ve sürekli hayata sahip değildir. Benim tarafımdan yaşanmamış, kelimenin tam manasiyle benim olmamıştır.

Bu sebepten bana şahsi tatmin vermekten uzaktır. Sadece taklit yoluyla, elden ele dolaşan müşterek bir nesne gibi, bir zaman için dimağda misafir olmaktadır.

Gerçekten benim şahsi malım olmadığından benden koparıp alınır. Bugün benim, yarın başkasının mülkü olur.Umumi görüşler, taklit ile kazanılan iddialar, zümre ve parti ihtirasları ve  bunlara destek olan sebepler hep köksüz, hep temelsiz ve hakikatle alakasız düşünüşlerdir.

Zira bunlar, benliğimin dışında yaşanmış, benim ne hürriyetimin, ne de şahsiyetimin kaynaklarında kökleri olmayan, derinleri kazılırsa iştihaların ve etlerin, alışkanlıkların ve taklitlerin vücut verdiği sözde hakikatlerdir.

İnanılan ve sevilense bir yandan şahsiyetimin derinlerinden, öbür yandan sonsuzluktan hayat ve hakikat alan görüştür.Onun çürütülmesi, yalanlanması kabil olmaz. Yumruklandıkça ruhumuzun daha derin tabakalarına iner.

Çünkü inançlarım muhakemenin ulaşamadığı bir alemde meydana gelmektedir.Kökleri aynı zamanda benliğimin pek derinlerinde bulunduğundan,muhakeme ile benden koparılamazlar. Bu sebepten inanılmayan, sadece ilmin
ölçüleriyle tartılarak aklın karşısına çıkarılan her fikir, her hakikat,eksik veya aldatıcıdır.

İnanma, bir harekettir ve benliğin varlıklar üzerine doğru yaptığı bir harekettir. Tuhun tabiata uzanması, onda devamı gibi bir şeydir. Ruhun, tabiatı istilasıdır.

Gerçek aşıklar aşkın aşıklarıdır.Aşkın kendi kendisini yakan ateşinde sevenle sevilen,isteyenle istenen, varlıkla var eden birleşir.Eşya ile temaşa, kainatla şuur, birle bütün bağdaşır.Düşünce hareketleşir,varlık düşünceleşir.Anlaşılmayan ortadan kalkar, anlatılmayan Bir kalır.


İnanmak, benliğin kendi mukadderatı önünde verdiği imtihandır. Onu aşk ile bağrına basanlar, bu imtihanda muvaffak oldular.Benliğin, bütün kuvvetleriyle kendi konusu olan kainatı kucaklayışı demek olan bu imtihanda aşkın sahipleri başarı kazandılar.Aşkın şahidi ise ızdıraptır. Izdırapsız ne hayat hareket, ne de gerçek düşünce doğabiliyor. Her inanma hareketinde sevilen bir ızdırap saklıdır.

Sevgisi olmayan hakikate ulaşamıyor, gerçeği bilmiyor ve tam sevgi, gayesine ulaşmış sevgi, sonsuzluğun sevgisidir.
Bu sevgi, vücuttan geçer, bedenden taşar, fani varlıktan kaçar. Ruhu derinlerine doğru kazıyarak orada gaye olarak yine kendini arar.

Gerçek aşkın sahipleri, ne servetin, ne şöhretin veya temaşanın, ne de ilmin ve sanatın aşıklarıdırlar. Gerçek aşıklar aşkın aşıklarıdır.

Aşkın kendi kendisini yakan ateşinde sevenle sevilen, isteyenle istenen, varlıkla var eden birleşir. Eşya ile temaşa, kainatla şuur, birle bütün bağdaşır.

Düşünce hareketleşir, varlık düşünceleşir. Anlaşılmayan ortadan kalkar, anlatılmayan Bir kalır.İlk ve son ilim budur. Millet kültürünün ağacını dikecek ve millet ruhuna hayat getirecek nesiller, inanışla sevgi mabedinin mihrabında önce tövbe etmeli,sonra da inanmayı ve sevmeyi öğrenmelidirler.

 

Nurettin Topçu,Var Olmak
Devamını Oku »

Var Olmak

Var Olmak
Var olmak, düşünmek ve hareket etmek demektir. Vakıa hayvanlar da hareket ediyorlar. Lakin onların hareketleri şuurlu değildir; alelade yer değiştirmeden, kımıldanmadan ibarettir. Yalnız insana mahsus olan hareket (action) ise, kendi kendisini ve başka varlıkları değiştirmek demektir. Bununla insanın hareketleri hür oluş vasfını kazanıyor. Ancak hareketlerimin hür oluşu, kendisinden evvel var olan ve kendisine hakim bulunan hürriyet diye bir prensibin varlığını gerektirmez mi? Halbuki hareketten önce hürriyeti var kılacak başka bir hadise mevcut değildir. Hürriyetim, hareketimin varlığı sayesinde vardır ve hareketle birlikte kendini gösterir. Hareketin tahlili ise insanı daha büyük bir muamma ile karşılaştırmaktadır. Varlık, sanki hareketle beraber var olmuştur ve ebediyen ondan ayrılmamaya mahkumdur. Hareket denizinin kıyılarında durup onun ufuklarına dalmışken filozof Moris Blondel"in bu temasadaki vecdini dinliyelim: "Hareket ediyorum, lakin hareket nedir bilmiyorum. Yaşamak istiyor değilim. Kim olduğumu, hatta var olduğumu hakkiyle bilmiyorum. Bende dalgalanan bu varlık tezahürü, bu bir gölgenin Silik ve yakalanmaz hareketleri, işitiyorum ki bunlar kendilerinde ebediyen ağır bir mesuliyet taşıyorlar; deniliyor ve hatta kan pahasına bile yokluğu ele geçiremem; çünkü o artık benim için yok olmuştur. Demek ki hayata mahkum oldum, ölüme mahkum oldum, ebediliğe mahkum oldum! Nasıl ve ne hakla? Bunu önceden ne bilmiş, ne de iştemiştim."

Hareketi, insanın kainata hür bir iltifatı gibi telakki etmek yanlıştır. Hayatımızın en öemli hadisesi olan hareket, aynı zamanda en zaruri hâdisedir. Yine Blondel"i dinleyelim: "Hiç olmazsa durnak çaresini bulacak mıyım? Hayır, yürümek lazım. Hiçbir şeyden vazgeçmemek için kararımı sonraya bırakabilecek miyim? Yok, herşeyi kaybetmek pahasına da olsa yine her şeyi omuzlarına yüklenmek lazımdır; kendi kendini mahkum etmek lazımdır Beklemeğe hakkım yok, yahut da artık seçim ve tercih yapmaya kudretim yok. Eğer bizzat kendi hareketimle kımıldanmazsam, bende veya dışarıda bana muhtaç olmadan hareket edecek şeyler var; ve bensiz hareket eden her halde benim aleyhime hareket edecek. Sulh bozgunluktur; hareketin mühleti ancak ölümdür."

Var olmak, insanın samimi olarak sahip olduğu isteklerin bütününü içerisine almaktadır. Belki onların tam bir toplamıdır."Eğer ben var olmak istediğim değilsem, istediğim, sözle değil, arzu ve tasavvurlarla da değil, fakat bütün kalbimle, bütün kuvvetlerimle, hareketlerimle istediğim değilsem, ben var değilim.Var olmak istemek ve sevmektir"Hareket, varlığı yalnız bir tarafindan çekip götüren veya varlığımızda yalnız bir noktayı kazıyan kuvvet değildir. Kendi kendisine kapanan, kendi inhisarcılığına yine kendini mahkum eden hareket, ölmeğe mahkum olur. Ancak bir yönden, kendi varlığını lezzetle dolduran tek kımıldatıcının istikametinden harekete geçmek, varlığı doyurucu olmuyor. Bir menfaatin tatmini, bütün varlığı darlığa düşürücüdür. Yalnız bir ihtirasın tahriki insan ruhunun bütün diğer bölgelerinde felç yaratıyor. İskender ölürken, büyük istilâlarının bulutu altında bunalmıştı. Sezar, saadet terennümü ile ölmedi. Napolyon, Yena"da değil, filozof Volney"i tokatladığı sırada yenilmişti.
"Bizden kol, kalp ve kafa isteniyor." Bunları kendi isteğimizle vermezsek, bizim dışımızda bize rağmen hareket edenler bizden bunları zorla alacaklardır.Kendi dileğini âlemin dileği yapmaya çalışmak, âlemin sonsuzluğa uzanan hareketlerine engel koymaktır, kâinatın hürriyetine set çekmeyi istemektir. Aksine olarak âlemin dileğini kendi dileği yapmak istemek,âlemin kalbini kendi varlığına sığdırmaya çalışmak: İşte gerçek ve hür hareket yolunda ilerleyiş bununla oluyor.

"Ağlayabilenler ne bahtiyardır! Onlar asla bedbin değildirler. Felaket her zaman zannedildiği gibi fena değildir... Çünkü ona ümitler ve vehimler kalıyor. Zengin olanlar sizsiniz, ey zavallı açlar ve arzusu olanlar!Çünkü dünya saadetlerinin hiçliğini hissedemiyerek arzularınız müthiş bir hırsla ona bağlanıyor Halbuki tokluktan ve doluluktan, hayatın imtihanını sonuna erdirmiş olanlar onu bilirler, zevksizlikten ve yokluktan başka bir şey çıkmıyor. Servet, hırslar, muvaffakiyetler, bu da ne? Bir çanak çirkef için iki it hırlaşıyor; kazanan bir şey bulmıyacak. Bu mahrum, ümitsiz kalanlar, yalnız ihtiyarlıyanlar, sade duyularının hizasından aşağı inemiyerek hazlarının büyüsü içinde yaşayıp ölenler değil, bunlar en iyiler en çok duyanlar en çok bilenler muzaffer hareket adamları veya ateşli beyinler, incelmiş sanatkar ruhlardır. Bunlar, içinde doğru bir tek çiziginin bulunmadığı, hatta aydınlığın bile kırıldığı bir düyada yaşamaktan ıztırap çektiler."

Hayatın boşluğu ve hiçliği hakkındaki bu denemenin evrensel oluşu, büyük ve ergin ruhlarda da tesirini yapmakta olması, hepimizin sade kendimiz için istediklerimizin varlığı yüzündendir. Hatta bazan alemin külli varlığına bağlanmıyan, kaynağı onda aramıyan cüz"i ve ferdi isteklerimiz, alemşümul ve gerçek varlığı unutturarak tatmini aramaktadır. Böyle olunca, varlığımız alemden kopuyor; yalnızlığından korkan, yine de gafletle yalnızlığını arayan egoizmin kucağına sığınıyor Cinsiyete bağlanan aşkın ve onda aranan içi boş, meyus tesellinin şifa vermeyişi gibi, insanın yine insan oğluna karşı yasadığı zaferlerin karanlık, ürkütücü ve bedbaht neşesi kainatın bütününden varlığı koparmış olmalarından ileri gelmektedir. Herkesin ve kalabalığın alkışlarından aşk ile müstağni kalanlar, kainattan ancak kendi anlayışiyle alkış seslerini alıyor ve gerçek saadeti yaşıyabiliyorlar. Mevlana"nın mesut olduğuna herkes inanır. Ama onun saadeti nerede, ne zaman ve hangi zaferle başlamış, ne zaman bitmiştir? Bunu kimse bilemez. Zira onun saadeti sonsuzluğun çerçevesine kazınmıştı; başlangıcı da, sonu da yoktu.çünkü o, sonsuzlukla beraber mesuttu.Sonu olan saadet gerçek saadet olurmu? O olsa olsa yakın bir bedbahtlığın başlangıcı olabilir.Hareketin tarifinde son söz olarak şu prensipi kabul ediyoruz: Tam ve gerçek hareket, her defasında, en iptidai bir karar ve feragatte bile, bütün aleme yaylış, oradan da sonsuzluğa geçiş, sonra sonsuzluktan aldığı kuvvet ve bütün alemden aldığı ibretle, aynı zamanda zeka ile iradenin bütün kuvvetlerini kullanarak, tekrar kendi ferdi alemimize dönüş ve bu noktadan alemle temastir.Böyle olmıyan hareketler kısırdır, ölü doğmuş hareketlerdir, gerçekten hareket olamamış verimsiz denemelerdir.
***
Düşünceye gelince, o da bir harekettir. Hareketlerimizin içselleşmesi ve iç yaşayışımızın sonsuzluğuna sığınması halidir. Filhakika düşünce, gerçek ve olgunlanmış bir harekettir; bütün hareketlerimizin başlangıcı ve sonudur. Hareket, her zaman onunla başlamasa bile onunla nihayetlenir. Bir hareket ağacında binlerce düşünce çiçekleniyor. Hareketin bu çiçeklerini toplamak hususunda kendimizi, hareket karşısında olduğumuzdan daha hür hissederiz. Hakikatte hareketlerimizi saran zaruretler, düşüncelerimizi de çevrelemiştir. Daima hakikati, hareketlerimizin yaptıgı seçimin açısında ararız. Yani kendi hakikatimizi müthiş bir egoizm ile kendimiz tayin eder; sonra elimizi aleme acarak doğru düşündüğümüzü ispat edici delilleri alemden dileniriz ve böylelikle davranmada oluşumuzun asla farkında olmıyarak fikirler; haklar, hakikatler savunuruz.Varliğımızı esir ederek arkasından sürükliyen zavallı ihtiraslanmızı göremeyiz de fezada muhteşem bir uçuş veya şahane bir yarış yaptığızı iddia ederiz. Alemin bütünüüne bağlanmayarak bu tarzda düşünür, varlığınn ifadesi olan düşünüş değildir. Gerçek düşünüş, varlığımızın her adımda karşılaştığı muammaları kainatın bütününe sorarak, oradan da sonsuzluğa duyurarak onlardan cevabını almaktır. Bu manada gerçek düşünüş, varlıktan ayrılmıyor. Zira varlık, düşünce olmasa var olmıyacaktı. 0 bir tasavvurdur, yani düşüncedir ve var olmak düşünmek demektir.

"Herkes düşünüyor" diyorlar. Acaba öyIe mi? Hareket hakkındaki görüşümüzü düşünceye de tatbik edeceğiz. Kainatin bütününe bağlanmıyan, sonsuzluktan cevap getirmiyen düşünceler, gerçek düşünce değildir. Olsa olsa muvaffak olamamış, gayesine ulaşamamış düşünme denemeleridir. Düşüncenin en umumi şekli. yakınlaşma suretiyle yapılanıdır. Bu düşünce, tabiatla yanyanadır. Kendisiyle tabiat arasında bir nevi komşuluk kurucudur. Alemin ve alemde hakikatler arayan şuurun çalışması böyle oluyor. Paskal"ın dediği gibi, "Eğer insan bütün tabiat olmasaydı, herşeyle ilgilenmeye kabiliyetli olamazdı."Düşüncenin ikinci basamağında, eşyaya yönelme yoluyla verdiğimiz hükümler geliyor. Eşyaya yönelişlerimiz, bizi dar benliğimizden çıkarıp başkalarına teslim edicidir; bizi genişletici ve hayırkar yapıcıdır. Bu sebepten bu tarzda düşünme, insan denen ve fert olduğu halde bütünle birleşen bu tezatlı varlığı ahlaklı yapmaktadır. Birincisinde yalnız eşya arasında münasebetler kurduğumuz halde düşüncenin bu ikinci işleyişinde münasebetler kurmaktan daha öteye gidiyoruz. Alemle, yalnız verici olan bir alışverişe girişiyoruz. İnsan öyle bir ağaçtır ki meyve vermezse kuruyor

Üçüncü basamak, aşk ve ihtiras yoluyla düşüncenin basamağıdır. Madame de Sevigne", bir mektubunda kızına, "göğsünüzde ıztırap çekiyorum" diye yazıyordu ihtirasın bütün zeka bütün anlayış olması kabildir. Ancak bunun için insan kendi etrafında derin yaşayışlar keşfetmelidir. İnsan ilmini kendinde derinleştirmesi, şahsiyetini darlıktan kurtarıp genişletmesi gerekildir. İnsan ruhu aleme doğru yayılırken aynı zamanda kendi içinde derinleşmelidir. Dimağın ve kalbin darlıklarından sıyrılmalı, işin içinde yaşattığı vehimlerden kurtulmalıdır. Başka varlıklarin kendinde metafizik tecrübesine yer bırakmak için, bizzat kendi kendisinden boşalmalıdır. Şüphesiz ki bu hal azaplıdır, Öldücüdür, lakin hakikatlara kendinde hayat vericidir. Varlığı ölümden kurtarıcı, sonsuz ve ebedi yapıcıdır. Nihayet düşüncenin son basamağında hareketle düşünmeyi buluyoruz. Bu, fert olan varlığımızın bütün duygularının üstünde duran bir dileğin hakimiyetidir.

Hareketle alemin bütününe bağlanan varlık, böylece düşünce yönünden yine aleme bağlanmış oluyor. Düşünce ile hareket burada birleşiyorlar. Bu mıntıkaya kadar getiren yolu aşan insan burada sonsuzluğun iradesine yaklaşmış demektir. Bu düşünüş, alemşümul iradenin hududuna kadar gelen ve kendini ona bağlayan insani ferdi hırslarından, zümre menfaatlerinden, kinlerinden ve hasetlerden temizliyor. Alemi bir varlık gibi birleştiriyor. Son ağırlık olan kendi varlığını da sahibi olan bütüne, bütün hareketler içinde, teslim ediyor. Alemşümul merhametin kendi içindeki bir sonsuzlukta yaşaması sonunda, kendini alemden ve alemi kendinden ayıramıyor. Bu düşünüşün büyük sırrına erenlerden Saint Pierre, ilk Hıristiyanları zalim Neron"a bırakarak Roma"dan kaçarken, Mesih"in kendini karşılayan hayali karşısında yere kapandı ve mazlum cemaatle birlikte ölmenin sevinçli iradesine sığındı, tekrar Roma"ya döndü ve düşmanlarına teslim oldu. Var olmak gerçek manasıyla var olmak, hareketleriyle düşüncesini sonsuzluğa istinat ettirmek demektir ve böylelikle kendi varlığını sonsuzlukta aramak demektir.İnsanların, ruh ve irade bakımından parça parça bölünüp ayrılmaları, insanlığın bunca sefaletlerini yaratıyor. Hele bir milletin fertleri arasında zümreleşmeler her gün yeni felaketler doğurucudur. Varlıklar arasındakı ayrılıklar zahiridir; varlık birdir. İnsanlar arasındaki başkalıklar, aynada görülen hayal gibi aldatıcıdır; insan birdir. Bir milletin fertleri, aynı vücudun organları olduklarını, aynı iradenin emrinde bulunduklarını unuttukları zaman millet yıkılır. Birlikten ayrılan, birliği bozan hasta bir ruhtur, hasta bir varlıktır. Sihhatli yaşayışta Kinler yok, düşman davalar yoktur. Kin ve garaz, varlığın kendi kendine inanmadığı yerde doğan bir afettir.Mutlaak sahibini mahvedecektir .İnandığımız varlık, Bir, alemşümul ve sonsuz Varlık, aşkın var kıldığı essiz eserdir. Biz ise O"nun en mükemmel parçasıyız. Artık felsefemizin formülünü ortaya koyabiliriz:

Hareket ediyorum, düşünüyorum, Birliği seviyorum, 0 halde varım.

Nurettin Topcu,Var Olmak
Devamını Oku »

İki Sanat İki Ahlak

osmanli-sanati

Avrupa, medeniyet bayrağı altında bize saldırmadan evvel büyük bir millettik İlk ceddimiz Alparslan, tarihimizin kuruluş gayelerini Malazgirt'te kazanmaya hazırlanırken imanına sığınmıştı. Sonra bu topraklara Yunus’un nefesleri sindi, Yıldırım'ın kanı karıştı. Hallacın kabrindeki secdesinden ayaklanan Türk çocukları, birkaç asırlık hamle ile Viyana’dan Mısıra kadar üç kıtanın kapılarını tuttular.

Üç kıtanın efendileri idik. Çünkü o zaman daha Avrupa ya el açmamıştık. Büyük, çok büyük sanatımız vardı. Şiirimizin en temiz ve ulvî uslûbuna örnek olan Yunus’un ilâhîleriyle Allah’ın hilkat eserine taş halinde nazire olan Süleymaniye o sanatın şahitleridir. Bu büyük bir milletti ve bu milletin dünyaya değişilmez bir ahlâkı vardı. Birbirimizi seviyorduk; çünkü Allah’ı seviyorduk.

Sonra ne oldu? Âlemin hayran olduğu bu millet saltanatının orta yerinde bir Bizans ve bu şehrin ortasında bir Tepebaşı yükseldi. Hakikatte bu bir çıbanbaşı idi. Biz buraya ehemmiyet vermedik, onu besledik, onunla zevklendik. Burası, bizi dıştan yıkıp çökertemeyen Avrupa'nın içimizden yıkmak için keşfettiği bir mikrop yuvası idi. Dünyada bu kadar ruh sıkıcı, bunaltıcı tepe olamazdı. Karanlık kuyulardan daha berbart bir havası var- Burada bizim lisanımızla ve bizim hayatımızın maskesine bürünmüş, bize suikast yapan yabancı ruh pusu kurmuştur. Her devrin kundakçısı olan çürütücü meşum hayalet orada barınır Tanzimattan beri her iki nesil mukaddes kurbanlarını orada feda etmiştir, Servet-i funun edebiyatının kahramanları hep o tepenin üzerinde dolaştılar. O neslin çocukları bütün kurbanlarını orada düşmana bıraktılar.

Bunlar düşmanlarını bilmiyorlardı; bilseler kurtulurduk. Meri ve siyah ın Aşkı memnu un ve Eylül’ün kahramanları bu tepede dinlenirler. Buranın havasını teneffüs ederlerdi. O devrin büyükleri garba bu tepeden bakıyorlardı. Memleketi asrileştirmek isteyenler rumca şarkıları burada dinlerdi. Devrin bütün rengi soluk, kalbi hasta çocukları burada ruh teneffüs etmeğe çalışırlardı. Günün birinde kaza ve kader neslin perişan çocuklarını bu tepenin zehirli havasından kurtardı. Vaktiyle kuruluşumuzun beşiği olan Malazgirt’ten daha yukarılara, Erzurum yaylasına geldi. Millette bir istiklâl iradesi uyandı. Bir neslin çürümeyen, çürütülmeyen çocukları düşmanı alkışlamamaya, gayretle el açmamaya yemin ettiler. İman muvaffak oldu.

Lâkin çok uzun sürmedi. Bir neslin kanı pahasına istiklâline kavuşan mukaddesat, bu sefer daha sefil ellere satıldı. Rengi kansız, ruhu renksiz, yüzlerindeki dejenere çizgilere kadar bize yabancı bir neslin çocukları Tepebaşında “Kafatasını, “Unutulan Adam”ı alkışladılar ve alkışlattılar. Bunlar, bizim bütün mukaddesattan soyarak avare bıraktığımız hastalıklı çocuklarımıza zevk vadettiler ve temin ettiler. Mektebi zindan ve sinemayı cennet diye tanıttılar; mabedi tımarhane, meyhaneyi mâbet diye tanıttılar, bizi çocuklarımıza düşman, kendilerini dost diye tanıttılar. Bunların eseri, oğulu babaya, kardeşi kardeşe tanıtmaz hale getirmek oldu. Kimdi bu adamlar? Bizim topraklarımızdan gelmeyen, yüzleri bize benzemeyen ve zevkleri bize ıztırap veren, istiklâl şairimizin tâbirile “Aç gözlü, dokuz yüzlü şerir”i andıran ve nazarlarından taşan mâna “İbadullahı istihkar” olan bu düşman zümre nereden gelmişti? Bunları hatırlıyorum. Bunlar, çarıklı köylünün

Parası ile Parisin okutulan,kendini besleyen köylünün kendine yüzkarası olduğunu söyleyen ve kendisine hangi milletten oldğu sorulduğu zaman tefahürle ayağa kalkıp “Yugoslav!” diye haykıran gençlerdi.Bunlar garp

medeniyetinden eser diye bir frenk veya Yahudi kızı ile evlenerek memlekete dönen, askerlik yapmamak için doktorlara dost olan, Anadolu'ya gitmemek için İstanbul da dilini tutup vazife  efendisine el bağlayan münevver gençlerdi.Demokrasiye düşmanlık despot devletçilik itibarda olduğu zaman bunlar alkışçı idiler,demokrasi bir nizâmı sömüren yangın halinde anlaşıldığı anda bunlar körükçü oldular. Bunların tek bir gayeleri vardı.: Bu vatanı yakmak, bu devleti çöktürmek. Bir gün geldiki ilim müesselerinde ki ecnebi mütehassıslarının etrafında bunları bir vatandaş halkası halinde toplanmış gördük. Başka bir gün mahkemelerde katil alkışlanır ve omuzlarda taşınırken da bunlarda binalarımızı, sanatımızı yakıyorlardı. Mahkemelerde ‘bu milletin ahlakı olmaz” fermanını hakim kılmaya, ellerindeki ateşlerle de sanat  müesseselerimizin kül olan enkazına “bu milletin sanatı olmaz" meşum ibaresini yazmaya çalışıyorlardı.


Bunlar, Tepebaşında ki sahnede de aynı pervasızlıkla "bu milletin sanatı olmaz", "bu milletin ahlâkı olmaz!" ibaresini çalıştılar ve çalışıyorlar. Kızıl gömlekli, eli kanlı, vicdanı kanlı bir zümre var ki onlar bu eserin sahibidirler, onlar bu eserin muvaffakiyetinin saikidir. Oniki yaşından itibaren orta mektebe başlayan çocuklarımıza okunmasını sınıfta tavsiye edeceğimiz esere bakın; Ana ile baba arasındaki mükaddesatı sıfıra indiriyor. İyi ve fenayı öğretme yol ile terbiye tarzına bakın: Şekaveti, ahlâka hücumu ibret olsun diye talim ediyor. Masum insana, cinayetin fena olduğunu öğretmek için adam öldürtüyor. Hırsızlıktan iğrendirmek için izzetinefsii gence hırsızlık yaptırıyor. Görüyorsunuz ya, terbiye metodlarını Lâkin bu, onların sanatıdır. Sanatları her şeydir;ismi realist sanattır. Kör olası realite! Daha ne fena var ki tasvir edelim ! Lâkin dikkat ederseniz, ibret derslerimiz hep Şehvetin etrafında toplanmaktadır. Ya gençlerin alkışla aşınan elleri…Onlar en büyük hırsla şehvet sahnesini ve rakı masasını alkışladılar. Bu gün zavallı fazileti, hayatını hasrettiği selâmetinin tahakkuk edemez rüyası içinde sessizce ölenleri veya bu çılgın sele sade göğsündeki imanla karşı gelmek isteyenleri alkışlamak icap ederse ne yapacaklar? Ellerinde kuvvet kalmadıki, alkışlarında daha yüksek bir top bırakmadılar ki... Hem ayellerle mi alkışlayacaklar, şehvete çırpınan ellerle mi?..

İşte "Meyhanen, aç gözlü, dokuz yüzlü şerir”, ağzında piposu, yüzünde onun dumanından daha belirsiz, daha pis çizgilerle menfaatsız, şerefli yüzlere karşı “Menemen hâdisesi yapıyorsu­nuz. Size göstereceğiz!" diye hiç utanmadan, ama hiç, gözlerine ne bir insanlık alâmeti, yüzlerine ne de bir haya perdesi sirayet etmeden sataşıyor. Karşı taraf şereften ve namustan bir cephe halinde, telkinlerde yetiştirdiği nesle artık hareketiyle örnek ver­meğe hazırlanmış olanlar ikiye ayrılan cephenin ortasında vakarla savaş gününü bekliyorlar. Ruhlarda bir seferberlik hazırlığı var. Kendilerinin, Alparslan’ın, Yıldırımın ve bu neslin çocukları oldu­ğunu bilenler bir yana, eli ve vicdanı kan içinde lekeli kızıllar öbür yana ayrılıyorlar. Açıktan açığa safların teşekküle başlaması onları dehşetle endişeye düşürdü: Millet cephesini yıkmayı gaye edinmiş neşriyat mı var; onlara koşuyorlar. Cinayeti alkışlayabilecek bula­şık eller mi var; onları kiralıyorlar. Menfaatla kullanılır vicdanlar mı var; onları yokluyorlar.

Ne yapsalar boş... Cephe teşekküle başlamıştır. Bu cephenin namuskâr safları içerisine maskelenip giren çehreler, milletin safini içinden bozguna uğratmak ve dağıtmak endişesiyle çırpını­yorlar. Her yere nüfuz eden bu hüviyeti şüpheli şahıslar sağa sola, her tarafa şu şüpheleri sokmaya çalışıyorlar:

Hadisenin ne ehemmiyeti var ki? Yine büyütüyorlar? Ne mânâsız hareket?

Dünyanın her tarafında ahlâksızlık vardır? Bu ne telâş

Milletin huzurunu bozuyorsunuz!

Paris'te Sorbon un kapısında “Humanité” gazetesi satılırmış, bize ne oluyor?

Sanat hürdür, ahlâka uşak olamaz. Siz sanat bilmiyorsunuz.

- Medeni dünyadan haberiniz yok. Siz inkılâbı hazmetme­mişsiniz.

...Bunların hezeyanları çoktur. Ne sanatı, ne garbi, ne Sorbon’u, ne inkılabı, bunların hiçbirisini bilmeyen, görmeyen, anlamayan bu zümreye, tarihini, milletini, mukaddesatını, ailesini ve bu mukaddes varlıklarının bir zerresini her ne pahasına olursa olsun asla feda etmiyecek olan kahramanların safından şu hitap yükselecek: “Sanatınız, ahlâkınız, insanlık değerleriniz ve zevke hizmetkâr vicdanınız bize düşmandır. Bunlar her zaman bize düşman unsurlarla birleşmekte tereddüt etmemişlerdir. Bir millet artık bunlara son veriyor, paydos! Bir millet şuuruna sahip oluyor. Artık size, mukaddesatımızın çizgilerinden çıkıp bizden ayrılmak düşer, ahlâkımıza düşman olan sanata da sahneye de, garpçılığa da, böyle insanlığa da... Biz kendi hayatımıza kendimiz de örnek oluyoruz; kimsesiz, tarihsiz ve şöhretsiz bir millet değiliz!”

Bizim Türkiye, sayı: 7, 3 Mart 1948;
Devamını Oku »

İslam Harflerinin Terakkimize Mani Olduğunu Sürenler

İslâm harflerinin terakkimize mani olduğunu ileri sürenlerİslâm harflerinin terakkimize mani olduğunu ileri sürenler, Avrupa'nın bizi yok etmeye karar vermiş yazarlarıydı. Bir Volney, bir Baron de Tott vs. İslâmiyet'e düşmandılar. Başlıca hedefleri bizi tarihimizden, irfanımız­dan, bir kelimeyle İslâmiyetten koparmaktı. Bu bedbaht telkinler önce bir­çok dürüst Türk münevverini de büyüler gibi oldu. Sonra meselenin vehametini kavramakta gecikmediler.

Yakın çağlarda Abdullah Cevdet gibi Avrupa irfanıyla sermest mü­nevverler, elbise değiştirir gibi harf değiştirmemizi teklife yeltendiler. Batı­lılaşmış entelijansiyamız bu teklifi can kulağı ile dinledi.

Harf devriminin fayda ve zararları ortadadır. Ziya Paşa gibi:

Eyvah bu bâziçede bizler yine yandık

Zira ki ziyan ortada bilmem ne kazandık!

demek budalaca bir şikâyet olur. Lâtin harfleri kabul edilmiş, bu harflerle aşağı yukarı elli yıldan beri kitaplar basılmış, dergiler çıkarılmış, gazete­ler yayınlanmıştır. Dava bir karşı devrimle yeniden eski harflerimize dön­mek değilir. Nesillerin hafızası ile oynamanın ne vahim neticeler doğurdu­ğunu biliyoruz: Dava, irfanımızı yeniden fethetmek... Dava, ecdadın tefekkür hazinelerini bugünkü nesillerin tecessüsüne açmak, bir kelimey­le bugünü düne bağlamaktır. Dâva; Lâtin harflerinin yanında İslâm harf­lerine de hayat hakkı tanınması, Osmanlıcanın mekteplerimize girmesi, ilmin ve ihtisasın sesine kulak verilmesi; inkırazın eşiğine sürüklenen za­vallı ülkemizin kaderi üzerinde hiç bir peşin hükme saplanmadan düşü­nülmesidir.

Mustafa Armağan,Bulutları Delen Kartal(Cemil Meriç)
Devamını Oku »

İslamiyet Bir Nomokrasi İdi

İslamiyet Bir Nomokrasi İdiİslamiyet bir nomokrasi idi. Nomokrasi şu veya bu ferdin, şu veya bu zümrenin değil, Hakkın, yani şeriatın, mutlak ve ilahi hakikatlerin -çağdaş bir tabirle- kanunun hakimiyeti demekti.

Mutlak ve çılgın bir hükümdar olan II. Mahmut yeniçeriyi ilga etmişti. Yeniçeri, ulemanın tabii müttefiki idi. Ulema, şeriatı ihmal eden hükümdarı bu kuvvet sayesinde doğru yola sevk edebiliyordu. Yeniçeri bir nevi efkâr-ı umûmiye idi. Ulemayı dermansız ve dekoratif bir zümre haline getiren, tabii müttefikini kaybetmiş olmasıdır. Napolyon’un çizmelerini giyerek Batılılaşma oyunu oynayan II. Mahmut istediği gibi hareket edebilirdi artık. Devlet-i Aliyye tarihinde Batılı manada ilk müstebit hükümdar bu zattır. Şimdi ulemanın yerini alan intelijansiya kime dayanarak sözünü dinletecekti! Yeniçeri yoktu. Çok geniş, çok dağınık yerli-yabancı binbir menfaatin çarpıştığı bir ülkede kalabalığa seslenmek kabil miydi? Hangi kalabalığa, nasıl bir haberleşme vasıtasıyla?

 

Mustafa Armağan - Bulutları Delen Kartal(Cemil Meriç)
Devamını Oku »

Kainat ve İnsan Bilinci

İnsanoğlunun en önemli problemlerinden biri de bir değerler sis­temi olarak değişmez bir bütünlük arzetmeyişidir. İnsanın dışındaki tüm yaratılmışlar kendilerine gömülmüşlerdir. Bütünlük içerisinde ve dışa kapalıdırlar. Ama insan bilinci ve ruhuyla (sezgisel bilinç) kâi­nata ve ötesine açılmıştır; doğal bir bütünlüğe gömülmüş ve stabil bir dengeye haiz değildir. O nedenle insan, dışa açık hassalarının den­ge bozucu işlevlerini de hesaba katarak dinamik-ozgürlükçü bir denge sağlamak zorundadır. Bilinci ve ruhunun oluşturduğu dış algı ve zorlamaları içsel karşı oluşumlarla sürekli olarak dengeleyebilmelidir. Aksi halde insan olma potansiyelini edimselleştirememek gibi bir özdeşlik, tekrarlılık ya da tereddiye düşebilir.

Bilincimiz, duyu organlarından sağladığı algıları değerlendirerek insan hakkında sürekli bir bilgi sunmaktadır bize. Ama bu bilginin kâinatın bizzat kendisi değil, bilince dönüştürülmüş, İnsanî de­ğerler sistemi içerisinde oluşturulmuş bir ifadesi olduğunu gözden kaçırmamalıyız. Yani biz hiçbir zaman gerçek kâinatı taşımamaktayız zihnimize. Onun ışık, ısı, renk, koku, duyu gibi arazlarla bilincimizde remizlendirilen bir tür temsilidir (simülasyon) zihnimizde oluşan. Bu ise bilindiği gibi soyut bir bilgidir. Kâinatla insan arasında olu­şan bir ara-çevirici değerler sistemidir. Kâinatı bilince dönüştürme işlemi de İnsanî değerler sistemi açısından denge bozucu bir özellik arzetmektedir.

Burada insanın kendi bireysel bilincini inşa çabası ile toplumsallığın onun üzerinde inşaya çalıştığı öznellikler arasında­ki çatışmalar, kişilik sorunları kadar, kişilik bölünmelerine de yol aça­bilir. Ama bilinç, her hâlükârda, ne kadar parçalanmış ve dağılmış olsa da, insanın kendi bilincidir. Bilinç kendi karşı değerlerini, yani kendisinin de dahil olduğu dünya bilgisini-bilincini dengeleme iş­lemini yine kendi içindeki bilinçsel faaliyederle sağlar. Dünyaya kar­şı savunur kendisini ve cevaplar üretir. Bu cevaplar etik, estetik, bi­limsel ve politik niteliklerde olabilir. Önemli olan insanın bu üret­kenliğe ulaşabilmesidir. İnsan açısından asıl sorun, kişilik gelişimi­nin bu üretkenliğe geçemediği bir kertede bastırılması, tıkanması ya da kendi içerisine kapanmasıdır. Ama hakikati hiçbir zaman gerçek mahiyetiyle kavrayamayacağımız için, bilincin problemi de hiçbir zaman tam olarak çözülemeyecek, denge kurma çabası hiç dur­maksızın sürdürülecektir.

Ümit Aktaş, İnsan ve İslam
Devamını Oku »

Daha Çok Tüketmek İçin Üreten Yeni İnsan

Modernliğin “hiper” ön eki; her türden aşırılığı, bütün isteklerin hemen/şimdi/burada karşılanması talebini, -bu noktada postmodernlikte kendisinden kurtulunmuş gibi görünen Freudizmin, her şeyi hemen/şimdi isteyen hayvan tabiatlı arsız idi geri dönüş gibi görünmektedir  kendini aşmayı, tüketim ve ticaretin egemenliğini ve de yeni bir tür evrimi ifade etmektedir. Peki ama bu üç biçim arasında ne fark vardır? Postmodernite, modernizmin bir yorum biçimi idi. Hipermodernite ise bir yaşama tarzıdır. Bu eni yaşam biçimi yeni bir “insan teki” var etmiştir. Bu yeni “birey”, gittikçe daha çok tüketen bir toplumda yaşamaktadır. Bununla beraber her türlü “bağadan kurtulmaya ça­lışmakta, sadece kendini geliştirme ve daha çok tüketme kaygısı taşımaktadır. Hem tü­ketme kaygısı yaşamakta, hem de kaygısını tüketerek yatıştırmaktadır.

Bu yeni insan bireyselleştikçe (bireyleştikçe değil), işsizlik, boşanmalar, nikâhsız beraberlikler, babasız çocuklar, ruhsal bozukluklar artarken evlilikler azalmakta ve değerler Kaybolmaktadır. Nicelik egemen olurken -Guenon’un ifadesiyle- çağın alametleri, her yeri istila eden şişmiş bir “ben”, güvensizlik ve yalnızlık, korku ve hayalet gibi nereden geldiği belli olmayan, yeni bireyi sarıp sarmalayan “sıkıntıdır. Bu ruhsal tablo, yüzeyde, daha fazla tüketememenin ve “ben”leşememenin sıkıntısı olarak kendini gösterir. Fakat aslında burada belirsiz bir sıkıntı, kendine bilinebilir bir sebep bulmaya çalışmaktadır. Daha temelde ve derinde yatmakta olan Tanrı’dan ve değerlerden kopmuş olmanın sıkıntısıya da varoluşsal sıkıntı- daha çok tüketilerek yatıştırılır. Tüketmek bir müsekkîndir; oysa yeni bireyimizin ve hepimizin müzekkîne ihtiyacı vardır. Çünkü bireyler, gerçek/varoluşsal sıkıntılarıyla yüzleşince ancak sakinleşirler. Kendisinden kopup ayrıldığımız ana vatanımızı hatırladıkça (zikr) kalplerimiz sükûn bulur.

Daha çok tüketmek için üreten yeni insan, hormonlu veya genleriyle oynanmış gıdalarla beslendi ve AIDS gibi yeni bir “çağdaş veba” türü ortaya çıktı: Obezite. “Acıkmak yetersizliktir; bu yüzden yeni birey asla acıkmamalı ve her dem tok olma­lıdır”. Diğer taraftan şişmanlık daha fazla tüketemeyecek olma korkusunu da tetikle- mektedir. Bu sefer, spor salonları (spor bağımlılığı çağın büyük alametlerindendir), jogging, organik gıdalar(bu gıdalar daha pahalıdır ve tüketene ayrı bir ideal imaj ver­mektedir), zayıflama diyetleri, fitoterapi vs. şeyler imdada yetişecektir.

Şüphesiz bu dönemin de bir ahlakı vardır. Bu ahlak, bireye hizmet eden, onun ça­tışmalarını dindiren, daha çok tüketmesine yardım eden bir ahlaktır. Pazar ekonomi­sinde dürüstlük, ürünü zamanında teslim etme gibi erdemler daha çok kazanmaya do­layısıyla da çok fazla tüketmeye yarayan araçlardır. Ahlakın Aşkın olanla bağı kal­madığı için, dürüstlük (vd), daha üst bir değere değil, aşağıda olana (dünyevî) hizmet eder. Dürüstlük kaybettirecekse dosdoğru olmanın lüzumu yoktur. Belki de bu yüz­den J. Locke, Tanrıtanımazın şahitliğinin kabul edilmemesi gerektiğini söylüyordu.Öyle ya, bireyi kontrol edecek hesap soran, cezalandırıcı bir Tanrı yoksa. Tanrıtanı­maz hangi değer üstüne yemin etsin ki!

Bu yeni ahlak türünün en belirgin özelliği suçluluk içermemesidir. Suç olmadığı­na göre suçlu da yoktur; dolayısıyla ceza da. Birey suç işlememişse, tevbeye de gerek kalmamıştır.Artık onun için tevbe kapıları çoktan kapanmıştır. Aslına bakarsanız suçluluk içermeyen ahlak anlayışının gelişimine en büyük katkıyı psikoloji ve psikiyatri yapmıştır. Dün ahlakın (ve dinin) alanında yer alan davranışlar, asıl toprağından kopartılmış, psikolojinin (bilimin) alanına ekilmiştir. Zaten psikoloji bilimi de davranışı incelemektedir; dolayısıyla bir şey psikolojinin/psikiyatrinin inceleme objesi-olgusu ise, o artık ayıp, günah, çirkin değil normal/anormaldir. Böylece ayıp olan sıradanlaşmış ve meşrulaşmıştır. Homoseksüalite, travestisizm, teşhircilik vs. bireysel tercihe dönüşmüştür; kınanmamalı ve saygı duyulmalıdır! Madem ki bu ye­ni insan teki her şeyin ölçüsüdür; varolanın varolduğunun, varolmayanın varolmadı­ğının, ayıp olanın aslında ayıp olmadığının biricik belirleyicisidir. Öyleyse onun ter­cih ettiğine kim karşı çıkabilir! Çağdaş bir günah çıkarıcı papaz gibi iş gören psika­naliste çatışmalarını, sıkıntılarını ve tercihlerini anlattığında; bir leğenin içindeki kirli suyu fırlatıp attığımızda ondan kurtuluverdiğimiz gibi, bozukluklarından kurtulma­mış mıdır? Ve böylece taze müçtehidimiz yeni bireyirmizin ahlaksızlıklarını tecviz etmiştir. Ortada vicdan azapları, kaçma/gizlenme eğilimlerine yol açan korku ve sıkıntı, ruhî çöküntü, tereyi hürriyetinden mahrum bırakan lekelenmişlik duygusu yani suçluluk duygusu olmadığına göre, yeni birey artık var gücü ile tüketebilir;kedini,tabitatı ve evreni.

Kaynak:

Hece Dergisi-Postomodernizm Özel Sayısı
Devamını Oku »

Aydınlarımızın Din Eleştirisi

Tanzimat’tan bu yana bizim aydınımızın din eleştirisi de, çözüm önerisi de Protestanların ve kalvinistlerin dine yönelttikleri eleştirilerle neredeyse aynıdır. Gözden kaçırılan, unutulan ise Hıristiyanlığın tahrif edilmiş, İslâm’ın ise tahrif edilmemiş sahih bir din olmasıdır. Geri kalmışlık duygusuyla Batı’da gördükle­rimizi ‘zaten o bizde var, bu anlayış İslâm’ın anlayışı şeklinde yorumlarla Batı düşüncesi içselleştirilemez, meşrulaştırılamaz. İslâm ve Müslüman sözcükleri isim ve sıfat tamlamalarını kabul etmez: “İslâm Rasyonalizmi”, İslâm Sosyaliz­mi, liberal İslâm vb tamlamalarla kendi dünyamızı kuramayız.

Biz de din, dünyada iyi yemekler yemenin, dünya hazlarını sonuna kadar tat­manın bir aracı olarak algılandı. “Dünyadan nasibini unutma” diyen Ayeti Keri­me dünyevileşmenin aracı, delili olarak kabul edildi. ‘Kazanan Allah’ın sevgili kuludur’ sözünün başından ‘helal’ sözcüğü kaldırıldı. “Onlar zekât vermek için çalışırlar” ilkesi unutuldu, çalışmanın asıl amacı değiştirildi. Biriktirme ve yarı­nı kollama tutkusuyla ömürler tüketiliyor. İnsanın emel, ecelin insan peşinde ol­duğu gerçeği akla getirilmiyor.

Kapitalist/Protestan ahlakı ile İslâm ahlakını birbirinden ayıran temel özellik şudur: Müslüman, paraya bir araç olarak bakar. Para, sermaye Müslümanın he­sabını verdiği bir araçtır. Sadece çok çalışmak, çok kazanmak dinsel bir kurtulu­şun garantisi değildir. Kalvinist ahlakın temel sloganlarından biri olan Benjamin Franklin’in “Vakit nakittir” sözü, bizde bir hadis gibi algılanır ve kapitalist anla­yışa payanda yapılır. Bizde vaktin nakit olması dünyanın fani olduğuna, vaktin iyi değerlendirilmesi, Allah’ın istediği şekilde geçirilmesi gerektiğine dikkat çekmek anlamındadır. Kalvinist ahlakta ise vakit, paradır.

Rönesans öncesi Avrupa’da insanın değeri yoktur, Protestanlar Katoliklere ‘Tanrı ile insan arasına giremezsiniz’ derler. Katolik mahkemeleri kurulur; engizisyon yani zorbaca soruşturmalar yapılır. Batı böyle bir Orta Çağ’a dönmek is­temez. Aynı çağda îslâm uygarlığı inşam ‘eşref-i mahlukat olarak görür. Teknik anlamda da dünyadaki süper güçtür. Batı uygarlığı insanı öne çıkarmaya çalınır­ken, İslâm uygarlığı insanı Allah’a bağlayan ve yaratılanların en şereflisi olarak kabul eden bir anlayışın uygulamalarını ortaya koyar. Bizde bugün bile 'siz bizi Orta Çağ karanlığına sürüklemek istiyorsunuz' şeklinde savlar ileri sürülür. Ne var ki kötü olan bu Orta Çağ, Batı’nın Orta Çağı’dır.

Batı uygarlığı, düzeltilmiş bir din arar. Rönesans, hümanizm ve reformist ha­reketler bir kaçış hareketidir; Batı uygarlığının tahrif edilmiş bir dinden kaçışıdır, din bağından kurtulma çabasıdır. Bu anlayışa göre insanı, insanlığı kurtaracak olan Tanrı değildir, insanın kendisinin çok çalışması dünyasını mamur etmesidir. Kalvinistler toplumsal kullanımın hizmetindeki emeği kutsar. Biz de hemen bir hadisi koyarız; bu bizde zaten var: ‘İnsanların hayırlısı insanlara faydalı olandır.’ Ahmet Mithat Efendi’nin bir kitabı var: Sevday-ı Say-ü Amel.Bu söz, L Amo- ur du Travail (= İş aşkı; iş sevdası) sözcüğünün Türkçe çevirisidir. İnsan, işe âşık olmaz. İnsan çok çalışır, âşık olduğu varlığa güzellikler sunmak ister. Çalışmak başlı başına bir değer olamaz. İnsan kötü bir emel peşinde de çalışabilir, ömrünü harcayabilir. Niçin çalışıldığı önemlidir. Anamalcı ve kalvinist ahlak herkesin çok çalışmasını, çok kazanmasını, çok tüketmesini önerir. Bu anlayışın temelinde ak­lını ve zekâsını çalıştırıp rekabet etmekle zorluğa katlanmak kanunu vardır. (...) Halbuki dünya işlerinde rekabet, keşmekeş ve gizli anarşiden ibarettir (Çetin: 1987,344). Dünya için rekabeti yasaklayan bir başka buyruk da şöyledir: "Birbiri­nize hasetlik çekmeyin, müşteriyi kızıştırmayın, birbirinize buğzetmeyin, birbirini­ze sırt çevirmeyin. Biriniz diğerinin pazarlığı üzerine satış yapmasın. Bunları bı­rakmak şartıyla kardeş olun ey Allahın kulları! (Çetin: 1987, 344).

Anamalcı anlayış güçlü olana büyük bir özgürlük verir. Bunun sonucu, zen­ginin daha zengin, fakirin daha fakir olmasıdır. Bu yolun açılması hırsın yanın­da hasedi harekete geçirir, oburluk arzusunu, nefreti doğurur. Birçok patronun yanında bir yoksullar ordusu ortaya çıkar. Birçok patronu bir tek patrona indir­mek gerekir; bundan da sosyalizm doğar. “Sosyalizmin başlangıcı, kapitalizmin nihayetidir” (Çetin: 1987, 346).

Kalvinistler ibadet dilinin Latince olması şart değildir derler; bizim aydınımız da ibadet dili Türkçe olsun der, ezanı Türkçe okutur. Kalvinistler daha az ayini olan bir din isterler, haftada bir Pazar günü kiliseye gitmek yeterlidir. Bizde de Cuma namazına gitmek yeterli görülür. “Cumaya çağrıldığınız zaman Allah’ın zikrine koşun. Namaz bitince de yeryüzüne yayılın” emri, püriten tüccarların tutumu gibi yorumlanır. Kalvinist ahlak, Hristiyanları İncile, İncil Hristiyanlığına dönmeye çağırır. Herkesin Incil'i yorumlayabileceğini, herkesin Incil'den hüküm çıkarabileceğini söyler. Bizim aydınımızda Kur'an‘ı okumasını dahi bilme yen insana Kur’an’ı yorumlama yetkisi vermeye çalışır: Aklın var, düşün,yorumla der. Ne yazık ki şu basit kural bile unutulur; Bildirme kipinde basit bir yargı cümlesine ulaşmak için bile bütünü kuşatacak bir bilgi gerekirken, fetva vermekte, ‘şu helal, şu haram’ demekle son derece cesur davranılır. Kalvinistler ‘Tanrı ile insan arasına girilmez diyerek günah çıkaran papazları reddederler , Bizim aydınımız da buradan hareketle dinle ilgili her geleneği ve kurumu papazla­rın tutum ve uygulamalarıyla özdeşleştirir.

Protestanlık ve Kalvinizm seküler bir dünyayı öngörür. Dinsel yaptırımlar ve cezalar, bu dünyaya bir yararı varsa ancak o zaman kabul edilebilir. “Çünkü Kalvinizm’in tasarladığı dinsel hukukun dünyevî yaşamdaki etkinliği düşüncesi sa dece dünyevî sorumluluğa ait bir yaptırım taşımaktadır ve kesinlikle manevi kur­tuluşa fırsat sağlayan dinsel bir değeri söz konusu değildir.Dolayısıyla dinsel hu­kukun temeline dayalı ahlakilik ancak dünyevi yükümlülükleri yerine getirilmesi açısından bir değere sahip olmaktadır” (Olgun: 2012, 151), Bu duruştan da pragmatik, yararcı, kişisel çıkarı öne alan bir dünya görüşü ortaya çıkmaktadır. Bizim aydınımız da aynı mantıkla, seküler bir tutumla inancını çağa, kişisel ya­şamına ve hazlarına uydurmaya çalışır, yanlışları meşrulaştırır.

Bizim dünyamızda da insanımıza Protestan bir İslâm önerildi; protestan, re­formist bir İslâm sunulmaya çalışıldı. Protestanlar gibi sorular soruldu. Bu soru­lar bizim sorularımız değildi. Böyle bir kaos ortamından kültürel bir çamur der­yası doğdu. Bu çamurdan ne bir kerpiç ne bir bina yapılabildi. Adomo’nun Batı dünyası için söylediği “sakatlanmış yaşamlar” dediği yaşam biçimi bizim dünya­mızda daha vahim bir hâl aldı. Çok küçük sorular, çok küçük sorunlar karşısın­da değer yargılarından vazgeçebilen, sahnelerini hemen bir kenara bırakmaya hazır bir aydın duruşu ortaya çıktı. “Aydın için, kültür alanında bile artık hiçbir sabit, garantili kategori kalmamıştır, günün hayhuyu da binlerce talebiyle zihin­sel yoğunlaşmaya müdahale etmektedir, bu yüzden bugün biraz olsun kayda de­ğer bir şeyler ortaya koymak için harcanması gereken çaba neredeyse hiç kimse­nin altından kalkamayacağı kadar ağırlaşmıştır. Uyumluluğun bütün Üreticilerce hissedilen basıncı da aydının kendi standartlarını düşürmesine yol açan bir baş­ka etmendir” (Adomo: 2009, 31).

Bölmeli bir beyin tomografimiz var: Yarısı Avrupa yarısı İslâm görüntüsü ve­riyor. İslâm ortadadır ve bozulmamıştır, Müslüman nerededir? Müslüman nere­de duruyor? soruları gündemin ana sorulandır. İslâm’a ulaşmakta, İslâm’ı yaşa­makta zorlanan Müslümanlar vardır. Şu soruları sormak gerek: Gazetelerde, dergilerde, kriz anlarında, bolca rastladığımız, dinlediğimiz entelektüellerin toplum mühendislerinin, sosyologların, Ramazan söylemlerinde çağdaş fetvalar üreten ilahiyatçılarımızın kafa yapıları ne kadar îslâmidir? Aydınımız Batının dedikle­rini yineleyen bir papağan mıdır? Ne kadar düşünsel bir vicdana sahiptir? 1600'lü yıllarda Batının bozulmuş din anlayışını, kendilerini Tanrı yerine koyup günah çıkaran papazların egemen olduğu bir dini protesto eden Rabelais, Montaigne, Luther, Calvin gibi reformistlerin görüşleri ve önerdikleri din, Tanzi­mat’tan beri yaşanan aşağılık kompleksi ile aynı şekilde bizim ülkemize, kendi aydınlarımız tarafından öneriliyor. Eleştirilerimiz özgün olmalıdır.

Kendi hakikatlerimizi tevillerle, kişisel, öznel yorumlarla, kalvinist bir tutum­la paradoksa dönüştürmemeliyiz. Protestan, kalvinist sorularla İslâm yargılanmamalıdır. Kalvinist bir söylemle kendi geleneğimiz eleştirilemez. Kalvinistler iba­det dili Latince olmasın derler, biz de ibadet dili Arapça olmasın deriz, ezanı Türkçe okuturuz; okullarda Türkçe Kur’an okutulsun deriz. Kalvinistler İncil e dönmek gerek, İncil’i herkes yorumlayabilir, ondan hüküm çıkarabilir derler, biz de Kur’an’a dönmek gerek, herkes Kur’an’ı anlayabilir, ondan hüküm çıkarabi­lir deriz. Kalvinistler dünyevi başarıya endeksli bir yaşam biçimi önerirler, biz de insan için çalıştığından başkası yoktur’; ‘bir lokma bir hırka anlayışından vazgeçmek gerekir’ buyruğunu bu anlayışın payandası olarak ileri süreriz...

Bizim insanlığa sunduğumuz büyük bir uygarlığımız var. Taklit eden, özgün olmayan, sürekli kendini savunan, sürekli kimliğini kanıtlamaya çalışan bir du­ruşun insana, insanlığa sunacağı bir iletisi yoktur. Kapitalizmin kökeninde kalvi­nist ahlak ve hırs vardır. Hırstan kapitalizm, hasetten sosyalizm doğmuştur. İs­lâm ise öykünmeyi değil özgün olmayı, hırsı değil azmi, hasedi değil imrenme­yi, orta yolu önerir. Kalvinist ahlak anlayışı, dünya görüşü yerine İslâm’ın öner­diği dünya görüşü ve ahlak anlayışı yaşam biçimimizi şekillendirmelidir.

Ahiretten kopuk bir dünyanın bize yetmeyeceği, işinde başarılı olmayı yeter­li gören kalvinist bir ahlakın, çok para kazanmanın kurtuluşun garantisi olmadığı gerçeği kavranmalıdır. Dualar, temenniler yarıda kesilmemelidir ‘bize dünyada hasene ver’ duası tamamlanmalıdır;ahirette de hasenenin gerekli olduğu unutulmamalıdır.

Hece Dergisi, Batı Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »

Tanzimat Dönemi Romancılık

Tanzimat döneminde, Batıda birçok büyük roman varken Telamak’ın çevrilmiş olması da ilginçtir. Yusuf Kamil Paşa bir yazar veya romancı değildir, onun için de seçimi bir roman olmaktan çok bir eğitim kitabına yöneliktir. Yani o, Telemak’ı ro­man olduğu için değil, eğitim kitabı olduğu için çevirmiştir. Fenelon, romancı olarak da yazar olarak da kendi ülkesinde (Fransa) bile çok okunan bir yazar değildir. Dola­yısıyla çeviride amaç toplumu eğitmektir. Bu anlayış yerli romanlarda da kendini gös­termiş, Tanzimat romancılarında bir amaca, bir ideale dönüşmüştür. Bunun için de ro­manlarında yaratılan tipler hem doğudan, hem batıdan izler taşır; ne tam anlamıyla ba­tılı ne tam anlamıyla doğulu (Osmanlı) dur. Yazarlar, Batılılaşma karşısında sarsıldık­ları, şaşırdıkları için kahramanları da şaşkın tiplerdir. Kahramanlar yapay ve ruhsuz­dur. Belirli bir amaca yönelik üretildikleri bellidir. Batı’dakinin aksine, kahramanlar hayattan alınmamış, toplumu yönlendirmek, şekillendirmek amacıyla üretilmiş tipler­dir. Namık Kemal’in (İntibah/Ali Bey) ve Ahmet Mithat’ın (Felatun Bey, Rakım Efendi vb.) kahramanları yaşayan değil, yaşaması istenen tiplerdir. Romandan hayata geçişin yollan aranmaktadır. Bu ise uzun ve sancılı bir süreçtir. Toplumun roman kahramanlarını benimsemesi, onlara benzemesi ya da kahramanların hayatıyla benzer bir hayatı yaşamayı düşünmesi için eserlerin de cazip hâle getirilmesi gerekmektedir. Onun için yazarlar, bir yandan klasik Doğu hikâyelerinin içeriğinden yararlanma (intibah. Hançerli Hanım diye bilinen bir meddah hikâyesinden esinlenerek yazılmıştır. Dino-1978-35) yoluna gitmiş, diğer taraftan da toplumun merakını alevlendirecek mahrem ve yasak konuların anlatımına ağırlık vermişlerdir. Özellikle, ‘aşk’ mahrem iki kişi arasında yaşanan bir duygu olmaktan çıkarılarak, Batı’daki benzerleri gibi sı­radanlaştırılmış, hatta cinselliğe indirgenmiştir. Bunu yaparken ilk dönem romancıları, geçmiş edebiyatımızı gerçekçi olmamakla, ayaklan yere basmamakla itham etmiş; buna karşılık kendilerinin daha hayata dönük eserler verdiklerini iddia etmişlerdir. Pek çok konuda olduğu gibi buna da ıslahat gözüyle bakılmış, ‘edebiyatın hali dahi mülkümüzde ıslahına ihtiyaç olan nekayıs (eksiklikler) cümlesinden değil midir? (N. Kemal-Bilgegil-22) toplumun Batılı olması için yazarlar toplum mühendisliğine so­yunmuşlardır. Ellerinde malzeme olarak basın ve edebi türler vardır.

‘İlk romancılarımızın, kişilerini seçerken ve bunlara uygun bir öykü tasarlarken kendi halk hikayelerine dönmeleri biraz da zorunluydu, çünkü Batı romanlarındakine benzer kadın erkek ilişkilerine oturtulmuş bir aşk serüveni, o dönem Türk toplumunda geçen bir öyküye konu olamazdı. Genç bir kızın bir erkekle görüşmesi, arkadaşlık et­mesi ne kadar imkansızsa evli bir kadının da, Fransız toplumunda olduğu gibi aşk se­rüvenleri yaşaması o kadar imkansızdı. Bu koşullar altında, yazarlarımızın, çok iyi bil­dikleri eski halk hikayelerinden, bilinçli ya da bilinçsiz, yararlanmalarını doğal karşı­lamak gerekir. Ancak daha önce de söylediğimiz gibi alman kalıplar ve kişiler yazarın çağındaki kültür çevresinin oluşturduğu bağlama uydurulmuştur. ‘(Moran-1991/1-36)

Tanzimat döneminde yazarların dikkate almak durumunda oldukları toplumsal ref­leks yaklaşık yirmi yıl sonra tamamen ortadan kalkmış; günümüzde bile yaşanması zor olaylar, romanların konusu olmuştur. Halit Ziya’nın Aşk-ı Memnu’da anlattığı aile içi ilişkiler, ancak bir Fransız ailesinde olabilir. Eserin bayan kahramanı Bihter, Emma Bovary’nin yerli versiyonudur. Eylül ise bir başka tutarsızlığı beraberinde getirir.

‘Mehmet Rauf, aşk ve evlilik konusunda da bazı yeni şeyler söylemektedir. Ne­cip ile Suat’ın gayrimeşru aşklarını hoşgörmek hatta yüceltmekle, evliliğin kurumsal ve ahlakı görünümüne karşı kişisel ve duygusal yanım vurgulamaktadır.’ (Belge- 1998-345) Çağdaşlaşma adına en mahrem oluşumlar bile ifşa edilmeye başlanır. Çünkü eserde anlatılan, M. Rauf un, Tevfik Fikret’in hanımına duyduğu, Necip’in- kine benzer bir aşktır. ‘Bu uğurda başına çok şey gelmiş, aşk hayatının en önemli olaylarından biri olmuştu. Eylül’ün çok iyi yazılmış bir roman olmasında bu kişisel yaşantının şüphesiz bir payı vardır’ (Belge-1998-347)

Tanzimat yazarları çelişkili ve sağlıksız insanlardır. Hemen hepsi Jön Türk gelene­ğinden geldiği için kendilerini ‘kurtarıcı’ olarak görmektedirler. Ama neyi kurtaracak­larını kendileri bile bilmiyorlardı: hepsinin ortak düşmanı ‘padişah’tı. Bu düşmanlık, padişahların şahsından çok, onların temsil ettiği kuruma karşıydı. Arka planda ise Avrupa ve -Ahmet Paşa’nın torunu Mustafa Fazıl Paşa vardı, Osmanlı yıkılsın da ne olursa olsun gibi bir anlayışla yola yıkmışlardı. Abdülazizin Paris seyahatin­den sonra hepsi İstanbul'a dönmüş ve devletin çeşitli kademelerinde görev almışlardır. Dün padişaha şovenler, bugün ‘padişahım yok yaşa’ diye sokaklarda yürüyen insanlar olmuştur. Bir yönüyle batıcı, meşrutiyetçi olan isimler diğer yandan İslamcı olmak gi­bi bir niteliğe de sahiptirler. ‘Hürriyet, şiirleri döktüren N. Kemal aynı zamanda:

Biz ol nesl-i kerim-i dude i Osmaniyiz kim

Cihan-giraane bir Devlet çıkardık bir aşiretten

(kaside)

Osmanlıyız can veririz nam alırız biz

gibi şiirler söylüyordu. Aynı N. Kemal ‘Renan Müdafaanamesi’ni yazıyordu, aynı zaman da ‘mason’du.

'Osmanlı 18. yüzyıl üst tabaka kültürüne baktığımız zaman bunların içinde İslami inançları -muhtemelen tasavvuf yoluyla- bir çeşit hümanizme çevirdiklerine işaret eden kanıtlar buluyoruz. Ancak, bu eğilimler hakkında bugün çok az bilgiye sahibiz. Muhtemelen Osmanlı İmparatorluğu’nun ‘Batılılaşma’sında bu eğilimler etkili ol­muştur. Gene bir ihtimal, Tanzimat düşünürlerinin bir kısmında gördüğümüz ‘Ma­sonluğun bu akımlardan kaynaklandığıdır’. (Şerif Mardin- Türkiye Ans. C2/s.98)

Çok yönlü çelişkiyi bünyesinde barındıran Tanzimat romancıları ‘Kendilerini ge­leneklerine bağlı, uygar birer Müslüman olarak gören bu Osmanlı aydınlarına göre hem Batı örneğine bakarak çağdaşlaşmak hem de dinine bağlı bir Osmanlı olarak, kalmak mümkündür.’ (Moran-91-17) Ama zaman, olayın böyle ve bu kadar kolay ol­madığını göstermiş, bünyesinde intiharlar da (Pozitivist ve Naturalist Beşir Fuad) ta­şıyan çağdaşlaşma bir türlü gerçekleşmemiştir.

Hece Dergisi, Postmodernizm Özel Sayısı
Devamını Oku »

Sömürü Düzenin İstikbali Ne Olacaktır ?

Cuma kimdir? Asıl adının hiç önemi yoktur. Önemli olan, Batılının ona hangi şablonu uygun gördüğüdür. İşin garibi, burada bizim takındığımız durumdur. İngiliz Daniel Defoe onu tanımlayabilecek bir isim bulmuş, Friday demiştir. Bizimkilerse çeviriyi yaparken emperyal bir tutum sergilemiş, kendisine Friday’in Türkçesi olan Cuma’yı münasip buyurmuştur. Dolayısıyla bu durum, emperyal yolda bizim de Tanzimat'la birlikte Avrupalı kafasıyla düşünmeye başladığımızın göstergesidir. Nitekim bir özel kanalda Afrika’daki bir Türk okulunda siyahî öğrencilerin İstiklâl Marşımızı söylediklerini izlediğimde göğsüm gururla kabarmıştı, Artık biz de Avrupalı olmuştuk. Çünkü o insanın sömürülmekten kurtulmasını istiyorsak kendi marşını okutmalı, Afrikalı millî kimliğinin ortaya çıkmasına vesile olmalıydık. Oysa biz de sömürü sisteminin bir ucundan tutmuş, kendi marşımızı ezberletiyorduk.

Peki, bu yol doğru yol mudur? Sömürü sisteminin istikbali ne olacaktır? Şayet Afrikalıya İstiklâl Marşımız yerine kendi marşını öğretirsek bir umut var mıdır? Yazının devamında o geleceği çizmeye çalışacağız. Hemen belirtmek lazım ki çizginin detayları öngörüden ziyade kişisel bir hayale dayanmaktadır.

Kendi çocuğu için mutlu, güzel bir dünya arzulayan bir anne, başka annelerin çocukları için de aynı güzel, mutlu dünyayı arzulamazsa kendi çocuğunu mutlu edemez. Nedir bu kelime tekrarıyla uzamış cümlenin açılımı?

Bugün Japonya’da on bin civarında Türk var. Bunların beş bini de Ordu ilimizden, Fatsa ilçemizden. Gidenler anlatıyor. Doksan beş yılında bu ülkede Türk pasaportuna açılmayacak kapı yok. Hiç dil bilmeden on iki saatlik yolu, İstanbul’dan Trabzon’a otobüsle gider gibi gidenler olmuş. Yani hiçbir zorlukla karşılaşmamışlar. O kadar ki Afrikalı siyahiler, Araplar, Hintliler bile Türk pasaportu taşıyorlar. Aradan sadece beş sene geçiyor. İki binli yıllarda Türkler; Rusya gibi ülkelerin pasaportunu taşıyorlar. Mafyası, hırsızı, çocuk kaçıranı derken tüm sempatiyi tersine çevirmeyi becermişiz. Her şekilde bu kabullenilemeyecek, kendimize en ufak haklılık payesi çıkaramayacağımız bir durumdur. Ama tüm medeni, zengin, teknoloji devi dünya gibi Japon’un da bunda suçu vardır. Kendi vatandaşının mutluluğunu, refahını, rahatlığını düşünürken ikinci dünyayı, üçüncü dünyayı es geçersen gün gelir kabak başına patlar. Yani başka annenin yoksul, işsiz, aç, eğitimsiz çocuğu; güzel ve mutlu bir dünya hayalleriyle yetiştirilmiş o çocuğu kıskanır. Malına ve canına göz diker. Belki güvenlik duvarını aşıp emeline ulaşamaz. Ama onu tedirgin eder, ona üç lokma ekmeği haram eder. Şu anda İsrail’deki insanlar gerçekten mutlu mudur acaba? Gelişmiş ekonomileri, lüks hayat koşullan, her türlü olanakları onları mutlu etmeye yetmiş midir?

Yanı başlarında aç bıraktıkları, çocuklarını öldürdükleri, evlerini yıktıkları, ambargo uyguladıktan Filistinliler tek silahları olan bedenlerine bağladıkları bombaları patlatırken tedirgin değiller midir? Her an patlayabilecek bir canlı bombanın korkusuyla yaşamıyorlar mı?

Aynı durumu Türkiye de yaşadı, yaşıyor. İstanbul’da, İzmir’de, Antalya’da, Çukurova’da sanayisi, turistik tesisleri gelişmiş şehirler kuruldu. Doğunun da bu ülkenin bir parçası olduğu unutuldu. Doğuya yatırım yapılmadı. Sonuçta oranın imkânı kıt kitlesi, işsiz nüfusu bu şehirlere hücum etti. Bugün Mersin, yaşanması en zor şehirdir. Değil kadınların, çocukların; polislerin bile giremediği mahalleler vardır. Göç eden nüfus mudur bunu yapan? Hayır. Bu insanlara kendi toprağında, mahallesinde, köyünde birazcık geçim kapısı sağlayabilseydi geçmiş iktidarlar, o insanlar kendi yağlarıyla bir şekilde kavrulacaklardı. Azlık olmak, hele ki kendi toprağında azlık olmak zordur. İnsan bir şekilde kompleksler, eşitsizliklere karşı savunmalar üretir. Yeni geldiği toplumun kültürüyle çatışmaya girer. Biz bu insanları kendi topraklarında tutabilseydik bir şekilde filizlenip boy vereceklerdi. Yoksa farklılıklarla bir arada yaşamayı emin olun Doğu insanı kadar becerebilmiş başka bir millet yoktur yeryüzü coğrafyasında. Örnek mi? Mardin….

Kaynak:

Hece Edebiyat Dergisi-Batı Medeniyeti Özel Sayısı, Haziran-Temmuz-Ağustos, 2014
Devamını Oku »