Kainat ve İnsan Bilinci

İnsanoğlunun en önemli problemlerinden biri de bir değerler sis­temi olarak değişmez bir bütünlük arzetmeyişidir. İnsanın dışındaki tüm yaratılmışlar kendilerine gömülmüşlerdir. Bütünlük içerisinde ve dışa kapalıdırlar. Ama insan bilinci ve ruhuyla (sezgisel bilinç) kâi­nata ve ötesine açılmıştır; doğal bir bütünlüğe gömülmüş ve stabil bir dengeye haiz değildir. O nedenle insan, dışa açık hassalarının den­ge bozucu işlevlerini de hesaba katarak dinamik-ozgürlükçü bir denge sağlamak zorundadır. Bilinci ve ruhunun oluşturduğu dış algı ve zorlamaları içsel karşı oluşumlarla sürekli olarak dengeleyebilmelidir. Aksi halde insan olma potansiyelini edimselleştirememek gibi bir özdeşlik, tekrarlılık ya da tereddiye düşebilir.

Bilincimiz, duyu organlarından sağladığı algıları değerlendirerek insan hakkında sürekli bir bilgi sunmaktadır bize. Ama bu bilginin kâinatın bizzat kendisi değil, bilince dönüştürülmüş, İnsanî de­ğerler sistemi içerisinde oluşturulmuş bir ifadesi olduğunu gözden kaçırmamalıyız. Yani biz hiçbir zaman gerçek kâinatı taşımamaktayız zihnimize. Onun ışık, ısı, renk, koku, duyu gibi arazlarla bilincimizde remizlendirilen bir tür temsilidir (simülasyon) zihnimizde oluşan. Bu ise bilindiği gibi soyut bir bilgidir. Kâinatla insan arasında olu­şan bir ara-çevirici değerler sistemidir. Kâinatı bilince dönüştürme işlemi de İnsanî değerler sistemi açısından denge bozucu bir özellik arzetmektedir.

Burada insanın kendi bireysel bilincini inşa çabası ile toplumsallığın onun üzerinde inşaya çalıştığı öznellikler arasında­ki çatışmalar, kişilik sorunları kadar, kişilik bölünmelerine de yol aça­bilir. Ama bilinç, her hâlükârda, ne kadar parçalanmış ve dağılmış olsa da, insanın kendi bilincidir. Bilinç kendi karşı değerlerini, yani kendisinin de dahil olduğu dünya bilgisini-bilincini dengeleme iş­lemini yine kendi içindeki bilinçsel faaliyederle sağlar. Dünyaya kar­şı savunur kendisini ve cevaplar üretir. Bu cevaplar etik, estetik, bi­limsel ve politik niteliklerde olabilir. Önemli olan insanın bu üret­kenliğe ulaşabilmesidir. İnsan açısından asıl sorun, kişilik gelişimi­nin bu üretkenliğe geçemediği bir kertede bastırılması, tıkanması ya da kendi içerisine kapanmasıdır. Ama hakikati hiçbir zaman gerçek mahiyetiyle kavrayamayacağımız için, bilincin problemi de hiçbir zaman tam olarak çözülemeyecek, denge kurma çabası hiç dur­maksızın sürdürülecektir.

Ümit Aktaş, İnsan ve İslam
Devamını Oku »

Daha Çok Tüketmek İçin Üreten Yeni İnsan

Modernliğin “hiper” ön eki; her türden aşırılığı, bütün isteklerin hemen/şimdi/burada karşılanması talebini, -bu noktada postmodernlikte kendisinden kurtulunmuş gibi görünen Freudizmin, her şeyi hemen/şimdi isteyen hayvan tabiatlı arsız idi geri dönüş gibi görünmektedir  kendini aşmayı, tüketim ve ticaretin egemenliğini ve de yeni bir tür evrimi ifade etmektedir. Peki ama bu üç biçim arasında ne fark vardır? Postmodernite, modernizmin bir yorum biçimi idi. Hipermodernite ise bir yaşama tarzıdır. Bu eni yaşam biçimi yeni bir “insan teki” var etmiştir. Bu yeni “birey”, gittikçe daha çok tüketen bir toplumda yaşamaktadır. Bununla beraber her türlü “bağadan kurtulmaya ça­lışmakta, sadece kendini geliştirme ve daha çok tüketme kaygısı taşımaktadır. Hem tü­ketme kaygısı yaşamakta, hem de kaygısını tüketerek yatıştırmaktadır.

Bu yeni insan bireyselleştikçe (bireyleştikçe değil), işsizlik, boşanmalar, nikâhsız beraberlikler, babasız çocuklar, ruhsal bozukluklar artarken evlilikler azalmakta ve değerler Kaybolmaktadır. Nicelik egemen olurken -Guenon’un ifadesiyle- çağın alametleri, her yeri istila eden şişmiş bir “ben”, güvensizlik ve yalnızlık, korku ve hayalet gibi nereden geldiği belli olmayan, yeni bireyi sarıp sarmalayan “sıkıntıdır. Bu ruhsal tablo, yüzeyde, daha fazla tüketememenin ve “ben”leşememenin sıkıntısı olarak kendini gösterir. Fakat aslında burada belirsiz bir sıkıntı, kendine bilinebilir bir sebep bulmaya çalışmaktadır. Daha temelde ve derinde yatmakta olan Tanrı’dan ve değerlerden kopmuş olmanın sıkıntısıya da varoluşsal sıkıntı- daha çok tüketilerek yatıştırılır. Tüketmek bir müsekkîndir; oysa yeni bireyimizin ve hepimizin müzekkîne ihtiyacı vardır. Çünkü bireyler, gerçek/varoluşsal sıkıntılarıyla yüzleşince ancak sakinleşirler. Kendisinden kopup ayrıldığımız ana vatanımızı hatırladıkça (zikr) kalplerimiz sükûn bulur.

Daha çok tüketmek için üreten yeni insan, hormonlu veya genleriyle oynanmış gıdalarla beslendi ve AIDS gibi yeni bir “çağdaş veba” türü ortaya çıktı: Obezite. “Acıkmak yetersizliktir; bu yüzden yeni birey asla acıkmamalı ve her dem tok olma­lıdır”. Diğer taraftan şişmanlık daha fazla tüketemeyecek olma korkusunu da tetikle- mektedir. Bu sefer, spor salonları (spor bağımlılığı çağın büyük alametlerindendir), jogging, organik gıdalar(bu gıdalar daha pahalıdır ve tüketene ayrı bir ideal imaj ver­mektedir), zayıflama diyetleri, fitoterapi vs. şeyler imdada yetişecektir.

Şüphesiz bu dönemin de bir ahlakı vardır. Bu ahlak, bireye hizmet eden, onun ça­tışmalarını dindiren, daha çok tüketmesine yardım eden bir ahlaktır. Pazar ekonomi­sinde dürüstlük, ürünü zamanında teslim etme gibi erdemler daha çok kazanmaya do­layısıyla da çok fazla tüketmeye yarayan araçlardır. Ahlakın Aşkın olanla bağı kal­madığı için, dürüstlük (vd), daha üst bir değere değil, aşağıda olana (dünyevî) hizmet eder. Dürüstlük kaybettirecekse dosdoğru olmanın lüzumu yoktur. Belki de bu yüz­den J. Locke, Tanrıtanımazın şahitliğinin kabul edilmemesi gerektiğini söylüyordu.Öyle ya, bireyi kontrol edecek hesap soran, cezalandırıcı bir Tanrı yoksa. Tanrıtanı­maz hangi değer üstüne yemin etsin ki!

Bu yeni ahlak türünün en belirgin özelliği suçluluk içermemesidir. Suç olmadığı­na göre suçlu da yoktur; dolayısıyla ceza da. Birey suç işlememişse, tevbeye de gerek kalmamıştır.Artık onun için tevbe kapıları çoktan kapanmıştır. Aslına bakarsanız suçluluk içermeyen ahlak anlayışının gelişimine en büyük katkıyı psikoloji ve psikiyatri yapmıştır. Dün ahlakın (ve dinin) alanında yer alan davranışlar, asıl toprağından kopartılmış, psikolojinin (bilimin) alanına ekilmiştir. Zaten psikoloji bilimi de davranışı incelemektedir; dolayısıyla bir şey psikolojinin/psikiyatrinin inceleme objesi-olgusu ise, o artık ayıp, günah, çirkin değil normal/anormaldir. Böylece ayıp olan sıradanlaşmış ve meşrulaşmıştır. Homoseksüalite, travestisizm, teşhircilik vs. bireysel tercihe dönüşmüştür; kınanmamalı ve saygı duyulmalıdır! Madem ki bu ye­ni insan teki her şeyin ölçüsüdür; varolanın varolduğunun, varolmayanın varolmadı­ğının, ayıp olanın aslında ayıp olmadığının biricik belirleyicisidir. Öyleyse onun ter­cih ettiğine kim karşı çıkabilir! Çağdaş bir günah çıkarıcı papaz gibi iş gören psika­naliste çatışmalarını, sıkıntılarını ve tercihlerini anlattığında; bir leğenin içindeki kirli suyu fırlatıp attığımızda ondan kurtuluverdiğimiz gibi, bozukluklarından kurtulma­mış mıdır? Ve böylece taze müçtehidimiz yeni bireyirmizin ahlaksızlıklarını tecviz etmiştir. Ortada vicdan azapları, kaçma/gizlenme eğilimlerine yol açan korku ve sıkıntı, ruhî çöküntü, tereyi hürriyetinden mahrum bırakan lekelenmişlik duygusu yani suçluluk duygusu olmadığına göre, yeni birey artık var gücü ile tüketebilir;kedini,tabitatı ve evreni.

Kaynak:

Hece Dergisi-Postomodernizm Özel Sayısı
Devamını Oku »

Aydınlarımızın Din Eleştirisi

Tanzimat’tan bu yana bizim aydınımızın din eleştirisi de, çözüm önerisi de Protestanların ve kalvinistlerin dine yönelttikleri eleştirilerle neredeyse aynıdır. Gözden kaçırılan, unutulan ise Hıristiyanlığın tahrif edilmiş, İslâm’ın ise tahrif edilmemiş sahih bir din olmasıdır. Geri kalmışlık duygusuyla Batı’da gördükle­rimizi ‘zaten o bizde var, bu anlayış İslâm’ın anlayışı şeklinde yorumlarla Batı düşüncesi içselleştirilemez, meşrulaştırılamaz. İslâm ve Müslüman sözcükleri isim ve sıfat tamlamalarını kabul etmez: “İslâm Rasyonalizmi”, İslâm Sosyaliz­mi, liberal İslâm vb tamlamalarla kendi dünyamızı kuramayız.

Biz de din, dünyada iyi yemekler yemenin, dünya hazlarını sonuna kadar tat­manın bir aracı olarak algılandı. “Dünyadan nasibini unutma” diyen Ayeti Keri­me dünyevileşmenin aracı, delili olarak kabul edildi. ‘Kazanan Allah’ın sevgili kuludur’ sözünün başından ‘helal’ sözcüğü kaldırıldı. “Onlar zekât vermek için çalışırlar” ilkesi unutuldu, çalışmanın asıl amacı değiştirildi. Biriktirme ve yarı­nı kollama tutkusuyla ömürler tüketiliyor. İnsanın emel, ecelin insan peşinde ol­duğu gerçeği akla getirilmiyor.

Kapitalist/Protestan ahlakı ile İslâm ahlakını birbirinden ayıran temel özellik şudur: Müslüman, paraya bir araç olarak bakar. Para, sermaye Müslümanın he­sabını verdiği bir araçtır. Sadece çok çalışmak, çok kazanmak dinsel bir kurtulu­şun garantisi değildir. Kalvinist ahlakın temel sloganlarından biri olan Benjamin Franklin’in “Vakit nakittir” sözü, bizde bir hadis gibi algılanır ve kapitalist anla­yışa payanda yapılır. Bizde vaktin nakit olması dünyanın fani olduğuna, vaktin iyi değerlendirilmesi, Allah’ın istediği şekilde geçirilmesi gerektiğine dikkat çekmek anlamındadır. Kalvinist ahlakta ise vakit, paradır.

Rönesans öncesi Avrupa’da insanın değeri yoktur, Protestanlar Katoliklere ‘Tanrı ile insan arasına giremezsiniz’ derler. Katolik mahkemeleri kurulur; engizisyon yani zorbaca soruşturmalar yapılır. Batı böyle bir Orta Çağ’a dönmek is­temez. Aynı çağda îslâm uygarlığı inşam ‘eşref-i mahlukat olarak görür. Teknik anlamda da dünyadaki süper güçtür. Batı uygarlığı insanı öne çıkarmaya çalınır­ken, İslâm uygarlığı insanı Allah’a bağlayan ve yaratılanların en şereflisi olarak kabul eden bir anlayışın uygulamalarını ortaya koyar. Bizde bugün bile 'siz bizi Orta Çağ karanlığına sürüklemek istiyorsunuz' şeklinde savlar ileri sürülür. Ne var ki kötü olan bu Orta Çağ, Batı’nın Orta Çağı’dır.

Batı uygarlığı, düzeltilmiş bir din arar. Rönesans, hümanizm ve reformist ha­reketler bir kaçış hareketidir; Batı uygarlığının tahrif edilmiş bir dinden kaçışıdır, din bağından kurtulma çabasıdır. Bu anlayışa göre insanı, insanlığı kurtaracak olan Tanrı değildir, insanın kendisinin çok çalışması dünyasını mamur etmesidir. Kalvinistler toplumsal kullanımın hizmetindeki emeği kutsar. Biz de hemen bir hadisi koyarız; bu bizde zaten var: ‘İnsanların hayırlısı insanlara faydalı olandır.’ Ahmet Mithat Efendi’nin bir kitabı var: Sevday-ı Say-ü Amel.Bu söz, L Amo- ur du Travail (= İş aşkı; iş sevdası) sözcüğünün Türkçe çevirisidir. İnsan, işe âşık olmaz. İnsan çok çalışır, âşık olduğu varlığa güzellikler sunmak ister. Çalışmak başlı başına bir değer olamaz. İnsan kötü bir emel peşinde de çalışabilir, ömrünü harcayabilir. Niçin çalışıldığı önemlidir. Anamalcı ve kalvinist ahlak herkesin çok çalışmasını, çok kazanmasını, çok tüketmesini önerir. Bu anlayışın temelinde ak­lını ve zekâsını çalıştırıp rekabet etmekle zorluğa katlanmak kanunu vardır. (...) Halbuki dünya işlerinde rekabet, keşmekeş ve gizli anarşiden ibarettir (Çetin: 1987,344). Dünya için rekabeti yasaklayan bir başka buyruk da şöyledir: "Birbiri­nize hasetlik çekmeyin, müşteriyi kızıştırmayın, birbirinize buğzetmeyin, birbirini­ze sırt çevirmeyin. Biriniz diğerinin pazarlığı üzerine satış yapmasın. Bunları bı­rakmak şartıyla kardeş olun ey Allahın kulları! (Çetin: 1987, 344).

Anamalcı anlayış güçlü olana büyük bir özgürlük verir. Bunun sonucu, zen­ginin daha zengin, fakirin daha fakir olmasıdır. Bu yolun açılması hırsın yanın­da hasedi harekete geçirir, oburluk arzusunu, nefreti doğurur. Birçok patronun yanında bir yoksullar ordusu ortaya çıkar. Birçok patronu bir tek patrona indir­mek gerekir; bundan da sosyalizm doğar. “Sosyalizmin başlangıcı, kapitalizmin nihayetidir” (Çetin: 1987, 346).

Kalvinistler ibadet dilinin Latince olması şart değildir derler; bizim aydınımız da ibadet dili Türkçe olsun der, ezanı Türkçe okutur. Kalvinistler daha az ayini olan bir din isterler, haftada bir Pazar günü kiliseye gitmek yeterlidir. Bizde de Cuma namazına gitmek yeterli görülür. “Cumaya çağrıldığınız zaman Allah’ın zikrine koşun. Namaz bitince de yeryüzüne yayılın” emri, püriten tüccarların tutumu gibi yorumlanır. Kalvinist ahlak, Hristiyanları İncile, İncil Hristiyanlığına dönmeye çağırır. Herkesin Incil'i yorumlayabileceğini, herkesin Incil'den hüküm çıkarabileceğini söyler. Bizim aydınımızda Kur'an‘ı okumasını dahi bilme yen insana Kur’an’ı yorumlama yetkisi vermeye çalışır: Aklın var, düşün,yorumla der. Ne yazık ki şu basit kural bile unutulur; Bildirme kipinde basit bir yargı cümlesine ulaşmak için bile bütünü kuşatacak bir bilgi gerekirken, fetva vermekte, ‘şu helal, şu haram’ demekle son derece cesur davranılır. Kalvinistler ‘Tanrı ile insan arasına girilmez diyerek günah çıkaran papazları reddederler , Bizim aydınımız da buradan hareketle dinle ilgili her geleneği ve kurumu papazla­rın tutum ve uygulamalarıyla özdeşleştirir.

Protestanlık ve Kalvinizm seküler bir dünyayı öngörür. Dinsel yaptırımlar ve cezalar, bu dünyaya bir yararı varsa ancak o zaman kabul edilebilir. “Çünkü Kalvinizm’in tasarladığı dinsel hukukun dünyevî yaşamdaki etkinliği düşüncesi sa dece dünyevî sorumluluğa ait bir yaptırım taşımaktadır ve kesinlikle manevi kur­tuluşa fırsat sağlayan dinsel bir değeri söz konusu değildir.Dolayısıyla dinsel hu­kukun temeline dayalı ahlakilik ancak dünyevi yükümlülükleri yerine getirilmesi açısından bir değere sahip olmaktadır” (Olgun: 2012, 151), Bu duruştan da pragmatik, yararcı, kişisel çıkarı öne alan bir dünya görüşü ortaya çıkmaktadır. Bizim aydınımız da aynı mantıkla, seküler bir tutumla inancını çağa, kişisel ya­şamına ve hazlarına uydurmaya çalışır, yanlışları meşrulaştırır.

Bizim dünyamızda da insanımıza Protestan bir İslâm önerildi; protestan, re­formist bir İslâm sunulmaya çalışıldı. Protestanlar gibi sorular soruldu. Bu soru­lar bizim sorularımız değildi. Böyle bir kaos ortamından kültürel bir çamur der­yası doğdu. Bu çamurdan ne bir kerpiç ne bir bina yapılabildi. Adomo’nun Batı dünyası için söylediği “sakatlanmış yaşamlar” dediği yaşam biçimi bizim dünya­mızda daha vahim bir hâl aldı. Çok küçük sorular, çok küçük sorunlar karşısın­da değer yargılarından vazgeçebilen, sahnelerini hemen bir kenara bırakmaya hazır bir aydın duruşu ortaya çıktı. “Aydın için, kültür alanında bile artık hiçbir sabit, garantili kategori kalmamıştır, günün hayhuyu da binlerce talebiyle zihin­sel yoğunlaşmaya müdahale etmektedir, bu yüzden bugün biraz olsun kayda de­ğer bir şeyler ortaya koymak için harcanması gereken çaba neredeyse hiç kimse­nin altından kalkamayacağı kadar ağırlaşmıştır. Uyumluluğun bütün Üreticilerce hissedilen basıncı da aydının kendi standartlarını düşürmesine yol açan bir baş­ka etmendir” (Adomo: 2009, 31).

Bölmeli bir beyin tomografimiz var: Yarısı Avrupa yarısı İslâm görüntüsü ve­riyor. İslâm ortadadır ve bozulmamıştır, Müslüman nerededir? Müslüman nere­de duruyor? soruları gündemin ana sorulandır. İslâm’a ulaşmakta, İslâm’ı yaşa­makta zorlanan Müslümanlar vardır. Şu soruları sormak gerek: Gazetelerde, dergilerde, kriz anlarında, bolca rastladığımız, dinlediğimiz entelektüellerin toplum mühendislerinin, sosyologların, Ramazan söylemlerinde çağdaş fetvalar üreten ilahiyatçılarımızın kafa yapıları ne kadar îslâmidir? Aydınımız Batının dedikle­rini yineleyen bir papağan mıdır? Ne kadar düşünsel bir vicdana sahiptir? 1600'lü yıllarda Batının bozulmuş din anlayışını, kendilerini Tanrı yerine koyup günah çıkaran papazların egemen olduğu bir dini protesto eden Rabelais, Montaigne, Luther, Calvin gibi reformistlerin görüşleri ve önerdikleri din, Tanzi­mat’tan beri yaşanan aşağılık kompleksi ile aynı şekilde bizim ülkemize, kendi aydınlarımız tarafından öneriliyor. Eleştirilerimiz özgün olmalıdır.

Kendi hakikatlerimizi tevillerle, kişisel, öznel yorumlarla, kalvinist bir tutum­la paradoksa dönüştürmemeliyiz. Protestan, kalvinist sorularla İslâm yargılanmamalıdır. Kalvinist bir söylemle kendi geleneğimiz eleştirilemez. Kalvinistler iba­det dili Latince olmasın derler, biz de ibadet dili Arapça olmasın deriz, ezanı Türkçe okuturuz; okullarda Türkçe Kur’an okutulsun deriz. Kalvinistler İncil e dönmek gerek, İncil’i herkes yorumlayabilir, ondan hüküm çıkarabilir derler, biz de Kur’an’a dönmek gerek, herkes Kur’an’ı anlayabilir, ondan hüküm çıkarabi­lir deriz. Kalvinistler dünyevi başarıya endeksli bir yaşam biçimi önerirler, biz de insan için çalıştığından başkası yoktur’; ‘bir lokma bir hırka anlayışından vazgeçmek gerekir’ buyruğunu bu anlayışın payandası olarak ileri süreriz...

Bizim insanlığa sunduğumuz büyük bir uygarlığımız var. Taklit eden, özgün olmayan, sürekli kendini savunan, sürekli kimliğini kanıtlamaya çalışan bir du­ruşun insana, insanlığa sunacağı bir iletisi yoktur. Kapitalizmin kökeninde kalvi­nist ahlak ve hırs vardır. Hırstan kapitalizm, hasetten sosyalizm doğmuştur. İs­lâm ise öykünmeyi değil özgün olmayı, hırsı değil azmi, hasedi değil imrenme­yi, orta yolu önerir. Kalvinist ahlak anlayışı, dünya görüşü yerine İslâm’ın öner­diği dünya görüşü ve ahlak anlayışı yaşam biçimimizi şekillendirmelidir.

Ahiretten kopuk bir dünyanın bize yetmeyeceği, işinde başarılı olmayı yeter­li gören kalvinist bir ahlakın, çok para kazanmanın kurtuluşun garantisi olmadığı gerçeği kavranmalıdır. Dualar, temenniler yarıda kesilmemelidir ‘bize dünyada hasene ver’ duası tamamlanmalıdır;ahirette de hasenenin gerekli olduğu unutulmamalıdır.

Hece Dergisi, Batı Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »

Tanzimat Dönemi Romancılık

Tanzimat döneminde, Batıda birçok büyük roman varken Telamak’ın çevrilmiş olması da ilginçtir. Yusuf Kamil Paşa bir yazar veya romancı değildir, onun için de seçimi bir roman olmaktan çok bir eğitim kitabına yöneliktir. Yani o, Telemak’ı ro­man olduğu için değil, eğitim kitabı olduğu için çevirmiştir. Fenelon, romancı olarak da yazar olarak da kendi ülkesinde (Fransa) bile çok okunan bir yazar değildir. Dola­yısıyla çeviride amaç toplumu eğitmektir. Bu anlayış yerli romanlarda da kendini gös­termiş, Tanzimat romancılarında bir amaca, bir ideale dönüşmüştür. Bunun için de ro­manlarında yaratılan tipler hem doğudan, hem batıdan izler taşır; ne tam anlamıyla ba­tılı ne tam anlamıyla doğulu (Osmanlı) dur. Yazarlar, Batılılaşma karşısında sarsıldık­ları, şaşırdıkları için kahramanları da şaşkın tiplerdir. Kahramanlar yapay ve ruhsuz­dur. Belirli bir amaca yönelik üretildikleri bellidir. Batı’dakinin aksine, kahramanlar hayattan alınmamış, toplumu yönlendirmek, şekillendirmek amacıyla üretilmiş tipler­dir. Namık Kemal’in (İntibah/Ali Bey) ve Ahmet Mithat’ın (Felatun Bey, Rakım Efendi vb.) kahramanları yaşayan değil, yaşaması istenen tiplerdir. Romandan hayata geçişin yollan aranmaktadır. Bu ise uzun ve sancılı bir süreçtir. Toplumun roman kahramanlarını benimsemesi, onlara benzemesi ya da kahramanların hayatıyla benzer bir hayatı yaşamayı düşünmesi için eserlerin de cazip hâle getirilmesi gerekmektedir. Onun için yazarlar, bir yandan klasik Doğu hikâyelerinin içeriğinden yararlanma (intibah. Hançerli Hanım diye bilinen bir meddah hikâyesinden esinlenerek yazılmıştır. Dino-1978-35) yoluna gitmiş, diğer taraftan da toplumun merakını alevlendirecek mahrem ve yasak konuların anlatımına ağırlık vermişlerdir. Özellikle, ‘aşk’ mahrem iki kişi arasında yaşanan bir duygu olmaktan çıkarılarak, Batı’daki benzerleri gibi sı­radanlaştırılmış, hatta cinselliğe indirgenmiştir. Bunu yaparken ilk dönem romancıları, geçmiş edebiyatımızı gerçekçi olmamakla, ayaklan yere basmamakla itham etmiş; buna karşılık kendilerinin daha hayata dönük eserler verdiklerini iddia etmişlerdir. Pek çok konuda olduğu gibi buna da ıslahat gözüyle bakılmış, ‘edebiyatın hali dahi mülkümüzde ıslahına ihtiyaç olan nekayıs (eksiklikler) cümlesinden değil midir? (N. Kemal-Bilgegil-22) toplumun Batılı olması için yazarlar toplum mühendisliğine so­yunmuşlardır. Ellerinde malzeme olarak basın ve edebi türler vardır.

‘İlk romancılarımızın, kişilerini seçerken ve bunlara uygun bir öykü tasarlarken kendi halk hikayelerine dönmeleri biraz da zorunluydu, çünkü Batı romanlarındakine benzer kadın erkek ilişkilerine oturtulmuş bir aşk serüveni, o dönem Türk toplumunda geçen bir öyküye konu olamazdı. Genç bir kızın bir erkekle görüşmesi, arkadaşlık et­mesi ne kadar imkansızsa evli bir kadının da, Fransız toplumunda olduğu gibi aşk se­rüvenleri yaşaması o kadar imkansızdı. Bu koşullar altında, yazarlarımızın, çok iyi bil­dikleri eski halk hikayelerinden, bilinçli ya da bilinçsiz, yararlanmalarını doğal karşı­lamak gerekir. Ancak daha önce de söylediğimiz gibi alman kalıplar ve kişiler yazarın çağındaki kültür çevresinin oluşturduğu bağlama uydurulmuştur. ‘(Moran-1991/1-36)

Tanzimat döneminde yazarların dikkate almak durumunda oldukları toplumsal ref­leks yaklaşık yirmi yıl sonra tamamen ortadan kalkmış; günümüzde bile yaşanması zor olaylar, romanların konusu olmuştur. Halit Ziya’nın Aşk-ı Memnu’da anlattığı aile içi ilişkiler, ancak bir Fransız ailesinde olabilir. Eserin bayan kahramanı Bihter, Emma Bovary’nin yerli versiyonudur. Eylül ise bir başka tutarsızlığı beraberinde getirir.

‘Mehmet Rauf, aşk ve evlilik konusunda da bazı yeni şeyler söylemektedir. Ne­cip ile Suat’ın gayrimeşru aşklarını hoşgörmek hatta yüceltmekle, evliliğin kurumsal ve ahlakı görünümüne karşı kişisel ve duygusal yanım vurgulamaktadır.’ (Belge- 1998-345) Çağdaşlaşma adına en mahrem oluşumlar bile ifşa edilmeye başlanır. Çünkü eserde anlatılan, M. Rauf un, Tevfik Fikret’in hanımına duyduğu, Necip’in- kine benzer bir aşktır. ‘Bu uğurda başına çok şey gelmiş, aşk hayatının en önemli olaylarından biri olmuştu. Eylül’ün çok iyi yazılmış bir roman olmasında bu kişisel yaşantının şüphesiz bir payı vardır’ (Belge-1998-347)

Tanzimat yazarları çelişkili ve sağlıksız insanlardır. Hemen hepsi Jön Türk gelene­ğinden geldiği için kendilerini ‘kurtarıcı’ olarak görmektedirler. Ama neyi kurtaracak­larını kendileri bile bilmiyorlardı: hepsinin ortak düşmanı ‘padişah’tı. Bu düşmanlık, padişahların şahsından çok, onların temsil ettiği kuruma karşıydı. Arka planda ise Avrupa ve -Ahmet Paşa’nın torunu Mustafa Fazıl Paşa vardı, Osmanlı yıkılsın da ne olursa olsun gibi bir anlayışla yola yıkmışlardı. Abdülazizin Paris seyahatin­den sonra hepsi İstanbul'a dönmüş ve devletin çeşitli kademelerinde görev almışlardır. Dün padişaha şovenler, bugün ‘padişahım yok yaşa’ diye sokaklarda yürüyen insanlar olmuştur. Bir yönüyle batıcı, meşrutiyetçi olan isimler diğer yandan İslamcı olmak gi­bi bir niteliğe de sahiptirler. ‘Hürriyet, şiirleri döktüren N. Kemal aynı zamanda:

Biz ol nesl-i kerim-i dude i Osmaniyiz kim

Cihan-giraane bir Devlet çıkardık bir aşiretten

(kaside)

Osmanlıyız can veririz nam alırız biz

gibi şiirler söylüyordu. Aynı N. Kemal ‘Renan Müdafaanamesi’ni yazıyordu, aynı zaman da ‘mason’du.

'Osmanlı 18. yüzyıl üst tabaka kültürüne baktığımız zaman bunların içinde İslami inançları -muhtemelen tasavvuf yoluyla- bir çeşit hümanizme çevirdiklerine işaret eden kanıtlar buluyoruz. Ancak, bu eğilimler hakkında bugün çok az bilgiye sahibiz. Muhtemelen Osmanlı İmparatorluğu’nun ‘Batılılaşma’sında bu eğilimler etkili ol­muştur. Gene bir ihtimal, Tanzimat düşünürlerinin bir kısmında gördüğümüz ‘Ma­sonluğun bu akımlardan kaynaklandığıdır’. (Şerif Mardin- Türkiye Ans. C2/s.98)

Çok yönlü çelişkiyi bünyesinde barındıran Tanzimat romancıları ‘Kendilerini ge­leneklerine bağlı, uygar birer Müslüman olarak gören bu Osmanlı aydınlarına göre hem Batı örneğine bakarak çağdaşlaşmak hem de dinine bağlı bir Osmanlı olarak, kalmak mümkündür.’ (Moran-91-17) Ama zaman, olayın böyle ve bu kadar kolay ol­madığını göstermiş, bünyesinde intiharlar da (Pozitivist ve Naturalist Beşir Fuad) ta­şıyan çağdaşlaşma bir türlü gerçekleşmemiştir.

Hece Dergisi, Postmodernizm Özel Sayısı
Devamını Oku »

Sömürü Düzenin İstikbali Ne Olacaktır ?

Cuma kimdir? Asıl adının hiç önemi yoktur. Önemli olan, Batılının ona hangi şablonu uygun gördüğüdür. İşin garibi, burada bizim takındığımız durumdur. İngiliz Daniel Defoe onu tanımlayabilecek bir isim bulmuş, Friday demiştir. Bizimkilerse çeviriyi yaparken emperyal bir tutum sergilemiş, kendisine Friday’in Türkçesi olan Cuma’yı münasip buyurmuştur. Dolayısıyla bu durum, emperyal yolda bizim de Tanzimat'la birlikte Avrupalı kafasıyla düşünmeye başladığımızın göstergesidir. Nitekim bir özel kanalda Afrika’daki bir Türk okulunda siyahî öğrencilerin İstiklâl Marşımızı söylediklerini izlediğimde göğsüm gururla kabarmıştı, Artık biz de Avrupalı olmuştuk. Çünkü o insanın sömürülmekten kurtulmasını istiyorsak kendi marşını okutmalı, Afrikalı millî kimliğinin ortaya çıkmasına vesile olmalıydık. Oysa biz de sömürü sisteminin bir ucundan tutmuş, kendi marşımızı ezberletiyorduk.

Peki, bu yol doğru yol mudur? Sömürü sisteminin istikbali ne olacaktır? Şayet Afrikalıya İstiklâl Marşımız yerine kendi marşını öğretirsek bir umut var mıdır? Yazının devamında o geleceği çizmeye çalışacağız. Hemen belirtmek lazım ki çizginin detayları öngörüden ziyade kişisel bir hayale dayanmaktadır.

Kendi çocuğu için mutlu, güzel bir dünya arzulayan bir anne, başka annelerin çocukları için de aynı güzel, mutlu dünyayı arzulamazsa kendi çocuğunu mutlu edemez. Nedir bu kelime tekrarıyla uzamış cümlenin açılımı?

Bugün Japonya’da on bin civarında Türk var. Bunların beş bini de Ordu ilimizden, Fatsa ilçemizden. Gidenler anlatıyor. Doksan beş yılında bu ülkede Türk pasaportuna açılmayacak kapı yok. Hiç dil bilmeden on iki saatlik yolu, İstanbul’dan Trabzon’a otobüsle gider gibi gidenler olmuş. Yani hiçbir zorlukla karşılaşmamışlar. O kadar ki Afrikalı siyahiler, Araplar, Hintliler bile Türk pasaportu taşıyorlar. Aradan sadece beş sene geçiyor. İki binli yıllarda Türkler; Rusya gibi ülkelerin pasaportunu taşıyorlar. Mafyası, hırsızı, çocuk kaçıranı derken tüm sempatiyi tersine çevirmeyi becermişiz. Her şekilde bu kabullenilemeyecek, kendimize en ufak haklılık payesi çıkaramayacağımız bir durumdur. Ama tüm medeni, zengin, teknoloji devi dünya gibi Japon’un da bunda suçu vardır. Kendi vatandaşının mutluluğunu, refahını, rahatlığını düşünürken ikinci dünyayı, üçüncü dünyayı es geçersen gün gelir kabak başına patlar. Yani başka annenin yoksul, işsiz, aç, eğitimsiz çocuğu; güzel ve mutlu bir dünya hayalleriyle yetiştirilmiş o çocuğu kıskanır. Malına ve canına göz diker. Belki güvenlik duvarını aşıp emeline ulaşamaz. Ama onu tedirgin eder, ona üç lokma ekmeği haram eder. Şu anda İsrail’deki insanlar gerçekten mutlu mudur acaba? Gelişmiş ekonomileri, lüks hayat koşullan, her türlü olanakları onları mutlu etmeye yetmiş midir?

Yanı başlarında aç bıraktıkları, çocuklarını öldürdükleri, evlerini yıktıkları, ambargo uyguladıktan Filistinliler tek silahları olan bedenlerine bağladıkları bombaları patlatırken tedirgin değiller midir? Her an patlayabilecek bir canlı bombanın korkusuyla yaşamıyorlar mı?

Aynı durumu Türkiye de yaşadı, yaşıyor. İstanbul’da, İzmir’de, Antalya’da, Çukurova’da sanayisi, turistik tesisleri gelişmiş şehirler kuruldu. Doğunun da bu ülkenin bir parçası olduğu unutuldu. Doğuya yatırım yapılmadı. Sonuçta oranın imkânı kıt kitlesi, işsiz nüfusu bu şehirlere hücum etti. Bugün Mersin, yaşanması en zor şehirdir. Değil kadınların, çocukların; polislerin bile giremediği mahalleler vardır. Göç eden nüfus mudur bunu yapan? Hayır. Bu insanlara kendi toprağında, mahallesinde, köyünde birazcık geçim kapısı sağlayabilseydi geçmiş iktidarlar, o insanlar kendi yağlarıyla bir şekilde kavrulacaklardı. Azlık olmak, hele ki kendi toprağında azlık olmak zordur. İnsan bir şekilde kompleksler, eşitsizliklere karşı savunmalar üretir. Yeni geldiği toplumun kültürüyle çatışmaya girer. Biz bu insanları kendi topraklarında tutabilseydik bir şekilde filizlenip boy vereceklerdi. Yoksa farklılıklarla bir arada yaşamayı emin olun Doğu insanı kadar becerebilmiş başka bir millet yoktur yeryüzü coğrafyasında. Örnek mi? Mardin….

Kaynak:

Hece Edebiyat Dergisi-Batı Medeniyeti Özel Sayısı, Haziran-Temmuz-Ağustos, 2014
Devamını Oku »

Oryantalistlerin Doğu Algısı

Oryantalistler yaygın bir biçimde var olan Doğu’yu değil kafalarındaki Do­ğu’yu anlatmıştır. Gördüğünü değil, görmek istediğini. Bu yünden de Doğu, do­layısıyla doğulular hiyerarşik olarak insanlığın alt katmanlarına yerleştirilmiş, ikinci kalite varlıklardır. Bütün olumsuz insani özellikler onlara hasredilmiştir. Oryantalizm barbar doğulular imgesi yaratarak ve sözüm ona onları ehlileştirme gibi oldukça iyi niyetli ve insani bir girişim olduğunu da iddia ederek kendine haklılık zemini kurmaya çalışmıştır. Doğulular evrimleşmelerini tamamlayamaz yan ara varlıklardır. Batılılar eliyle evrimleştirilmeleri gerekmektedir. Bu evrimleştirilme sürecinde batılılar tarafından güdülmeli ya da en azından yönetilmelidirler. Bu,Batılıların bir lütfü olacaktır ve doğuluların iyiliği için olacaktır Batı­lıların yardımseverliği sayesinde doğulular eski klasik azametlerini (böyle bir şe­yi kabul etmeleri ayrı bir lütuf) zamanlarına dönebileceklerdir. Doğulular, bu lütufkâr batılı davranış sayesinde şekil, kişilik ve anlam kazanacaklardır.

Tüm doğulu toplumların kültürel miraslarını ve tarihsel başarılarını kolayca sıfırlayan bu bencil yaklaşım, kendi toplumlarının doğulu toplumlarla yaşadığı kültürel etkileşimlerden çok şeyler biriktirdiğini unutmaya yeğlemiştir.Onlara göre Doğu hiçbir zaman iyinin kaynağı değildir.Doğu’da ne varsa kötüdür yada olsa olsa çocuksudur.Tüm doğu medeniyetlerinin bin yıllara dayanan miraslarını bir kalemde silme cehaletini göstermenin,bilimsel bir uslüpla açıklama bir yanı yoktur.Bu sübjektif yargıların bırakın bilimsellliğini,açık ve aşağılayıcı art niyetini tespit etmek zor değildir. Örneğin onlar için sözünde durmayan Çinli- yarı çıplak Hintliler ve batılıların artıklarıyla geçinen miskin Müslümanlar vardır. Yine de deveye binen teröristler olarak Müslumanlara nispetle diğerleri daha avantajlıdırlar. (Said, 1982,190), Oryantalizmin Hint ve Çin’e kısmen sergilediği hoşgörü, İslam medeniyeti söz konusu olduğuna gösterilmez. Bunun bir sebebi batıkların İslâm'a ve Müslümanları, özellikle de Arapları Batının önündeki tek politik, entelektüel ve ekonomik alandaki engel olarak görmesidir. Bir sebebi de Hint ve Çin gibi medeniyetlerin artık Batı medeniyeti için tehdit oluşturmadık­ları inancından kaynaklanır. Oysa Islâm, onlara göre, sapkın barbarların dini ve medeniyetidir. "Islâm'ın terör, yıkıcılık, nefret edilen barbarlar sürüsü olarak gö­rülmesi boşuna değildi. Avrupa için Islâm devamlı bir felaket konusu idi. On ye­dinci yüzyılın sonlarına kadar süren ‘’Osmanlı belası’’tüm Avrupa yı yerinden oy­natıyor, Hıristiyan uygarlığa için aralıksız tehlike sayılıyordu" (Said, 1982: 108).

Modern oryantalizm Napolyon'un Mısır'ı işgalinden bu yana, dikkatinin çoğun­luğunu İslâm dünyasına kaydırmıştır. Bu tarihten itibaren Doğu neredeyse, münhası­ran Islâm topraklan, yani Otta Doğu olmuş dunundadır. Dolayısıyla modem oryan­talizm araştırma objesi olarak kendisine uzak Doğuyu değil Orta Doğuyu belirlemiş­tir. Bu tarihten itibaren bütün oryantalist siyasetler, stratejiler, saklınlar, manipülasyonlar, çarpıtmalar, bozmalar, imha etmeler ve yeniden inşa etmeler İslâm üzerinden gerçekleştirilmiştir. Çünkü modem oryantalizmin zihinsel arka planına yerleşmiş olan duygu ve düşünceler büyük oranda İslâm karşısında duyulan büyük korku ve çe­kingenliği yansıtmaktadır (Said, 1982:417). Bu korkuyla yapılanan Modern oryan­talizmle yeni bir Doğu, dolayısıyla yeni bir kötü, yeni bir öteki icat edilmiştir. Üste­lik bu yeni Öteki, eski Ötekilerden daha işlevseldir. Zira bu daha canlı ve daha dina­miktir. Bu yeni düşman sayesinde oryantalizm ve Batı da dinamizm kazanacaktır.

Oryantalistlerin Islâm tasavvura genelde olumsuzdur. Oryantalistlerin büyük bir çoğunluğu İslâm’ı Hıristiyanlığın ve Yahudiliğin mirasından türetilmiş sap­kın bir yorum olarak kabul etmişlerdir. Müslümanlar da bu sapkın inanca sahip barbarlar olarak tahayyül edilmişlerdir. Haçlı savaşları, kutsal toprakları istila eden bu barbarlara karşı yapılmış kutsal savaşlardır. Bu mantık çarpıcı bir biçim­de bütün oryantalist bakış açısını şekillendirmiştir. Bunun en ilginç örneği 11 Ey­lül saldırıları akabinde bazı Batılı liderlerin (Amerika başkanı Bush ve İtalya başbakanı Berlusconi gibi) yaptıkları yorumlar ye çağrılardır. Kimi Islâm'ı kara­layıp, ilkel ve tehditkar bir din olarak nitelerken,kimi de bu tehdit karşısında yeni bir haçlı seferi için çağrıda bulunmuştur.

Oryantalistler için İslâm, en genelde savaşın ve şehvetin dinidir. Ancak olum­suz nitelikleri bunlarla da sınırlı değildir. Örneğin Edward Said’in (1982: 113) ak­tardığına göre kimi oryantalistler İslâm peygamberini ‘kurnaz bir dönme’, bir ya­lancı, İslâm’ın da ‘ikinci derecede Aryanist bir kâfirlik düzeni’ olduğunu ifade et­mişlerdir. Daha insaflı yorumlarda ise oryantalistler İslâm’ı Hıristiyanlığın veya Yahudiliğin bir taklidi şeklinde yorumlamışlardır. Onlara göre İslâm peygambe­rinin fikirlerinin kaynağı Talmud’dur ve o, esas ilhamını da Hıristiyanlıktan al­mıştır. Dolayısıyla onlara göre İslâm peygamberi ilahi bir elçi değil, Kur’an’ı kendi vaz eden sahte bir peygamberdir (Tibawi, 1998a: 61, 73). Bazıları da İs­lâm’ı Yunan felsefesinin Doğu’daki başarısız bir denemesi olarak değerlendirmiş­tir. Ama çoğunlukla da İslâm bir kültürel sentez olarak düşünülmüştür, özgün bir yanı olmayan, farklı kültürlerin sentezlenerek yeni bir adla servis edilmesinden ibarettir. Benzer bir biçimde İslâm’ın totaliter, Müslümanların ise ikiyüzlü insan­lar oldukları görüşü de oryantalistler arasında yaygın kabul gören görüşlerdendir.

Hamid Algar, oryantalistlerin İslâm karşısındaki yanlış konumlanışlarına çok haklı bir itirazda bulunuyor. O’na göre (1998: 191), “oryantalistler, hemen he­men daima, Kur’an’ın kendisini nasıl tanımladığına bakmaksızın, hiçbir tartışma yapmadan ve hiçbir delil göstermeden Kur’an’ın vahiy olmadığını ileri sürerler. Oryantalistlere ait Kur’an’ın insan ürünü olduğu, Allah’ın Kitabı olmadığı şek­lindeki a priori bilginin doğruluğu asla sorgulanamaz. Bu, oryantalistlerin kendi kavramlarıyla ifade edersek, son derece gayri akademik bir varsayımdır. Eğer or­taya bilimsel bir iddia koymak istiyorlarsa, bunu, Kur’an’ın kendisinin Allah’ın vahyi olduğu şeklindeki meydan okumasıyla yüzleşerek yapmalıdırlar.”

19 yüzyılda bilimsel söylemle (siyasî denge, modernleştirme ve kurumsal gelişme gibi ifadelerle) harmanlanarak servis edilen oryantalist söylem, Batı’nın egemenliğini tarihsel evrimin nihai neticesi olarak takdim etmiştir. İlginç bir bi­çimde bu sözde bilimsel açıklamalar Doğu toplumlarında da makes bulmuş, ken­dine taraftarlar edinmiştir. Batı ve değerleri bir ideal olarak toplumun Önüne kon­muştur. Emperyalizmin ileri stratejilerinin yoz bir başarısı olan bu durum, doğu­lular için de zihinsel bir arınma için ilk koşulu oluşturmuştur. Örneğin bu bağ­lamda bazı Müslümanların İslâm’ı reforma tabi tutma yolundaki taleplerinin ba­tılı fikirlerin etkisinde ve telkiniyle olması örnek gösterilebilir. Nitekim İslâm’ı restorasyona tabi tutma taleplerinin. Batı’nın İslâm topraklarının çoğuna siyasal yönden hâkim olmasından sonra gelmesi manidardır (Tibawi, 1998b: 115).

Batılılar İslâm toprakları üzerindeki hâkimiyetlerini her zaman korumak emelinde olmuşlardır. Bu maksatla da her zaman oryantalist bilginin işlevselliğine müracaat etmişlerdir. Ancak bu bilgi çoğunlukla ideolojik karakterde olmuş, bi­limsel kriterlerle değerlendirilecek nitelikte olmamıştır. Batılıların İslâm’a ve onun Peygamberine yönelik saldırıların motif ve metodları büyük ölçüde hep aynı kalmıştır. O da şudur: çarpıtma ve yanlış temsil kullanmak suretiyle düş­manlık ve önyargıda bulunmak (Tibawi, 1998: 119).

Oryantalizm  ilgili bahiste oksidentalizm meselesine de değinmekte yarar var. Oksidentalizm oryantalistlerin kendi ayıplanın örtmek için, 'biz yaptık, ama siz de yapıyorsunuz'un çocuksu kurnazlığının bir uzantısıdır. Belki oksidentalizmi büsbütün yok saymanın imkânı yoktur, örneğin Bryan S. Turner'ın (1999: 41) habis oksidentalizm diye nitelediği ve çeşitli düzeylerde rastlanılabilir ve tartışı­labilir olanını. Ona göre kahis oksidentalizm Batı'yla her çeşit ilişkiyi reddeden ve modernleşmenin mirasına karşı çıkandır. Başka bazı yazarlar Bryan S. Tur-ner'un habis oksidentalizm olarak nitelendirdikleri şeyin islâmcılık olduğunu ilan ediyorlar (Al-Azm, 2011: 6). İslâmcılığın kendi siyasal söylemi içerisinde ürettiği her şeyi; ki buna modernleşme ve oryantalizm eleştirisi de dâhil, oksi­dentalizm diye yaftalanmasının komikliği ve haksızlığı bir yana, bir an için İs­lamcılığı oksidentalizm söylemini üreten bir şey olarak varsaysak bile çok uzak­lara gidemeyiz. Yani geçmişte Müslümanlar ya da başka doğulu toplumlar tara­fından kayda değer düzeyde bir oksidentalizm ifa edildiğini gösteren veri çok az­dır. En azından oryantalizmle zaman paralelliği kurulduğunda karşılaştırma ya­pacak verinin inanılmaz bir fark oluşturduğu rahatlıkla görülebilir.

Buna rağmen James Clifford (2007: 135) zorunlu bir tersine dönüşten bahse­diyor: “ Batılılar yüzyıllar boyunca dünyanın geri kalanı hakkında incelemeler yapmış ve konuşmuşlardı; ama tersi söz konusu olmamıştı. Leiris yeni bir durumu ilan ediyordu: Gözlem nesneleri bundan böyle geri yazmaya başlayacaktı. Batılı bakışla yüzleşilecek ve bu anlayış hak ile yeksan edilecekti. 1950’den be­ri Asyalılar, Afrikalılar, Arap Doğulular, Pasifik adalılar ve Amerika yerlileri çe­şidi şekillerde Batı’nın kültürel ve siyasi hegemonyasından bağımsızlıklarını di­le getirdiler ve çoksesli bir kültürlerarası söylem alanı vazettiler.” Ancak geri yazma eyleminin oksidentalizm olarak okunması yanlış olur. Ya da oryantalizmin muhalif bir eleştirisinin oksidentalizm -bütün olası riskine rağmen- sayılması yanlıştır. Biraz savunma refleksiyle ortaya çıkan bu eylem denklik arayan di­renişçi bir harekettir. Yoksa köleyken efendi olmanın mücadelesi değil; olsa olsa eşit efendiler olma talebidir.

Bitirirken de Edward Said’in (1982: 528) kült eseri Oryantalizm kitabının bitiş cümlelerine müracaat edelim; “Oryantalizm bilgisinin bir görevi vardır, o da herhangi bir bilginin, nerde, ne zaman ye hangi göz kamaştırıcı şekillerde soy­suzlaşabileceğini insana hatırlatmaktadır.’’Oryantalizm genelde doğu özelde ise İslam toplumlarına yönelmiş ön yargılı bir şiddettir.Kasıtlıdır.Anlamayı değil yok etmeyi yada en azından yok etmeden tehakkum etmeyi amaçlar.Emrine almak,emrine aldığnı dönüştürmek ister.Kendine kullar oluşturmak ister.Hizmetkar ve itaatkar kullar.

Kenan Çağan, İslam Medeniyeti Özel Sayısı, Hece Dergi
Devamını Oku »

Batı'da Düşünce: Peşine Düşülen Güzelliktir

İnsan önceki çağlardan daha iyi makinelere sahip olmakla övünür ve bunu ge­lişme olarak değerlendirir. Her türlü vesayet yokluğunun, kişisel özgürlüğe ka­vuşmanın belirtisi addeder. Ortaçağın sonlarından itibaren beslediği özlemlerin gerçekleştiği yıl olarak 2000’i gösterir. Oysa bu yıl özgürlük ve mutluluk uğrun­da verdiği mücadelenin tamamlanması ve zaferin elde edildiği bir tarih değil, bi­lakis insanın artık insan olmadığı, düşünmeyen, hissetmeyen bir makineye dö­nüştüğü bir dönemin başlangıcı olur. Üretim makinesi çarkının bir dişlisi olarak artık insanın tek amacı daha fazla şeye sahip olmak ve daha fazla kullanmak olan bir homo consumens’e, salt tüketiciye dönüşür.

Özgürlük adına boy boy çıplak resimleri dergilerde, gazetelerde basılan ka­dın, kocasının nesnesi olmakla kalmaz, genelin nesnesi olur. Modern teknoloji­nin avantajlarından yararlanan kadın, baba ve kocanın denetimini aşmaya çalışır­ken, özgürlük adına daha da metalaşır. İki savaşın arasındaki yıllarda, zincirler kırılmış, beden ve zihinler sözde özgürleşmiştir. Cinsel devrim köhnemiş tabula­rı bir hamlede silip süpürmüştür. Baudrillard, her alanda özgürlüğün patladığı bu anı orji olarak telakki eder. Geçer akçe cinselliktir. O, insanlara sunulabilecek tek şeydir. Zevk arayışı adeta bir hastalık halini alır. Revaçta olan beyin yıkama işlemleridir. Çok sayıda kişi bunlara akıl almaz paralar ödemektedir.

  1. yüzyılın ikinci döneminden itibaren başlayan ve 20. yüzyılda giderek da­ha da hızlanan, insanı tüketici toplunılan tüketim toplumuna çeviren büyük dö­nüşüm, aşkı daha ziyade cinsellikle örtüştürdüğü gibi onu bir tüketim alanına çe­virmeyi başarır. Sanayileşme ve kapitalistleşmenin yerleşik hale geldiği, modern dönemde, tüketici zihniyet insanı ve dolayısıyla hayatı yönetir. Özgürlüklerinin kısıtlandığı düzenlemelerden kurtulan insan kadın ve erkeğiyle kapitalist siste­min asli güçleri olan kitle iletişimi araçları ve bilhassa reklam mekanizmasının iş­leyen üstün ve etkin gücünde yegane gaye olarak istek ve arzularının tatminine soyunur, faniliğinin giderek artan farklılığında ölümsüzlük vaadi diğer bir ifadeyle ölümlülükten kaçış olanağı sunan anlık deneyimlerinde, likit aşklarla sonsuzluğu,cenneti de bu dünyada gerçekleştirmeye çalışır.


Aydınlanma öncesinde batı toplumunun devlet ve kilise kaynaklı olan kültürel stratejilerinde üreme amacında sınırlanan cinsellik, aydınlanma ve romantizmle birlikte sadece aşka hasredilir. Evlilikle aşk özdeşliği aşkın doğasına karşı çıkma olarak değerlendirilir. Toplumun varlığının devamlılığı için evliliğin toplumun ko­ruyucu kanatlan altına alınması aşkı ya yasa dışı bir suç telakki eder ya da fahişe­lik adı altında ya açıkça kutsanır ya da görmezden gelinerek yaşatılır. Modern dö­nemde kadın erkek artık eşittir. Aile reisliği de paylaşımdadır. Birey Ortaçağdan itibaren, ayağına dolaşan feodal, yönetsel, dinsel, toplumsal, ahlaksal ve cinsel yü­kümlülüklerden kurtulmuş durumdadır. Ne var ki özgürlük süreci gerçek yüzünü sahnenin öteki yüzünde gösteriverir. Asırlardır baskı altında tutulan cinsellik tota­liter bir hale gelmiştir. Gelinen nokta şok edicidir. Bu özgürlüğün bedelidir. İnsan sınır tanımayan özgürlüğünün karşılığında yalnızlığının geldiğinin büyük ölçüde farkındadır. Henüz sorumluluğunun keşfine varabilmiş değildir.Toplumun ve bireysel hayatın örgütleyici ilkesi haline gelmiş olan tüketim, bir yandan kadın ve erkeğe tüketici özerklik bahşeder. Diğer yandan aynı doğrul­tuda metalaştırdıgı deneyim ve insan ilişkileri sayesinde görece anlamsız türden yönelttiği özerklik karşısında önemli ve asıl anlamlı konularda özerklikten yoksun kılar. Böylece hayatın sömürgeleştirilmesinde kendini varlığının güvenliğini temin eder, özgürlük ve sınırsızlık aşkı da metalaştırır. Bedene eklenen ve katılarıdan doyuma ulaşma arzusu kapitalist çarkın gücüne güç katar. Cinsel özgür­lük hülyası içinde yok edilen aşk, şop marketlerde aranır olur. Koşullar değişir, bağlam değişir, ideolojik örgü değişir aşk her daim adını duyurur. Aşk’ın çehre­sini en ziyade modernlik değiştirir.

Antikçağ düşünürleri toplumsal bağın gerektirdiği zorunluluklar adına aşkı aşağılarken modem düşünürler bunu bireysel özgürlük adına yapar. Her iki taraf­ta aşkın özünü unutur.Günümüzün postmodem batı toplumunda ise aşk artık ne üreme ne de aşkla ilişkilidir. Bu yeni stratejinin sahnedeki görünümü insanın her türlü otoriteyi alt edip özgürlügün doruğunu yaşadığı sannsında cinsel hazzın peşinde sürüklenmesinden ibarettir. Simone de Beauvoir’ın dediği gibi kadın Batı’da “bir sevgili, bir tanrıça, ana, cadı ya da derin bir düşünce olabilir ama hiçbir zaman kendisi olamaz”. Aşk ilişkileri de bu nedenle çarpıtılmış, kökten yukan doğru yozlaştırılmış olur. “Kadınla aramızda yanıltıcı bir hayal var” diyen Paz, toplumca yaratılıp kadına zorla benimsetilen bu hayali kadının da benimse­diği ona sarınıp büründüğü, onunla var olduğu kadın imgesi olduğunu belirtir. Bu kadın bazen değerli, bazen korkuları, ama her zaman öteki olan bir nesnedir Ona uzanıldığında karşılaşılan bir köledir. Daha da önemlisi kadın da sanki aynı

Duygu  içindedir.Kendini  bir varlık olarak değil başka bir varlığın uzantısı yani öteki olarak algılamaktadır. Varlığı gerçekte olduğuyla olmayı düşlediği varlık arasında ikiye bölünmüştür.Aileden okula,dostlarından sevgisiline herkes el ele vermiş kadına bu imgesel kişiliği benimsetmeye çalışmaktadır.O kendisi için yaradılan imge kafesinde tutukludur.Artık geçmişin aşk kahramanlarına raslamak son derece zordur.Günün aşk yazıları okuyana doyum veren denemelerdir.Ancak insanın sağlıklı bir açıklaması değil,tersine aşkı kötüleyip suça özendiren bir toplumu tanımlamayan belgelerdir.Bir yengi olmaktan çıkan boşanma,kurulan bir ilişkinin namusluca sona erdirilmesinden ziyade,erkeğe ve kadına özgür seçim seçim hakkı tanıyan bir fırsattır.

Batı düşünce tarihinde peşine düşülen güzelliktir. Kendini tensel zevklere düşkün kılam bağlardan kurtulmak ister gibi görünür.Ancak modern dönemle aşkın yüksek ölçülerine yer verilmez.Aşkın görünümünde,hayat görüşünü batı dünya görüşünden alan ve bu temel hayat anlayışı üzerine kuran bütün sanatçılar aşklarıyla aslında benzerlik gösterir.Aşkınlık dışlanır.Maddi plandan metefizik olana geçilemez. Bayağı ölçüde aşk adi verilen deneyim yelpazesidir geli­şen.Bu ise sevişmek kod adı altında tek gecelik ilşkilerden ibarettir.Birden çok aşık olunabilir,aşka düşmekte aşkı kaybetmekte kolaydır.Bazen şikayet edilse de gurur da duyulabilir bu tür deneyimlerden.Geride kalan ya aşka aşık yada aşk yarasıdır.Yinede kapitalizm aşkı ayakta tutmaya devam eder.Çünkü bireyleri motive edecek başka bir şey yoktur.Baba, anne ve çocuktan ibaret çekirdek ai­leler, sadece üreme ve sosyalleşme için değil, tüketim mallarının ve hizmet sek­törünün dağıtımı için varolan düzenlemeleri korumak ve genelde sosyal sistemin doğru bir biçimde işlemesini sürdürmek için gereklidir.

Kaynak:

Hece Dergisi,Batı Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »

Hitler ve Mussolini Rejimlerine Olan Özenti

Mustafa Kemal'in aynı günlerde Başvekilliğini yapan "İsmet İnönü ile Partinin Genel Sekreterliğini yapan Recep Peker'in de Hitler ve Mussolini rejimlerine olan özentisi"(1) Türk rejimini otoriter bir yapıya kaydırmıştı.İsmet Paşa 1932 yılında İtalya'ya gittiğinde Parti Genel Sekreteri Recep Peker’i de yanında götürmüştü. "Peker, İtalya’da Faşist Parti'yi ziyaret ederek Partinin yapısı hakkında detaylı bilgiler almıştı(2)

1935 yılında Almanya'daki Nazi misalini izleyen CHP, parti ile devleti bu çerçevede birleştiren yasayı kabul etti. 'Böylece Kemalistler,Türkiyede bir parti diktacılığını teşekkül yönünde son adımlarını da atmışlardı(3)

İtalyan Faşist Partisi nin kendi bünyesinde yaptığı düzenlemenin hemen ardından CHP Büyük Kurultayı' nın da toplanıp benzer değişiklikler yapması son derece manidardır.(4)

Aynı günlerde üniversite gençliğinin de peşinden koşacağı millî bir ideoloji geliştirilir. “Faşizm, ilmi tarzlarla elden geçirilecek ve ortaya konulacak yeni sistemin adı Kemalizm olacaktı."(5)

"İtalyanların faşizmi, Almanların nasyonal sosyalizmi nasıl varsa, Türklerin de artık Kemalizmi vardır.(6) "Devrin kurmaylarından Selim Sun, halkevlerinin yayın organı Ülkü’de faşist gençlik teşkilatlerini övmekte, bunların Türkiye için de model olabileceğini söylemektedir."(7)

Esasen faşizm Ankara’nın ideolojik ihtiyaçlarına fazlasıyla elverişli görülüyordu. "Faşizmin cazibesi, Kemalistleri de bu yönde harekete teşvik ediyordu. Şu farkla ki, Ankara egemenleri Yugoslav tarzı diktatörlüğü, Roma ve Bertin tarzı diktatörlüğe tercih ediyorlardı(8)

"Ortaya mükemmel bir otarşi çıkmıştı. Kimse ağzını açamıyor, ancak kendisini hür zannediyordu.(9) Seçkinlerin çare olarak gördükleri "otoriter yapı, hızlı modernleşmenin zaruri bir şartı'(10) olarak görülüyordu.

Ahmet Ağaoğlu, Sabiha Sertel gibi devrin aydınlarının tüm ikazlarına rağmen "rejimin diktatörlüğe geçmesini kolaylaştıran"(11( tüm düzenlemeler yapılmış, ortaya bir başka benzerine rastlanılmayan "bir meclis diktatörlüğü rejimi"(12) çıkmıştı.

O günün Türk devlet yapısını tahlil eden yabancılar da aynı bilgilerle karşılaşmışlar, İcranın aşırı kuvveti ve "Cumhurbaşkanı'nın hiç bir demokraside rastlanmayacak ölçüde yetkilerine temas ederek Şeflik Devri'nin varlığına atıf yapmışlardı.(13)

Devrin bazı aydınları "icra gücüne bu kadar yetki vermenin ülke demokrasisi açısından sağlıklı olmayacağı şeklinde Mustafa Kemal'i ikaz etseler de”(14) bu ikazlar dikkate alınmamış ve mukadder akıbet ortaya çıkmıştı.

Kaynaklar;

(1)-Necdet Ekinci,Çok Partili Hayata Geçişte Dış Etkenler,syf;98

(2)-age,syf;109

(3)-Şükrü Karatepe,Tek Parti Devri,syf;55

(4)-AhmAd Faroz,Modern Türkiyenin Oluşumu,syf;81

(5)-Necdet Ekinci,age,syf;94

(6)-İsmet Bozdağ,Bir Çağın Perde Arkası,syf;62

(7)-Age,syf;93

(8)-Age,syf;114

(9)-Ahmad Feroz,age,sf;80

(10)-Engin Ardıç,Star Gazetesi,05.03.2003

(11)-Hakkı Uyar,Tek Parti Devri ve Chp,syf;313

(12)-Sabiha Sertel,Roman Gibi,syf;67

(13)-N.Yurtseven Ateş,Tc'nin Kuruluşu ve Tcf,syf;37

(14)-Arnold Toynbee,Bir Devletin Yeniden Doğuşu,syf;99-101
Devamını Oku »

Şeflik Dönemi Demokrasi

Şeflik meclisinde sadakatlerini ispatlayarak öne çıkmış aynı kişiler uzun süre mebusluk yaparak Meclis'in gediklileri olmuşlardı. Öyle ki mebusluk asker-sivil-bürokrat kesimler için bir geçim kaynağı olmuştu. “Milli Şef devrinde TBMM seçilmiş azalardan müteşekkil bir meclis yerine tayin edilmiş kişilerden müteşekkil bir meclis yapısı arzediyordu."(1)

Büyük Millet Meclisi hakikatte bir kişinin emrindeydl "Vakıa meclis seçimlerle teşekkül ederdi. Fakat seçimler bir formaliteden ibaretti." (2)

Esasen Milli Şef tarafından atanan hükümetler, yaptıkları icraatların parti grubunca yahut TBMM Genel Kurulu'nda eleştirilmesine hoş bakacak konumda değildiler. Bu ahenge uymayan mebusların parti dışında bırakıldıkları veya bir sonraki seçimlerde aday gösterilmeyerek dışlandığı bilinen bir gerçekti.

CHP'li kurmaylar iktidarı ellerinde tutma konusunda o kadar kararlıydı ki Demokrat Parti'nin kurulmasının ardından Meclis'te çoğunluğu kaybederiz endişesiyle "il sayısını 63’den 23'e indirmeyi dahi(3) teklif etmişlerdi.

Şeflik demokrasisine son noktayı koymadan rejimin egemenleri tarafından "demokrasicilik oyunu" anlamında kurgulanan 'Müstakil Gruba' temas etmek gerekir. Milli Şef Meclis'te muhalefeti, kendisi tarafından atanan mebuslar arasında bir grup kurarak oluşturmaya çalışmıştı. “Ancak neresinden bakılırsa bakılsın 'Müstakil Grup'göstermelik bir kuruluştu.(4)

(1)-OsmanAkandere,Milli Şef Devri,syf;461

(2)age,syf;29

(3)-Abdurrahman Dilipak,Menderes Dönemi,st;126

(4)-Metin Toker,Tek Partiden Çok Partiye,syf;80

Hüseyin Yürük, Türkiye Demokrasi Tarihi
Devamını Oku »

İnsanın Özgürleşmesi

Özgürlük, kapitalizm ya da maddecilik tarafından anlaşıldığı hâliyle doyum, tüketim ve hedonist serbestleşme olarak anlaşılmamalıdır. Hatta tam aksine özgürlük, her şeyden önce bir vazgeçme, müs­tağnilik, feragat, özveri, dayanışma ve paylaşma becerileridir. İnsan ise, kendisine sunulmuş olan refahtan yararlanma kapasitesince, yani batılı normlar tarafından ölçüt alındığı gibi birtakım maddî tüke­tim kıstasları ölçüşünce değil, tam aksine, bu tür konformist bir asi­milasyona direnebildiği, yapabileceği halde yapmama iradesini gösterebildiği ölçüşünce nitel anlamda özgürleşebilir. Aksi bir tutum ise sadece serbestleşmek ya da nicel özgürlüktür; ki bu, insanı sadece doygun bir hayvan kılar, bir insan değil.

İnsanların kişiliği, sadece yaptıklarıyla değil, yapamadıkları, yapmadıkları, vazgeçtikleri ve feragat ettikleri şeylerle de oluşur. Kal­dı ki insanlar önlerine sahici sorunları koyabildikleri gibi, sahte so­runlar ya da içi boş uğraşlarla da zamanlarını israf edebilirler. Bu on­ların kişiliklerine olumlu bir katkıda bulunmadığı gibi, bu kişilik­lere 'mış' gibi yapmak” gibi bir karakter görüntüsü vererek, kendi­lerini aldatmalarına ve yoldan çıkarmalarına da neden olabilir.

Ümit Aktaş, İnsan ve İslam
Devamını Oku »