Oryantalistlerin Doğu Algısı

Oryantalistler yaygın bir biçimde var olan Doğu’yu değil kafalarındaki Do­ğu’yu anlatmıştır. Gördüğünü değil, görmek istediğini. Bu yünden de Doğu, do­layısıyla doğulular hiyerarşik olarak insanlığın alt katmanlarına yerleştirilmiş, ikinci kalite varlıklardır. Bütün olumsuz insani özellikler onlara hasredilmiştir. Oryantalizm barbar doğulular imgesi yaratarak ve sözüm ona onları ehlileştirme gibi oldukça iyi niyetli ve insani bir girişim olduğunu da iddia ederek kendine haklılık zemini kurmaya çalışmıştır. Doğulular evrimleşmelerini tamamlayamaz yan ara varlıklardır. Batılılar eliyle evrimleştirilmeleri gerekmektedir. Bu evrimleştirilme sürecinde batılılar tarafından güdülmeli ya da en azından yönetilmelidirler. Bu,Batılıların bir lütfü olacaktır ve doğuluların iyiliği için olacaktır Batı­lıların yardımseverliği sayesinde doğulular eski klasik azametlerini (böyle bir şe­yi kabul etmeleri ayrı bir lütuf) zamanlarına dönebileceklerdir. Doğulular, bu lütufkâr batılı davranış sayesinde şekil, kişilik ve anlam kazanacaklardır.

Tüm doğulu toplumların kültürel miraslarını ve tarihsel başarılarını kolayca sıfırlayan bu bencil yaklaşım, kendi toplumlarının doğulu toplumlarla yaşadığı kültürel etkileşimlerden çok şeyler biriktirdiğini unutmaya yeğlemiştir.Onlara göre Doğu hiçbir zaman iyinin kaynağı değildir.Doğu’da ne varsa kötüdür yada olsa olsa çocuksudur.Tüm doğu medeniyetlerinin bin yıllara dayanan miraslarını bir kalemde silme cehaletini göstermenin,bilimsel bir uslüpla açıklama bir yanı yoktur.Bu sübjektif yargıların bırakın bilimsellliğini,açık ve aşağılayıcı art niyetini tespit etmek zor değildir. Örneğin onlar için sözünde durmayan Çinli- yarı çıplak Hintliler ve batılıların artıklarıyla geçinen miskin Müslümanlar vardır. Yine de deveye binen teröristler olarak Müslumanlara nispetle diğerleri daha avantajlıdırlar. (Said, 1982,190), Oryantalizmin Hint ve Çin’e kısmen sergilediği hoşgörü, İslam medeniyeti söz konusu olduğuna gösterilmez. Bunun bir sebebi batıkların İslâm'a ve Müslümanları, özellikle de Arapları Batının önündeki tek politik, entelektüel ve ekonomik alandaki engel olarak görmesidir. Bir sebebi de Hint ve Çin gibi medeniyetlerin artık Batı medeniyeti için tehdit oluşturmadık­ları inancından kaynaklanır. Oysa Islâm, onlara göre, sapkın barbarların dini ve medeniyetidir. "Islâm'ın terör, yıkıcılık, nefret edilen barbarlar sürüsü olarak gö­rülmesi boşuna değildi. Avrupa için Islâm devamlı bir felaket konusu idi. On ye­dinci yüzyılın sonlarına kadar süren ‘’Osmanlı belası’’tüm Avrupa yı yerinden oy­natıyor, Hıristiyan uygarlığa için aralıksız tehlike sayılıyordu" (Said, 1982: 108).

Modern oryantalizm Napolyon'un Mısır'ı işgalinden bu yana, dikkatinin çoğun­luğunu İslâm dünyasına kaydırmıştır. Bu tarihten itibaren Doğu neredeyse, münhası­ran Islâm topraklan, yani Otta Doğu olmuş dunundadır. Dolayısıyla modem oryan­talizm araştırma objesi olarak kendisine uzak Doğuyu değil Orta Doğuyu belirlemiş­tir. Bu tarihten itibaren bütün oryantalist siyasetler, stratejiler, saklınlar, manipülasyonlar, çarpıtmalar, bozmalar, imha etmeler ve yeniden inşa etmeler İslâm üzerinden gerçekleştirilmiştir. Çünkü modem oryantalizmin zihinsel arka planına yerleşmiş olan duygu ve düşünceler büyük oranda İslâm karşısında duyulan büyük korku ve çe­kingenliği yansıtmaktadır (Said, 1982:417). Bu korkuyla yapılanan Modern oryan­talizmle yeni bir Doğu, dolayısıyla yeni bir kötü, yeni bir öteki icat edilmiştir. Üste­lik bu yeni Öteki, eski Ötekilerden daha işlevseldir. Zira bu daha canlı ve daha dina­miktir. Bu yeni düşman sayesinde oryantalizm ve Batı da dinamizm kazanacaktır.

Oryantalistlerin Islâm tasavvura genelde olumsuzdur. Oryantalistlerin büyük bir çoğunluğu İslâm’ı Hıristiyanlığın ve Yahudiliğin mirasından türetilmiş sap­kın bir yorum olarak kabul etmişlerdir. Müslümanlar da bu sapkın inanca sahip barbarlar olarak tahayyül edilmişlerdir. Haçlı savaşları, kutsal toprakları istila eden bu barbarlara karşı yapılmış kutsal savaşlardır. Bu mantık çarpıcı bir biçim­de bütün oryantalist bakış açısını şekillendirmiştir. Bunun en ilginç örneği 11 Ey­lül saldırıları akabinde bazı Batılı liderlerin (Amerika başkanı Bush ve İtalya başbakanı Berlusconi gibi) yaptıkları yorumlar ye çağrılardır. Kimi Islâm'ı kara­layıp, ilkel ve tehditkar bir din olarak nitelerken,kimi de bu tehdit karşısında yeni bir haçlı seferi için çağrıda bulunmuştur.

Oryantalistler için İslâm, en genelde savaşın ve şehvetin dinidir. Ancak olum­suz nitelikleri bunlarla da sınırlı değildir. Örneğin Edward Said’in (1982: 113) ak­tardığına göre kimi oryantalistler İslâm peygamberini ‘kurnaz bir dönme’, bir ya­lancı, İslâm’ın da ‘ikinci derecede Aryanist bir kâfirlik düzeni’ olduğunu ifade et­mişlerdir. Daha insaflı yorumlarda ise oryantalistler İslâm’ı Hıristiyanlığın veya Yahudiliğin bir taklidi şeklinde yorumlamışlardır. Onlara göre İslâm peygambe­rinin fikirlerinin kaynağı Talmud’dur ve o, esas ilhamını da Hıristiyanlıktan al­mıştır. Dolayısıyla onlara göre İslâm peygamberi ilahi bir elçi değil, Kur’an’ı kendi vaz eden sahte bir peygamberdir (Tibawi, 1998a: 61, 73). Bazıları da İs­lâm’ı Yunan felsefesinin Doğu’daki başarısız bir denemesi olarak değerlendirmiş­tir. Ama çoğunlukla da İslâm bir kültürel sentez olarak düşünülmüştür, özgün bir yanı olmayan, farklı kültürlerin sentezlenerek yeni bir adla servis edilmesinden ibarettir. Benzer bir biçimde İslâm’ın totaliter, Müslümanların ise ikiyüzlü insan­lar oldukları görüşü de oryantalistler arasında yaygın kabul gören görüşlerdendir.

Hamid Algar, oryantalistlerin İslâm karşısındaki yanlış konumlanışlarına çok haklı bir itirazda bulunuyor. O’na göre (1998: 191), “oryantalistler, hemen he­men daima, Kur’an’ın kendisini nasıl tanımladığına bakmaksızın, hiçbir tartışma yapmadan ve hiçbir delil göstermeden Kur’an’ın vahiy olmadığını ileri sürerler. Oryantalistlere ait Kur’an’ın insan ürünü olduğu, Allah’ın Kitabı olmadığı şek­lindeki a priori bilginin doğruluğu asla sorgulanamaz. Bu, oryantalistlerin kendi kavramlarıyla ifade edersek, son derece gayri akademik bir varsayımdır. Eğer or­taya bilimsel bir iddia koymak istiyorlarsa, bunu, Kur’an’ın kendisinin Allah’ın vahyi olduğu şeklindeki meydan okumasıyla yüzleşerek yapmalıdırlar.”

19 yüzyılda bilimsel söylemle (siyasî denge, modernleştirme ve kurumsal gelişme gibi ifadelerle) harmanlanarak servis edilen oryantalist söylem, Batı’nın egemenliğini tarihsel evrimin nihai neticesi olarak takdim etmiştir. İlginç bir bi­çimde bu sözde bilimsel açıklamalar Doğu toplumlarında da makes bulmuş, ken­dine taraftarlar edinmiştir. Batı ve değerleri bir ideal olarak toplumun Önüne kon­muştur. Emperyalizmin ileri stratejilerinin yoz bir başarısı olan bu durum, doğu­lular için de zihinsel bir arınma için ilk koşulu oluşturmuştur. Örneğin bu bağ­lamda bazı Müslümanların İslâm’ı reforma tabi tutma yolundaki taleplerinin ba­tılı fikirlerin etkisinde ve telkiniyle olması örnek gösterilebilir. Nitekim İslâm’ı restorasyona tabi tutma taleplerinin. Batı’nın İslâm topraklarının çoğuna siyasal yönden hâkim olmasından sonra gelmesi manidardır (Tibawi, 1998b: 115).

Batılılar İslâm toprakları üzerindeki hâkimiyetlerini her zaman korumak emelinde olmuşlardır. Bu maksatla da her zaman oryantalist bilginin işlevselliğine müracaat etmişlerdir. Ancak bu bilgi çoğunlukla ideolojik karakterde olmuş, bi­limsel kriterlerle değerlendirilecek nitelikte olmamıştır. Batılıların İslâm’a ve onun Peygamberine yönelik saldırıların motif ve metodları büyük ölçüde hep aynı kalmıştır. O da şudur: çarpıtma ve yanlış temsil kullanmak suretiyle düş­manlık ve önyargıda bulunmak (Tibawi, 1998: 119).

Oryantalizm  ilgili bahiste oksidentalizm meselesine de değinmekte yarar var. Oksidentalizm oryantalistlerin kendi ayıplanın örtmek için, 'biz yaptık, ama siz de yapıyorsunuz'un çocuksu kurnazlığının bir uzantısıdır. Belki oksidentalizmi büsbütün yok saymanın imkânı yoktur, örneğin Bryan S. Turner'ın (1999: 41) habis oksidentalizm diye nitelediği ve çeşitli düzeylerde rastlanılabilir ve tartışı­labilir olanını. Ona göre kahis oksidentalizm Batı'yla her çeşit ilişkiyi reddeden ve modernleşmenin mirasına karşı çıkandır. Başka bazı yazarlar Bryan S. Tur-ner'un habis oksidentalizm olarak nitelendirdikleri şeyin islâmcılık olduğunu ilan ediyorlar (Al-Azm, 2011: 6). İslâmcılığın kendi siyasal söylemi içerisinde ürettiği her şeyi; ki buna modernleşme ve oryantalizm eleştirisi de dâhil, oksi­dentalizm diye yaftalanmasının komikliği ve haksızlığı bir yana, bir an için İs­lamcılığı oksidentalizm söylemini üreten bir şey olarak varsaysak bile çok uzak­lara gidemeyiz. Yani geçmişte Müslümanlar ya da başka doğulu toplumlar tara­fından kayda değer düzeyde bir oksidentalizm ifa edildiğini gösteren veri çok az­dır. En azından oryantalizmle zaman paralelliği kurulduğunda karşılaştırma ya­pacak verinin inanılmaz bir fark oluşturduğu rahatlıkla görülebilir.

Buna rağmen James Clifford (2007: 135) zorunlu bir tersine dönüşten bahse­diyor: “ Batılılar yüzyıllar boyunca dünyanın geri kalanı hakkında incelemeler yapmış ve konuşmuşlardı; ama tersi söz konusu olmamıştı. Leiris yeni bir durumu ilan ediyordu: Gözlem nesneleri bundan böyle geri yazmaya başlayacaktı. Batılı bakışla yüzleşilecek ve bu anlayış hak ile yeksan edilecekti. 1950’den be­ri Asyalılar, Afrikalılar, Arap Doğulular, Pasifik adalılar ve Amerika yerlileri çe­şidi şekillerde Batı’nın kültürel ve siyasi hegemonyasından bağımsızlıklarını di­le getirdiler ve çoksesli bir kültürlerarası söylem alanı vazettiler.” Ancak geri yazma eyleminin oksidentalizm olarak okunması yanlış olur. Ya da oryantalizmin muhalif bir eleştirisinin oksidentalizm -bütün olası riskine rağmen- sayılması yanlıştır. Biraz savunma refleksiyle ortaya çıkan bu eylem denklik arayan di­renişçi bir harekettir. Yoksa köleyken efendi olmanın mücadelesi değil; olsa olsa eşit efendiler olma talebidir.

Bitirirken de Edward Said’in (1982: 528) kült eseri Oryantalizm kitabının bitiş cümlelerine müracaat edelim; “Oryantalizm bilgisinin bir görevi vardır, o da herhangi bir bilginin, nerde, ne zaman ye hangi göz kamaştırıcı şekillerde soy­suzlaşabileceğini insana hatırlatmaktadır.’’Oryantalizm genelde doğu özelde ise İslam toplumlarına yönelmiş ön yargılı bir şiddettir.Kasıtlıdır.Anlamayı değil yok etmeyi yada en azından yok etmeden tehakkum etmeyi amaçlar.Emrine almak,emrine aldığnı dönüştürmek ister.Kendine kullar oluşturmak ister.Hizmetkar ve itaatkar kullar.

Kenan Çağan, İslam Medeniyeti Özel Sayısı, Hece Dergi
Devamını Oku »

Batı'da Düşünce: Peşine Düşülen Güzelliktir

İnsan önceki çağlardan daha iyi makinelere sahip olmakla övünür ve bunu ge­lişme olarak değerlendirir. Her türlü vesayet yokluğunun, kişisel özgürlüğe ka­vuşmanın belirtisi addeder. Ortaçağın sonlarından itibaren beslediği özlemlerin gerçekleştiği yıl olarak 2000’i gösterir. Oysa bu yıl özgürlük ve mutluluk uğrun­da verdiği mücadelenin tamamlanması ve zaferin elde edildiği bir tarih değil, bi­lakis insanın artık insan olmadığı, düşünmeyen, hissetmeyen bir makineye dö­nüştüğü bir dönemin başlangıcı olur. Üretim makinesi çarkının bir dişlisi olarak artık insanın tek amacı daha fazla şeye sahip olmak ve daha fazla kullanmak olan bir homo consumens’e, salt tüketiciye dönüşür.

Özgürlük adına boy boy çıplak resimleri dergilerde, gazetelerde basılan ka­dın, kocasının nesnesi olmakla kalmaz, genelin nesnesi olur. Modern teknoloji­nin avantajlarından yararlanan kadın, baba ve kocanın denetimini aşmaya çalışır­ken, özgürlük adına daha da metalaşır. İki savaşın arasındaki yıllarda, zincirler kırılmış, beden ve zihinler sözde özgürleşmiştir. Cinsel devrim köhnemiş tabula­rı bir hamlede silip süpürmüştür. Baudrillard, her alanda özgürlüğün patladığı bu anı orji olarak telakki eder. Geçer akçe cinselliktir. O, insanlara sunulabilecek tek şeydir. Zevk arayışı adeta bir hastalık halini alır. Revaçta olan beyin yıkama işlemleridir. Çok sayıda kişi bunlara akıl almaz paralar ödemektedir.

  1. yüzyılın ikinci döneminden itibaren başlayan ve 20. yüzyılda giderek da­ha da hızlanan, insanı tüketici toplunılan tüketim toplumuna çeviren büyük dö­nüşüm, aşkı daha ziyade cinsellikle örtüştürdüğü gibi onu bir tüketim alanına çe­virmeyi başarır. Sanayileşme ve kapitalistleşmenin yerleşik hale geldiği, modern dönemde, tüketici zihniyet insanı ve dolayısıyla hayatı yönetir. Özgürlüklerinin kısıtlandığı düzenlemelerden kurtulan insan kadın ve erkeğiyle kapitalist siste­min asli güçleri olan kitle iletişimi araçları ve bilhassa reklam mekanizmasının iş­leyen üstün ve etkin gücünde yegane gaye olarak istek ve arzularının tatminine soyunur, faniliğinin giderek artan farklılığında ölümsüzlük vaadi diğer bir ifadeyle ölümlülükten kaçış olanağı sunan anlık deneyimlerinde, likit aşklarla sonsuzluğu,cenneti de bu dünyada gerçekleştirmeye çalışır.


Aydınlanma öncesinde batı toplumunun devlet ve kilise kaynaklı olan kültürel stratejilerinde üreme amacında sınırlanan cinsellik, aydınlanma ve romantizmle birlikte sadece aşka hasredilir. Evlilikle aşk özdeşliği aşkın doğasına karşı çıkma olarak değerlendirilir. Toplumun varlığının devamlılığı için evliliğin toplumun ko­ruyucu kanatlan altına alınması aşkı ya yasa dışı bir suç telakki eder ya da fahişe­lik adı altında ya açıkça kutsanır ya da görmezden gelinerek yaşatılır. Modern dö­nemde kadın erkek artık eşittir. Aile reisliği de paylaşımdadır. Birey Ortaçağdan itibaren, ayağına dolaşan feodal, yönetsel, dinsel, toplumsal, ahlaksal ve cinsel yü­kümlülüklerden kurtulmuş durumdadır. Ne var ki özgürlük süreci gerçek yüzünü sahnenin öteki yüzünde gösteriverir. Asırlardır baskı altında tutulan cinsellik tota­liter bir hale gelmiştir. Gelinen nokta şok edicidir. Bu özgürlüğün bedelidir. İnsan sınır tanımayan özgürlüğünün karşılığında yalnızlığının geldiğinin büyük ölçüde farkındadır. Henüz sorumluluğunun keşfine varabilmiş değildir.Toplumun ve bireysel hayatın örgütleyici ilkesi haline gelmiş olan tüketim, bir yandan kadın ve erkeğe tüketici özerklik bahşeder. Diğer yandan aynı doğrul­tuda metalaştırdıgı deneyim ve insan ilişkileri sayesinde görece anlamsız türden yönelttiği özerklik karşısında önemli ve asıl anlamlı konularda özerklikten yoksun kılar. Böylece hayatın sömürgeleştirilmesinde kendini varlığının güvenliğini temin eder, özgürlük ve sınırsızlık aşkı da metalaştırır. Bedene eklenen ve katılarıdan doyuma ulaşma arzusu kapitalist çarkın gücüne güç katar. Cinsel özgür­lük hülyası içinde yok edilen aşk, şop marketlerde aranır olur. Koşullar değişir, bağlam değişir, ideolojik örgü değişir aşk her daim adını duyurur. Aşk’ın çehre­sini en ziyade modernlik değiştirir.

Antikçağ düşünürleri toplumsal bağın gerektirdiği zorunluluklar adına aşkı aşağılarken modem düşünürler bunu bireysel özgürlük adına yapar. Her iki taraf­ta aşkın özünü unutur.Günümüzün postmodem batı toplumunda ise aşk artık ne üreme ne de aşkla ilişkilidir. Bu yeni stratejinin sahnedeki görünümü insanın her türlü otoriteyi alt edip özgürlügün doruğunu yaşadığı sannsında cinsel hazzın peşinde sürüklenmesinden ibarettir. Simone de Beauvoir’ın dediği gibi kadın Batı’da “bir sevgili, bir tanrıça, ana, cadı ya da derin bir düşünce olabilir ama hiçbir zaman kendisi olamaz”. Aşk ilişkileri de bu nedenle çarpıtılmış, kökten yukan doğru yozlaştırılmış olur. “Kadınla aramızda yanıltıcı bir hayal var” diyen Paz, toplumca yaratılıp kadına zorla benimsetilen bu hayali kadının da benimse­diği ona sarınıp büründüğü, onunla var olduğu kadın imgesi olduğunu belirtir. Bu kadın bazen değerli, bazen korkuları, ama her zaman öteki olan bir nesnedir Ona uzanıldığında karşılaşılan bir köledir. Daha da önemlisi kadın da sanki aynı

Duygu  içindedir.Kendini  bir varlık olarak değil başka bir varlığın uzantısı yani öteki olarak algılamaktadır. Varlığı gerçekte olduğuyla olmayı düşlediği varlık arasında ikiye bölünmüştür.Aileden okula,dostlarından sevgisiline herkes el ele vermiş kadına bu imgesel kişiliği benimsetmeye çalışmaktadır.O kendisi için yaradılan imge kafesinde tutukludur.Artık geçmişin aşk kahramanlarına raslamak son derece zordur.Günün aşk yazıları okuyana doyum veren denemelerdir.Ancak insanın sağlıklı bir açıklaması değil,tersine aşkı kötüleyip suça özendiren bir toplumu tanımlamayan belgelerdir.Bir yengi olmaktan çıkan boşanma,kurulan bir ilişkinin namusluca sona erdirilmesinden ziyade,erkeğe ve kadına özgür seçim seçim hakkı tanıyan bir fırsattır.

Batı düşünce tarihinde peşine düşülen güzelliktir. Kendini tensel zevklere düşkün kılam bağlardan kurtulmak ister gibi görünür.Ancak modern dönemle aşkın yüksek ölçülerine yer verilmez.Aşkın görünümünde,hayat görüşünü batı dünya görüşünden alan ve bu temel hayat anlayışı üzerine kuran bütün sanatçılar aşklarıyla aslında benzerlik gösterir.Aşkınlık dışlanır.Maddi plandan metefizik olana geçilemez. Bayağı ölçüde aşk adi verilen deneyim yelpazesidir geli­şen.Bu ise sevişmek kod adı altında tek gecelik ilşkilerden ibarettir.Birden çok aşık olunabilir,aşka düşmekte aşkı kaybetmekte kolaydır.Bazen şikayet edilse de gurur da duyulabilir bu tür deneyimlerden.Geride kalan ya aşka aşık yada aşk yarasıdır.Yinede kapitalizm aşkı ayakta tutmaya devam eder.Çünkü bireyleri motive edecek başka bir şey yoktur.Baba, anne ve çocuktan ibaret çekirdek ai­leler, sadece üreme ve sosyalleşme için değil, tüketim mallarının ve hizmet sek­törünün dağıtımı için varolan düzenlemeleri korumak ve genelde sosyal sistemin doğru bir biçimde işlemesini sürdürmek için gereklidir.

Kaynak:

Hece Dergisi,Batı Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »

Hitler ve Mussolini Rejimlerine Olan Özenti

Mustafa Kemal'in aynı günlerde Başvekilliğini yapan "İsmet İnönü ile Partinin Genel Sekreterliğini yapan Recep Peker'in de Hitler ve Mussolini rejimlerine olan özentisi"(1) Türk rejimini otoriter bir yapıya kaydırmıştı.İsmet Paşa 1932 yılında İtalya'ya gittiğinde Parti Genel Sekreteri Recep Peker’i de yanında götürmüştü. "Peker, İtalya’da Faşist Parti'yi ziyaret ederek Partinin yapısı hakkında detaylı bilgiler almıştı(2)

1935 yılında Almanya'daki Nazi misalini izleyen CHP, parti ile devleti bu çerçevede birleştiren yasayı kabul etti. 'Böylece Kemalistler,Türkiyede bir parti diktacılığını teşekkül yönünde son adımlarını da atmışlardı(3)

İtalyan Faşist Partisi nin kendi bünyesinde yaptığı düzenlemenin hemen ardından CHP Büyük Kurultayı' nın da toplanıp benzer değişiklikler yapması son derece manidardır.(4)

Aynı günlerde üniversite gençliğinin de peşinden koşacağı millî bir ideoloji geliştirilir. “Faşizm, ilmi tarzlarla elden geçirilecek ve ortaya konulacak yeni sistemin adı Kemalizm olacaktı."(5)

"İtalyanların faşizmi, Almanların nasyonal sosyalizmi nasıl varsa, Türklerin de artık Kemalizmi vardır.(6) "Devrin kurmaylarından Selim Sun, halkevlerinin yayın organı Ülkü’de faşist gençlik teşkilatlerini övmekte, bunların Türkiye için de model olabileceğini söylemektedir."(7)

Esasen faşizm Ankara’nın ideolojik ihtiyaçlarına fazlasıyla elverişli görülüyordu. "Faşizmin cazibesi, Kemalistleri de bu yönde harekete teşvik ediyordu. Şu farkla ki, Ankara egemenleri Yugoslav tarzı diktatörlüğü, Roma ve Bertin tarzı diktatörlüğe tercih ediyorlardı(8)

"Ortaya mükemmel bir otarşi çıkmıştı. Kimse ağzını açamıyor, ancak kendisini hür zannediyordu.(9) Seçkinlerin çare olarak gördükleri "otoriter yapı, hızlı modernleşmenin zaruri bir şartı'(10) olarak görülüyordu.

Ahmet Ağaoğlu, Sabiha Sertel gibi devrin aydınlarının tüm ikazlarına rağmen "rejimin diktatörlüğe geçmesini kolaylaştıran"(11( tüm düzenlemeler yapılmış, ortaya bir başka benzerine rastlanılmayan "bir meclis diktatörlüğü rejimi"(12) çıkmıştı.

O günün Türk devlet yapısını tahlil eden yabancılar da aynı bilgilerle karşılaşmışlar, İcranın aşırı kuvveti ve "Cumhurbaşkanı'nın hiç bir demokraside rastlanmayacak ölçüde yetkilerine temas ederek Şeflik Devri'nin varlığına atıf yapmışlardı.(13)

Devrin bazı aydınları "icra gücüne bu kadar yetki vermenin ülke demokrasisi açısından sağlıklı olmayacağı şeklinde Mustafa Kemal'i ikaz etseler de”(14) bu ikazlar dikkate alınmamış ve mukadder akıbet ortaya çıkmıştı.

Kaynaklar;

(1)-Necdet Ekinci,Çok Partili Hayata Geçişte Dış Etkenler,syf;98

(2)-age,syf;109

(3)-Şükrü Karatepe,Tek Parti Devri,syf;55

(4)-AhmAd Faroz,Modern Türkiyenin Oluşumu,syf;81

(5)-Necdet Ekinci,age,syf;94

(6)-İsmet Bozdağ,Bir Çağın Perde Arkası,syf;62

(7)-Age,syf;93

(8)-Age,syf;114

(9)-Ahmad Feroz,age,sf;80

(10)-Engin Ardıç,Star Gazetesi,05.03.2003

(11)-Hakkı Uyar,Tek Parti Devri ve Chp,syf;313

(12)-Sabiha Sertel,Roman Gibi,syf;67

(13)-N.Yurtseven Ateş,Tc'nin Kuruluşu ve Tcf,syf;37

(14)-Arnold Toynbee,Bir Devletin Yeniden Doğuşu,syf;99-101
Devamını Oku »

Şeflik Dönemi Demokrasi

Şeflik meclisinde sadakatlerini ispatlayarak öne çıkmış aynı kişiler uzun süre mebusluk yaparak Meclis'in gediklileri olmuşlardı. Öyle ki mebusluk asker-sivil-bürokrat kesimler için bir geçim kaynağı olmuştu. “Milli Şef devrinde TBMM seçilmiş azalardan müteşekkil bir meclis yerine tayin edilmiş kişilerden müteşekkil bir meclis yapısı arzediyordu."(1)

Büyük Millet Meclisi hakikatte bir kişinin emrindeydl "Vakıa meclis seçimlerle teşekkül ederdi. Fakat seçimler bir formaliteden ibaretti." (2)

Esasen Milli Şef tarafından atanan hükümetler, yaptıkları icraatların parti grubunca yahut TBMM Genel Kurulu'nda eleştirilmesine hoş bakacak konumda değildiler. Bu ahenge uymayan mebusların parti dışında bırakıldıkları veya bir sonraki seçimlerde aday gösterilmeyerek dışlandığı bilinen bir gerçekti.

CHP'li kurmaylar iktidarı ellerinde tutma konusunda o kadar kararlıydı ki Demokrat Parti'nin kurulmasının ardından Meclis'te çoğunluğu kaybederiz endişesiyle "il sayısını 63’den 23'e indirmeyi dahi(3) teklif etmişlerdi.

Şeflik demokrasisine son noktayı koymadan rejimin egemenleri tarafından "demokrasicilik oyunu" anlamında kurgulanan 'Müstakil Gruba' temas etmek gerekir. Milli Şef Meclis'te muhalefeti, kendisi tarafından atanan mebuslar arasında bir grup kurarak oluşturmaya çalışmıştı. “Ancak neresinden bakılırsa bakılsın 'Müstakil Grup'göstermelik bir kuruluştu.(4)

(1)-OsmanAkandere,Milli Şef Devri,syf;461

(2)age,syf;29

(3)-Abdurrahman Dilipak,Menderes Dönemi,st;126

(4)-Metin Toker,Tek Partiden Çok Partiye,syf;80

Hüseyin Yürük, Türkiye Demokrasi Tarihi
Devamını Oku »

İnsanın Özgürleşmesi

Özgürlük, kapitalizm ya da maddecilik tarafından anlaşıldığı hâliyle doyum, tüketim ve hedonist serbestleşme olarak anlaşılmamalıdır. Hatta tam aksine özgürlük, her şeyden önce bir vazgeçme, müs­tağnilik, feragat, özveri, dayanışma ve paylaşma becerileridir. İnsan ise, kendisine sunulmuş olan refahtan yararlanma kapasitesince, yani batılı normlar tarafından ölçüt alındığı gibi birtakım maddî tüke­tim kıstasları ölçüşünce değil, tam aksine, bu tür konformist bir asi­milasyona direnebildiği, yapabileceği halde yapmama iradesini gösterebildiği ölçüşünce nitel anlamda özgürleşebilir. Aksi bir tutum ise sadece serbestleşmek ya da nicel özgürlüktür; ki bu, insanı sadece doygun bir hayvan kılar, bir insan değil.

İnsanların kişiliği, sadece yaptıklarıyla değil, yapamadıkları, yapmadıkları, vazgeçtikleri ve feragat ettikleri şeylerle de oluşur. Kal­dı ki insanlar önlerine sahici sorunları koyabildikleri gibi, sahte so­runlar ya da içi boş uğraşlarla da zamanlarını israf edebilirler. Bu on­ların kişiliklerine olumlu bir katkıda bulunmadığı gibi, bu kişilik­lere 'mış' gibi yapmak” gibi bir karakter görüntüsü vererek, kendi­lerini aldatmalarına ve yoldan çıkarmalarına da neden olabilir.

Ümit Aktaş, İnsan ve İslam
Devamını Oku »

Ölümün Olmadığı Bir Hayat?

Ölümün olmadığı bir hayatta çatışma, imtihan, tekâmül, kahramanlık, esaret, kurtuluş, özgürlük, aşk, tra­jedi; iman-küfür ve hak-batıl çatışması... kısacası insanı insan kılan tüm değerler anlamını yitirecektir. Ölümsüzlüğü talep, aslında ha­yatı trajik kılan o bıçak sırtında yaşamaktan, ya da bir başka deyiş­le “havf ile reca” arasındaki bir hayattan kurtulmak; bir anlamda kon-formist bir muhafazakârlıktır. Ucunda ölüm olmayan bir hayat çün­kü, hiçbir zaman riske edilemez; ve dolayısıyla da trajikleşemez. Ken­disini bir “bilge kral” değil, bir “bilge öncü” olarak tanımlamanın daha doğru olduğu Aliya Izzetbegoviçe göre de trajedi, aslında dinî bir meseledir. (Özgürlüğe Kaçışım, s.64)

Hayatı trajik kıldığı kadar onu sahicileştiren de, aslında ölüm­süzlüğü değil, ölümlülüğüdür. Ölümü dikkate almadan hayattan, ha­yatı dikkate almadan da hakikatten bahsedemeyiz. Ölümsüzlük, var­lığı hakikatin gölgesi kılarak, hayatı trajedi, zaman, sahicilik ve ya­ratıcılıktan yoksunlaştırır. Ölümlü olmak, hakikate hep belli bir ulaşılamazlık minvali içerisinde; zamanın ve yaratıcılığın asliyetini ken­disine bir kader kılarak, hakikatin karşısında hep belli bir özlem, huşu,haşyet, ürküntü ve huzursuzluk hâli içerisinde olmaktır. Bu, bir an­lamda kendi varlığının iliklerine dek işleyen bir emin olmama hâ­linin pekinleştirilmesidir. Hakikat eminliktir çünkü. Eminlik ise ölüm­süz olmak anlamında beka ve mukavimliktir.

Ümit Aktaş, İnsan ve İslam
Devamını Oku »

Tevhidi Mücaadele Ekseni

Tevhidi açıdan Allah, sürekli bir faildir. Ama İslam tümtanrıcı değildir. Yanı Allah ile kâinat ilişkisi bir özdeşlik ilişkisi olmayıp, ya­ratıcı ile esen arasındaki illiyete dayanan bir ilişkidir. Ama bu bir neden-sonuç ilişkisi gibi anlaşılmamalı; çünkü nedensellik ilişkisi dünyava ait bir kavramdır, yani yaratılmışlar arası bir ilişkidir. Doğal ola­rak eser, yaratıcısına işaret eder. Ancak dünya bir imtihan ve insa­nın kendisini ortaya koyma ve gerçekleştirme dünyası da olduğu ve dolayısıyla da bir mizansen olmadığı için, insan özgürdür; ve bu öz­gürlüğün sıhhati ve imtihanın şartları gereği, olumlu ve olumsuz içerimlere de haizdir. Bu dünyanın olası en mükemmel dünya olduğunu söylemek ise doğru değildir. İlahî yaratıcılık sürmektedir çünkü; ve, Allah da özgür olduğu için farklı dünyaları yaratması (yaratmış ol­ması) da mümkündür. Beri yandan yaratıcılık, insanın özgürlüğü ıcabınca da sürdürülmektedir; yani dünya sırf bu açıdan da olsa nakıs bırakılmıştır. Ama bu öyle bir nakışlıktır ki, mükemmelliği de insana sezdirmekte, insanı kendisine müştak kılmaktadır.

Beri yandan tevhid, bir toplumsal şiarı da ortaya koyar. Bu ise, adaletsizliğe ve zulme dayanan batıl sistemler karşısında harekete ge­çen güçlerin birliği anlamındadır. Sınıflara, ırklara, cinsiyete, toprağa ya da kana dayalı ayrıştırıcı ve somut nesnel koşulların icbarı­na dayalı bir toplumsal mücadele ekseninden ise, tevhidi mücaadele ekseni, tüm toplumsallığı kesebilen (kapsayabilen), özgür seçimlere ve imana dayanan, beri yandan ise toplumsal mecburiyetlere mebni olmadığı için özgürleştirici bir niteliğe de haiz olan, zulme ve toplumsal-siyasî-iktisadî güçlerin tanrısallaştırılmasına (bu güçlerin zor­balığına) karşı olan tüm kesimleri kendi safları içerisine alan bir an­layıştadır. Bu kesimler içerisinde mağdurlar, mazlumlar, mustazaflar, sömürülenler, toplumsal-siyasal-dinsel sistemler tarafından kul ya da köle kılınanlar olduğu gibi, bu mağduriyederin hiçbirisini ya­şamadığı halde, kendi rızasıyla baskı, sömürü, şirk ve inkâr sistemi­ne karşı olan, hatta Müslüman olmasa bile haksızlıklar karşısında ada­leti savunan kesimler de yer alabilir. O halde bu mücadele, doğal bir toplumsal antagonizmaya değil, bu antagonizmalan dikkate alsa da, temelde kendi inşa ettiği bir kavramsallığa, yani tevhidi mücadele eksenine (hak-batıl mücadelesi) dayanmaktadır. Bu mücadeledeki temel somuduk, iman’ın tekilliğine ve kararlılığına dayanan, ama kap­sama alanının geniş tutulması nedeniyle de aslında oldukça çeşidenmiş olan bir toplumsal somuduktur. Bu anlamda ise iman ve tevhid, so­yut bir düşünsel ya da kalbî değişim olmayıp, her şeyden önce somut bir İnsanî ve toplumsal durumun, perspektifin ve mücadele ekseni­nin seçimi ve bu eksen dahilinde inşa edilen bir toplumsal somut­luk içerisinde yer almak anlamına gelmektedir.

Ümit Aktaş, İnsan ve İslam
Devamını Oku »

Kişi Ancak Kendi Emeğinin Karşılığını Mülk Edinebi­lir

Kişi ancak kendi emeğinin karşılığını mülk (temlik) edinebi­lir. Buradaki temlik kavramı, maddî olmaktan çok manevî kaza­nanlara işaret eder. Bu anlamda salih amel, Marxizmin praksis, ya da kapitalizmin üretim kavramlarını da aşan bir şümûle sahiptir. Çün­kü her iki kavram da, temelde maddî kazanımları ifade etmektedir; en fazla bu kavramlar insanın üretimsel eylemliliği içerisinde man­evî yönlerinin de geliştirilmesi gibi bir anlam kazanabilir. Varoluş- salt-ontolojik bir temel kadar, uhrevî bir bilinç, sorumluluk ve şu­urdan da yoksundur bu kavramlar. Uhrevî derken bu salt kıyamet günüyle alâkalı bir ukba değil, davranışlarımızın tümlüğünün ni­haî hedefi ve amacının da gözetilmesi gibi bir anlama da sahiptir. Dolayısıyla bir mümin için eylemlerinin mutlaka somut bir karşı­lığı bulunmaktadır. Bu karşılık, kendisi için olabileceği gibi, dün­ya içindir de. Çünkü onun davranışları artık, ilahî yaratıcılığın da bir parçasıdır. Oysa bir süreç ya da sınıf içerisindeki insanın, bu sü­reç ve sınıfa angaje davranışları bu tür bir iman ve ukba endişesine sahip değildir. Ve hatta bu tür bir endişe, çoğu kez kaçındırılması gereken aşkınlıklar olarak bile telakki edilebilir.

Ümit Aktaş, İnsan ve İslam
Devamını Oku »

Teknoloji ile Gelen Modern Hayat ve Öncesi

Bilim ve teknoloji 20. yüzyılın ortalarına kadar bir fatih edasıyla toplum hayatında yer etti. Modern bilimin  doğduğu 17. yüzyıldan 20. yüzyılın ortalarına kadar  dünya ölçüsünde eskiye galebe çalan bir yeniden sözedilebiliyordu. Fakat modern hayat katettiği her merhalede insan hayatını öylesine değişikliğe uğrattı ki bilim ve teknolojinin güdümüne girmeden yaşanılan zamanlar hatırlanamıyacak kadar geride kaldı ve bir yaşama biçi­mi olarak modem öncesi hayat tümüyle ortadan kalktı.

İşte bu safhasında bilim ve teknoloji artık yenileştirici, yeni ve parlak ufuklar açıcı vasfını kaybetti, muhafaza­kâr ve kendi iktidarını korumak için baskı yapmaya muhtaç bir kuvvet niteliği kazandı.

Günümüzde bilim ve teknoloji alanındaki yenilikler sona ermiş değildir, tersine bu yenileşmenin hızı öylesi­ne artmıştır ki insanlar günden güne yenileşmenin boşu­na bir çaba olduğunu düşünmeye başlamışlardır. Bilimsel-teknolojik devrimden önce sanayi, geleneksel yaşama biçimlerinin yerine endüstri toplumunun şartlarını getir­mek gibi sade sayılabilecek bir hedef sahibiydi. Fakat bugün herhangi bir teknolojik araç veya bir fabrika 5-6 yılda modası geçmiş hale gelebilmektedir. Bu değişme de bilimsel-teknolojik alanda insan bilgisinin sürekli ve hızlı biçimde artmasıyla sağlanmaktadır. Bu bakımdan araştırma, laboratuvar çalışması, teorik hazırlıklar top­lum düzenlemesinde birinci sırada bir önem sahibi ol­muştur. Ne var ki araştırmacılık düzeyindeki teorik ça­lışmalar bilimsel-teknolojik bilgi piramidinin en üst katı­nı oluşturur. Uygulamanın yerine getirilmesi, uygulama­ya konmuş aygıtlar kompleksinin çalıştırılması ve ko­runması da ayrı ayrı bilimsel-teknolojik bilgiyi gerektirir.

İşte, bu vasfıyla bilimsel-teknolojik toplum, eğitimi kendi sağlığı için kaçınılmaz unsur kabul eder. Bir bakı­ma modern toplumun yumuşak kamı "bilgi," bilimsel- teknolojik bilgidir. Modern toplum bu bilgi olmaksızın hem maddî varlığını idame ettiremez, hem de bilimsel- teknolojik bilgiye sırt çevirmek bu toplumu çökertebile­cek bir tavır olarak anlaşılır. Eğer insanlar bilimsel ve teknolojik teçhizatlanmanın boşunalığı konu­sunda bilinç ve karar sahibi olursa çarkların dönmeme tehlikesi vardır.Yalnız bu kadar değil, bilim ve teknoloji dini, tapınaklarını ayakta tutacak müminlerden, sadaka ve kurbanlardan mahrum kalır. Bu ise, modern toplu­mun boşluğa yuvarlanması demektir.

Bu yönüyle düşünüldüğünde modern endüstri ötesi toplumun iplerini ellerinde tutan çevrelerin, elektronik çağın hakim unsurlarının geniş halk yığınlarını bilgisiz, "cahil" bırakmaktan son derece korkacaklarını söyleyebi­liriz. Daha çok insan bilimin ve teknolojinin önemine inandırılmak, daha çok insan aygıtların korunmasına, onların işletilmesi ve geliştirilmesi eylemine inandınlmalı, daha çok insan aygıtların korunmasına, onların işletil­mesi geliştirilmesi eylemine katılmalı ki düzen işleyebil­sin.

Gelişmiş denilen, bilimsel-teknolojik iktidar sahibi toplum güçlerini korkutan halk yığınlarının günden gü­ne bilgilenmeleri değil; birgün "bu gelişme niçin" diye sormaları ve hayatın anlamını gelişme, refah, zenginlik dışı bir alanda arama ihtimalleridir.

İsmet Özel, Zor Zamanda Konuşmak
Devamını Oku »

Suç ve Ceza, İslam ve Beşeri Sistemlerin Farkı

Kapitalist sistemin babaları, suçu toplumsal bir vakıa olarak, ön­sel bir kabulle benimsediklerinden, bunların yaptıkları tek şey suç­luyu evcilleştirmek ve toplumsal dengelerin karmaşıklığıyla suç ol­gusunu toplumsal dengelerle karşılamak yoluyla toplumsal bir ger­çekliğe dönüştürmektir. Çünkü kapitalizmin ve beşerî sistemlerin temel hayat felsefeleri, suçu yadsımayı mümkün kılmaz. Bu siste­min egemenleri, maddî değerleri, sömürüyü, beşeri egemenleşme ve doyum isteklerini her şeyin üstünde gördüklerinden, kazanma ve sömürmeye yönelik her tür tutumu mübah görecek ve hatta teş­vik edeceklerdir.

Sosyalizm ise suçun nedenini tümüyle ekonomik şartlara in­dirgediğinden, sosyalist bir sistemin kurulması ve ekonomik saiklerin ortadan kaldırılmasıyla suçun ortadan kalkacağını ileri sürmektedir.Bütünüyle gerçek dışı ve ütopik olan bu düşünce, bir dizi uygulamalarına rağmen, doğal olarak hayata geçirilememiştir.İşte bu noktada suç ya toplumsal bir vakıa olarak benimsenecek ve bu tarz bir  toplumsal sistem geliştirilecek, ya da İslamın yaptığı gibi suçun saikleri ortadan kaldırılarak, suça yönelmeyi engelleyecek alt yapılar oluşturulacak ve suçun toplumsallaşması önlenmeye çalışılacaktır.

Maddeci sistemler suçun metafizik yönlerini ihmal ettiklerinden, onu tam olarak da değerlendirememektedirler. Dostoyevskı’nin Suç ve Cezası kadar, Tolstoy’un Diriliş’i de suçu bu açıdan irdelemek­tedir. İslam hukuku suçun metafizik yönlerini dikkate aldığı için, suç'a, adalet'e uygun bir karşılık (ceza) vermekten de kaçınmaz. Çün­kü önemli olan toplumun sadece maddî sağlığı ve işlerliği değil, ma­nevi olarak da sağaltılması ve adalet duygusunun örselenmişliğinin onarılması; daha doğrusu bunlara göz yuman bir işleyişe cevaz ve­rilmemesidir.

O nedenle İslam, “kısasta hayat vardır” ilkesini, temel hukuksal ilke olarak ortaya kovar. İslam hırsızların ellerini keser.Ama elleri kesilenler, adi-basit hırsızlık vakalarının müsebbipleri değil, toplumsal kaynakları soyanlar ve insanların emeklerini sömürenlerdir. Zaniler cezalandırılır; ama bunlar fuhşu bir iştigal alanı ve alışkanlığı, kadın bedenini bir ticarî meta ve sömürü nesnesi hâline geti­renlerdir. Oysa batılı sistemler, kadın bedeni ve cinselliği, özellikle sinema, reklam, turizm, kozmetik gibi alanlarda kullanarak ve istismar ederek devasa ticarî sektörler oluşturmuşlardır. Dolayısıyla İslam’ın üzerinde hassasiyede durduğu ve önlemeye çalıştığı alanlar, kapi­talizmin temel iştigal alanlarıdır.

Kapitalist özgürlükçülük, temel­de insan gövdesine ait iştihaları serbestleştirmeye, kışkırtmaya ve tat­min etmeye çalışan, bunlar üzerinde devasa ticarî sektörler oluştu­rası bu anlayıştadır. İslam ise temel hassasiyetlerini bunların (alko­lizm, fuhuş, sömürü, eşcinsellik, ensest gibi) önlenmesi, özellikle ka­dın bedeninin istismarını engellemeye çalışan bir özgürleşme anlayışı ortaya koymakta, dolayısıyla suç ve ceza tanımları da bu temel anlamışlar üzerine bina edilmektedir.

Ümit Aktaş - İnsan ve İslam
Devamını Oku »