İnsan ve Kainat

İnsan ve Kainatİnsan boş bir uzayda değil, remizlendirilmış, donatılmış, hazır ve anlaşılır kılınmış bir uzayda yaşamaktadır. Bu uzay birçok değerler sistemi içer­mektedir. Her bin ortak ve farklı dilleri (temel dönüşüm ve çevrim elemanlarına) sahip olan bu değerler sistemleri, insan zihni ile de dö­nüşümsel bir anlaşılırlık çevrimbirimlerine haizdir. Yani insan zih­ni, kâinatı birtakım işaretler ve simgeler yoluyla tanımakta ve anlamaktadır. Ayrıca doğal sistematikleri dışında kâinatta bulunan herşey insan için ve insana göre, yani İnsanî değerler sistemi açısında da apayrı anlam ve ibaretlere haizdir. Kimi şeyler iyi,kimileri kötüdür,kimileri yararlı,kimileri ise zararlıdır.

Sözgelimi yıldızlar insanlar açısından salt basit birer gök cismi olmanın ötesinde gecelerini süsleyen,ışıtan,yön ve zaman belirten,bir derinlik ve estetik duygusu veren işaret ve simgeleride içermektedirler. Çiçekler salt basit birer bitki değil, gü­zellik, koku, renk, uyum gibi nice değerlerin de çağrışım kaynağıdırlar. Kuşlar hem bir uçma özlemi, hem estetik birer simge, özgürlük ve ka­yıtsızlığın işarederidir. Altın özde sıradan bir madendir. Onun az bulunurluğu yanında fizikî olarak da soy nitelikleri, onu benzerleri içe­risinde seçili kılmakta ve farklı bir kategoriye yerleştirilmesine neden olmaktadır. Oysa insanoğlu için anlam ve değeri çok farklıdır. Bu ör­nekler hemen her nesne ve varlığa teşmil edilebilir.

Kâinatı oluşturan değerler sistemi, onu anlaşılır ve güvenilir kı­lan değişmez bir sürekliliğe dayanmaktadır. Aksi halde bu sistemin insan açısından anlaşılması mümkün olmayacağı gibi, insanoğluna geçmiş ve gelecek hakkında da bir yön ve hedef arzusu verilemeye­cek; toplumsal ve tarihsel bir süreklilik sağlanamayacaktı. Yani Ga­zali ve Hume’un farklı ve birbirine zıt amaçlarla da olsa vurguladıkları gibi olmayıp, pamuk ateş tarafından yakılmakta ve güneş her gün do­ğudan doğmaktadır. Bu ise ne Allah’ın iradesine bir halel getirmekte, ne de bizi bilimsel arayışlarımıza temel olan merak ve kuşkudan yoksunlaştırmaktadır. Tam aksine bunlar, Descartes ve Leibniz’in de vur­guladıkları üzere bize bir güvenlik ve değişmezlik duygusu kazan­dırarak, kâinatı bize karşı emin kılmaktadır. İnsan temel hayatî ihtıyaçlarını, dışındaki bu kendi bilinci ve emeğinin mahsulü olmayan sistemden sağlamakta olduğu gibi, bu sistemi yorumlayarak yeniden üretimlere dönüştürülebilecek yeteneklere dc sahiptir. İnsanî değerler sistemi kâinatla bir tür mutabakat sağlasa bile, yine de onu aşkın bir hedefe yöneliktir; belli bir seviyeden sonra kâinat insanın ayaklarının dibinde kalacak ve insan, kâinatı aşkın bir karşılık arayacaktır kendisine. Bilindiği gibi bir çok nebi, resul, peygamber, rehber, öncü, dev­rimci ve yeterince ifade edemedikleri yüce bir yaratıcıya doğru yola koyulan her mertebedeki kişinin yüreğini tutuşturan ışık, zihinlerini dolduran sesleniş, temeldeki beşeri niteliklerini sürdürmelerine rağmen, toplumu ve kâinatı hiçe sayan ve ilahi gerçekliğe doğrudan ulaşmak isteyen doyumsuz azimlerinden başka bir şey değildir.

 

Ümit Aktaş,İnsan ve İslam
Devamını Oku »

İnsan'ın Özgürlüğü İlahi Hakikatleri Yaşamasındadır

İnsan'ın Özgürlüğü İlahi Hakikatleri YaşamasındadırNe gariptir ki,insan ya kendi yaptığı nesnelere tapıyor, kendi üret­tiği değerlere veya kendi bilincinin ürünlerine, geçmişine ya da ge­lecekteki beklentilerine ya da kendisinden daha aşağı düzeyde bu­lunan yaratıklara, veya bir kadına ya da bir erkeğe. Kendi yarattığı değerlerle oyalanmak, bununla yetinmek istiyor. Oysa değerler aş­kın olduğu, ilahî hakikatin bir ışığı olduğu sürece yol gösterir ve yü­celtir insanları. Kendi yarattığımız değerler, ancak kendi zihinsel uf­kumuza aittirler. Oysa biz bu ufku aşmayı göze aldığımız sürece öz­gürleşebiliriz, kendimizi aşabiliriz.

Bir beşer olarak kalmak isteyenler ise kendilerine tevdi edilen o ağır emaneti, bilincin ve düşünmenin, kendi yazgısını tercihlerle inşa etmenin sorumluluğunu yüklenemeyerek sığınmak istiyor aslında bu kendisinden daha alt konum­da olan sorumsuz canlıların ve nesnelerin asudeliğine. Oralarda ken­disine bir sığınak, bir maske, bir put arıyor. Yukarıya tırmanmak ye­rine aşağıya düşmeyi, konformizmi tercih ediyor. Kendi amaç ve şah­siyetini, kendi değerini kavrayamıyor bir türlü, kendi hedefine yü­rümekten alıkonuyor ya da gözden yitiriyor hedefini. Soluğu kesi­liyor ve artık sürdüremediğı yürüyüşüne bir hiç için, sıradan ve de­ğersiz şeyler için ara veriyor ya da tümüyle vazgeçiyor bu yolculuk­tan, Maddî nesnelerin, zenginliklerin, eşyanın ve zevklerinin ışıltısı gözlerini kamaştırıyor,ama kendi özündeki ve ruhundaki gerçek merhamet, güzellik, çiçeklerin renkleri, günün batıcı, sabahın ilk ışıkları, ormanın uğultusu, dalgaların sesleri, ilk gençlik duyguları, aşk... Marxizm’in burjuva, kapitalizmin ise arkaik (çocuksu) duyarlılıklar olarak nitelendirdiği bu insani duygular, gerçekten de maddeci bir dünya görüşünün izah edemeyeceği bir duyarlılığın belirtileri değil mi? Tüm bunlarda Cennet ışığından bir yansıma yokmu? Ve cehennem ilahi bir yürüyüşün,insani bir duyarlılığın,yaradılışın hedef ve mahiyetinin bir inkarının sonucu değil mi ?

Ümit Aktaş-İnsan ve İslam
Devamını Oku »

İnsan Yürüdükçe Yücelecek ve Beşeriliğinden Sıyrılacak

İnsan Yürüdükçe Yücelecek ve Beşeriliğinden SıyrılacakHz.Ademe, bir anlamda kendisini anlamaya, tanımlamaya, kendisini ortaya koymaya çalışmaktadır.Çünkü sınırlarını ortaya koymadan, bir tanımlama yapamayız; dolayısıyla düşünsel-kavramsal bir faaliyet kadar, bir yurtlanma çabasına da girişemeyiz. Bir anlamda Adem’i yurtsuzlaştıran,yani cennet yurdunu yitirerek, dünya yurduna düşünen de,onun bu ‘’sınırı geçme çabası’’ değil midir?Oysa Allah ona öğretmekte,yol göstermekte ve vahyetmektedir.Göklerin ve yerin ışığı,nuru,zaten o değilmidir? Oysa antik Yunana yol gösteren Promethc, bu ışığı tanrı(lar)dan çalmıştır. Yunan uygarlı , daha temelinde, tanrılarla çatışan, bilgisini onlardan çalan ve onlara rağmen bu insan haline gelen Promedhe mitiyle başlatmıştır tarih anlayışını. Oysa Allah, insanın dostu, onun velisidir.

O nedenle Adem (a.s.) isyankâr değil, hatalıdır. Acele etmiştir çünkü.Ama imanî yürüyüşün yolları,hataların kazandırdığı deneyimlerle donatılmıştır. Yani insanoğlu eğer çatışmacı, çelişkili, hatalar ve engellerle dolu bir yola koyulmazsa, hep çocuk kalacak, büyüye memektir bir türlü. Cennet denge, uyum, sorunsuzluk, sorumsuzluk ve mutluluktur belki. Ama insanoğlu kendi çabasıyla, bilinciyle ulaşamamıştır bu dengeye. Hedeflenmiş bir denge, kazanılmış bir uyum degildir bu. Geride bırakılmış bir ülküdür belki. Fakat zaman işlemeye başlamıştır artık. Bu ülküye geri dönmek değil, onu yeniden elde etmek, haketmek gerekmektedir. Kazandan Cennet hiçbir zaman kaybedilen cennet olmayacaktır. Atılan her adım bir önceki adımın sağladığı dengeyi sarsacak ama daha bir bilinçli, daha engin ve daha insanca bir uyuma ulaştıracaktır Adem’in oğullarını.

Ne var ki bu yürüyüş tabiattaki diğer canlıların yürüyüşü gibi değildır. Çünkü insanoğlu bilinci nedeniyle yalnız kalmıştır artık bu kâinatta. Kendi geleceğinin sorumluluğunu, kâinatı ve ötesini bilmenin yükünü omuzlamıştır. Diğer yaratıklar hep kendilerine empoze edilmiş, benimsetilmiş, mecbur kılınmış bir yolu izlemekte; belirli işlevleri bilinçsizce sürdürmektedirler. Bu işlevler karmaşık ve yürüyüşlerini; buna bir yürüyüş denebilirse şayet.Çünkü  yatay bir harekettir bu, mekânsal bir hareket.Tarih izlemez bu yürüyüşü,tarihin yapıcıları değildir bu yaratıklar .Zaman kendi boyutunun derinliğini, dikeyliğini katmaz bu ufki yürüyüşe. Bitkiler, hayvanlar, cansız nesneler, hücreler, atomlar, sıvılar ve gazlar hep birbirlerini bütünler, birbirlerinin varlıklarını omuzlarlar. Yekdiğerlerine bağımlıdır hep hayatları. Bu bağımlılığın ise bilincinde değillerdir elbet; örümcek ağının, an balının, çiçekler rüzgarların. yavru anasının memesinin, dişi erkeğinin, sivrisinek kanın, tohumlar dölyatağının ya da toprağın, hava ve su hayatiyet sağladıktan o bir yığın canlının bilincinde değillerdir. Bunların tümü mekânsal ve organızma olarak birbirlerinin ötesinde, dışında, ama bir açıdan da birbirlerinin içindedirler.

Bu içindelik ya da bu  ‘birbiri için'lik’ tesadüfi doğal, zorunlu, evrimsel gibi kelimelerle izah edilmeye çalışılsa bile, dikkatli gözlemciler tüm bu izah edici kavramların kapsamlı bir derinliğe ve açıklama gücüne sahip olmadıklarını bilmektedirler. İşte insan tüm bu sorumsuzluk ve sorunsuzluğun dışına atılır, bilincinin-özgürlüğünün ağırlığını yüklenir ve yalnız kaldığı bu kâinatta yürüyüşünü sürdürmeye çalışır. Durmak onun için ölmek, bilincini yadsımak demektir. Gerçek isyan işte bu tereddi, geri dönüş isteğidir. Bu yürüyüş ise, artık mekânsallıktan sıyrılmış, derinlik kazanmış bir yücelme, Rabbine doğru sürdürülen sonsuz bir çabadır.

Şeytan işte bu yürüyüşün önüne dikilen, yanlış hedefler gösteren, oyalamaya çalışan ve yürüyüşü geriye çevirmek, en azından durdurmak isteyen(ler)dır. Tüm olumsuzlukların bir remzidir. Kâinatın ya da bilincin içine sinmiş bir geriye dönüş çağrısıdır; bilinçsizleğe ya da beşeriliğe. İnsan yürüdükçe yücelecek ve beşeriliğinden sıyrılacaktır. Ancak bu kazanç kalıtsal olarak bir sonrakine ulaştırılamayan, herkesin kendi elde etmesi gereken, kendi çabasının bir ürünüdür.

 Ümit Aktaş-İnsan ve İslam
Devamını Oku »

İslamın Tarihe Bakışı,

İslamın tarihe bakışıİslamın tarihe bakışı, insanın özgürlüğü temeline dayanır. Ademin cennetten düşüşü ya da çıkışı, prototip bir öykü olarak, bu özgürce davranışın en açık ifadesidir. Oysa Marx ve Hegel karşıt kamplarda yer alıyor gibi gözükseler de, gerçekte antik Yunana dek dayanan bir düşünsel süreklilik içinde ve bunun süreğinde, tarihi maddi ya da tinsel değişmeler sürecinde, sonuçta insanı da bu sürece koşarak yorumlarlar. Hegelin ‘Ussallık ya da Dünya Tini “ kavramı, Marxın ise ‘üretim araçlarının değişim sürecinin maddî diyalektiği iyinde, insana özgür bir dönüşüm için bir pay kalmaz. Marx’m doğum ebeliği yada Hegel’in büyük insanlar (kahramanlar) istisnaları, bu genel bakışı etkileyecek düzeyde değildir. Peygamberler vasıtasıyla (vahiy yoluyla) tarihle ilahiliği bağıntılayan İslam, elbette tarihi büsbütün yönsüz ve yöntemsiz olarak açıklamaz. ilahi aş kinliğin tasarruf ve otoritesinin kabulü ne ussallığa ne bilincin özgürleşimine rağmendır, aksine bunları güvenceler.

Kaldı ki İslam, hiçbir kurum veya kişiyi, Hegelin devlete yüklediği: ‘Devlet, Tanrının yeryüzündeki yürüyüşüdür" anlamında yüceltmez. Ümmet her şeyden önce bir bilinç toplumudur. Yani Allah ile olan bağlarını bir velavet şuuruyla oluşturan bir toplumun (ümmetin) bilinçli birliği: Bilinç birliği. Marx’ın proletaryası ya da Hegelin ‘köle efendi” diyalektiği, toplumsallığın olduğu kadar tarihin de sınıfsal bir açıklama veya kurgulama tarzıdır. Antik Yunan demokrasisi ve Roma cumhuriyetinin kuruluşları da yerliler (soylular, şehirliler) ile yabancılar (demos, pleb, halk) arasındaki sınıfsal bir çatışma ve karşılığına dayalıdır.

Oysa İbrahim,Musa, İsa veya Muhammed (Allah’ın üzerlerine olsun) tebliğ ve iknaya dayanan toplumsalın tevhidi bir anlayış ve bilinç üzerine kurulmasına dayalı bir mücadele anlayışı ortaya koymuşlar ve ümmetlerini de bu anlayış üzerinde şekillendirmişlerdir, Bu ise Hegelist yada Marxın kuramın öngördüğü organik toplumu aşan bu ıdealdir, ideal olduğu ölçüsünde ise sürekli ve tarihseldir. Çünku Hegelist (ve Marxist) diyalektiğin öngörüsünde olduğu gibi kendi sorunu kendi içinde taşımamaktadır. İslâmî ideal, tarihin sonunu toplumsal bu ütopyada, toplumun bir nihai aşamasında görmemekte, bunu kozmik bir dönüşümle aşkınlıkla bağıntılamaktadır. O halde İslâmî idealin kendini feshedeceği, kendi iç çelişkisine boyun eğeceği, kendi üzerine kapanarak tarihi durduracağı bir kıyamet öncesi nihailik hedefi bulunmamaktadır. Bu hedef kâinatın ötesindedir. Yanı tarih kadar toplumların geleceği de açık uçludur. Belli bir ütopyaya mündemiç olmadığı gibi; bu ütopya tarafından da temellük edilmiş ya da uyruklaştırılmış değildir. Dolayısıyla İslam kan ‘a, üretime, cinsiyete, toprağa bağlı bir “ırk’' değil, bir “insan" anlayışı koyar ortaya ve tarihi “insan” tarafından verilen bir mücadelenin sürekliliği ve sorumluluğu olarak görür. İslam açısından tarih ne sürekli bir evrim, ne de tekdüze süreği- den bir olaylar yığınıdır. Teknik ve bilimsel düzeydeki gelişmelere de paralel kılınamaz insanoğlunun tarihi serüveni. Çünkü bu insanın kendisinde ortaya çıkan bir değişim değildir.

Eşyada ortaya çıkan bir değişine ise ancak kapitalizme veya Marxizme göre insan için değiştirici bir etken oluşturmaktadır. İslam ise değişmenin kaynağında insani seçimleri ve bu seçimlerin bilinci ve davranışları etkilemesini gorur. Ne ki bu değişme kurumsal yada kalıtsal bir değişmezliğin kazanımı anlamına gelmez. Bu, gen dönüşsüz bir süreç değildir. Yani değişme bir kez kazanılınca artık bu doğrultuda oluşturulacak bir evrimleşme surecini başlatmayacaktır. Değişmenin eğimi her an olumsuz bir surece yönelebilecektir. Ancak insanoğlunun bu yönde göstereceği sürekli bir çabayla, değişme sureci olumlu bir çizgide tutulabılır. Kısacası İslam'ın tarih anlayışı doğrusal bir değişme ya da evrimleşme eğrisinde özetlenemez.İslama göre kâinat, bir amaca matuf olarak yaratılmıştır ve bir anlama sahiptir.. O nedenle yeryüzü ve tabiat, insanoğlunun amaçsız ve başıboş bırakıldığı bir sürgün yeri değildir. İnsanın mekânsal olduğu gibi tarihsel koordinatları da bilincini belirler; ancak insan bilinci, tabiatın sahip olmadığı bir yeteneğe sahiptir. O, kendine dayatılan koşulları aşarak özgürleşebilir. O nedenle İslam iyimser bir tarih-toplum anlayışına sahiptir. Bu tarih, belli ve nihaî bir toplumsallığa bağımlı ve bu nihailik tarafından koşullandırılmış değildir. Toplumsallık ise belli sınıfsal/ırksal dizgelere tâbi tutulmamıştı.

 

Ümit Aktaş-İnsan ve İslam
Devamını Oku »

Çağdaş İnsan,Kendi Varlıklarını Üretimsel-Tüketimsel Sisteme Dönüştürmüştür

Çağdaş İnsan,Kendi Varlıklarını Üretimsel-Tüketimsel Sisteme DönüştürmüştürÇağdaş toplumlar kendi varlıklarını neredeyse büsbütün bir iktisadi işletmelere,üretimsel-tüketimsel bir sisteme dönüştürmüşlerdir.Daha fazla tüketmeye koşullanan toplumlar dolayısıyla daha fazla üretmeye icbar edilmekte;bu döngü ise doğal ve insani kaynaklara israfına ve kitletilmesine neden olmaktadır. Tabiata karşı kazanıları her zafer insanın daha bir aşağılandığı çağdaş sınıflı toplumların varlığını yoksullarla zenginler arasındaki uçurumu derinleştirerek pekiştirmektedir. Kâinatın muhkem bir barınak olarak inşa edilmesi psıkolojisine dayalı teknolojik girişimlerin sonuçta küçük bir azınlığın mutluluğu için çoğunluğun sömürü ve yıldırılmasıına dayandığı ortadadır.

Oysa İslam, insanın olumlu oluşu ve kâinatın geçici bir uğ­rak oluşunun bilincini sağlar. Bu ise ne büsbütün bir dünyayı terki, ne de en yüksek bir hazzın sağlanması adına doğanın ve insanların ıstismarının mantığını değil, vasat bir yol izlenmesini gerektirmektedir. Kaynakların insafsızca somurüldüğü ve israf edildiği bir anlayış olarak kapitalizm, yalnızca tabiatın dengelerini bozmak ve kay­naklarını heba etmekle kalmamakta, sınıfsal ve kültürel bir ayrışma oluşturarak imanları kendi amaçları doğrultusunda araçsallaştırarak, kışkırtarak, baskı altına alarak, toplumları da ifsada sürüklemektedir. Kapitalizm üretime dayanan bir hız döngüsüdür ve bu döngüye tâ-biiyet ınsanları belli bir maddi refaha ulaştırsa da, bizzat bu döngüye kutsallaştırmaktadır. Özgürlüğün salt bir tatmin olarak anlaşıldığı kapitalizmin sınırsız tüketıcilık rüyası, gerçekte belirgin bir özgürlük kaybıyla sonuçlanmakta, insanlar bu kez üretimsel dizge tarafından araçsallaştırılarak kendisine yabancılaştırılmaktadır.

Müslümanlar tarihin anlamını kavramaya çalışırken,toplumsal sorunlar ve pratikler üzerinde de kafa yormalıdır.’’Aslolan iyiliği yaygınlaştıran,kötülüğü  ise önlemeye çalışan” bir ümmetin (bir devlet ya da bir uygarlığın değil), bu bilinci özümsemiş bir insanlığın oluş­turulmasıdır. Açlık, eşitsizlik, haksızlıklar, ırk ve cinsiyet ayrımcılı­ğı, işkence ve yıldırılar gibi sorunlar, elbette önlenmesi gereken so­runlardır. Ancak aslolan kötülüklerin yok edilmesi değil, bunun için savaşacak bir inanç toplumunun teşkil edilmesidir. Toplumsal bir da­yanak olmadığı sürece kötülüklerin üzerine yürünemez çünkü. Ta­rih, kozmosun kendi tarihi değil, insanoğlunun tarihidir ve insanın bilinçli katkılarıyla oluşur. Kurumlar ya da anıtlar onları yücelten bi­linçlerin desteği ve yaşamsal katkıları olmadığı sürece çöp yığınından farksızdırlar: Tarihsel dalgaların kıyıya attığı anlamsız cüruflar ve tor­tular. Pratik sorunlar ve devasa kurumlar bir savaşçının çoğu kez uf­kunu karartır. Muhammed (s.a.v.) ve arkadaşları tarihin üstüne yü­rürken ne binekleri, ne barınakları, ne de görkemli savaş makineleri vardı. Onlar, müşriklerin baskısı altında bunaldıktan o en umutsuz anlarında bile, Allah’a olan imanlarına dayanarak, gözlerini tarihe ve kendilerini kuşatan uygarlıkların ötesine dikmişlerdi. Dayanakları güç değil, hakikatti. Tiim tarihsel dönüşüm ve devrimler sadece inanç ve ahlâk sahibi, tarihe ve dünyaya yüksek bir zirveden bakabilen geniş ufuklu şahsiyetlerin kalpleri ve zihinleri üzerinde oluşmuştur. Hiç­bir teknolojik ve bilimsel uygarlık düzeyinin bu temel gerçekliği de­ğiştirmesi mümkün değildir. Nitekim çağımızda da, bir Gandhi veya Aliya Izzetbegoviç in mücadeleleri buna örneklik teşkil etmektedir.

Ümit Aktaş-İnsan ve İslam
Devamını Oku »

Hegel ya da Marx’in Tarih Yorumları

Hegel ya da Marx’in tarih yorumlarıHegel ya da Marx’in tarih yorumları, İslam’ın tarih anlayışının idealist ve maddeci birer uyarlamasıdır. Sağ ve sol yorumlarıdır. Belki her ikisinde de doğruluk payları ve yönleri bulunmaktadır. Ancak her ikisi de kendi açılarından ilahî aşkınlığı kâinata içselleştirerek tarihin ve insanın aşkın yönlerini tırpanlamalardır. Dolayısıyla her iki tarih anlayışı; yani idealizm ve materyalizm, tarihi mevcut kâinat şartlarına adapte ederek okumaktadır. Bu anlayışlar kâinatın varlığını olduğu gibi insanoğlunun dünyadaki oluşumunu da ne izah etmekte ne de sorgulamaktadırlar. Sadece verili durum üzerinden ve bu durumun sınırlılıkları içerisinde bir anlatma çabası içerisindedirler; ve, aslında doğru ve bilimsel tutumun da bu olduğuna inanmaktadırlar. Ama bu sınırlılık insanı tatmin etmemekte, kalbini yatıştırmamakta ve ona bu kâinatta niçin yaşadığının ve hayatının anlamının cevabını vermemektedir. Zira insanın bilinç sahibi bir varlık oluşu doğal etmenlerle izah edilebilecek bir inkişaf değildir. Her iki tarih anlayışı da tarihin amaçlı oluşunu benimsemektedir. Kıyamet, kâinatın evrensel bir dönüşüm ânıdır. Ancak Marxist ütopya kâinatın değil toplumun nihaî dönüşümünü, Hegel ise bilincin dolaysız mutlaklığa ulaşımını bir amaç olarak ortaya koymaktadır.Bu ise İslam'ın cennet tanımının dünyevileştirildiği bir nihai aşamadır.


Her iki anlayış da tüm nihaîliği tarihsel bir evrimin sonuçlarına bağlamaktadır. Hegel’in evrimciliği tinsel, Marx’ınki ise toplumsal (iktisadı) koşulların, diyalektik bir süreç içerisinde bu nihaî aşamaya evrilmesiyle gerçekleşir. Dolayısıyla her iki tarih anlayışı da ön- görülü, ereksel ve evrimseldir.


Ümit Aktaş-İnsan ve İslam

Devamını Oku »

İnsan Olmak Müslümanlıkla Başlar

İnsanın aklı onu Kur’ân-ı Kerim ’in emir ve nehiylerine uymaya götürdüğü için işe yarar. Batı medeniyetini kuran akil tam tersine insanı hem bilhassa Kur’ân’dan ve hem de İlâhî kaynaklı bütün bulgu ve bilgilerden uzaklaştıran,insana Allah karşısında bir serbesti sağlamaya çabalayan akıldır. İnsanın kulluğu müslim olmakla başlar, hatta insan olmak bir bakıma Müslüman olmakla eş anlama bile gelebilir. Modern insanlar olarak bizler böyle sözlerden fazla anlam çıkartamıyoruz. Müslüman olduk, şimdi Allah'a kulluğumuzu nasıl yerine getireceğiz diye soruyoruz. Karışık ve karanlık bir çağda yaşıyor olmamız bize böyle sorular sorduruyor. Bu sorulara cevap bulmak da çağın karanlığını dağıtmanın bir yolu.

Müslümanın kulluğu cansız maddenin kulluğu gibi başlar. Aklımız bizi Kelimetullah’ın kurtuluş olduğu gerçeğini kavrama noktasına getirmiştir. Şimdi harekedmiz tamamen Kur’ân ve Sünnet çerçevesinde kalacaktır. Sanki biz “cemâd” imişiz gibi Kur’ân ve Sünnet’in bize hangi faaliyetleri uygun gördüğünü anlar ve uygun görülenin dışında ihtiyaç sahibi olma hevesine kapılmayız. Eğer bunu başarabilirsek kulluğumuz bir üst seviyeye yükselir. O zaman “nebât” gibi kökümüz Kur’ân-ı Kerîm’de olmak üzere hareket edebiliriz. Yani doğar, büyür, çoğalır ve Müslümanca ölürüz.

Kaynak:

İsmet Özel-Taşları Yemek Yasak
Devamını Oku »

İnsan Kulluğu Reddederse Tabiatın Bir Parçası Olarak Kalır

İnsan hayatı dediğimiz süreç hem mekanik, hem de organik vakaların bir muhassalası olarak devam eder. Ama iş burada bitmez, bitmiş olsaydı insana küçük âlem demezlerdi, mekanik ve organik yaşama biçimleri içinde insan yalnızca âlem-i kebîrin bir parçası, makrokozmos’un bir kesiti olabilirdi ancak. Ama insanın mekanik ve organik hayatinin ötesinde bir de şahsî hayatı vardır. İnsana küçük âlem olma özelliği veren işte onun şahsı itibariyle yani kasıtlı seçmeleri, iradî kararlan itibariyle kâinattaki yerini kabul edişidir.

Tıpkı bütün kâinatın Allah’ın emirlerine isteyerek uyduğu gibi insan da kendisi için indirilmiş şeriata bile isteye uyarsa âlem-i sagîr’dir, küçük âlem’dir, mikro kozmos’tur: Müslim olmak, teslim olmak kâinat gibi olmaktır. “Sonra göğe ki o bir buhar halinde idi doğruldu da ona ve arza ikiniz de isteyerek veya istemeyerek gelin buyurdu. Onlar da ‘isteye isteye geldik' dediler.” (Fussilet, 11) İnsan kul olmayı reddederse, yani Allah’tan başkasına kulluğu tercih ederse tabiatın sadece bir parçası olarak kalır. Bu haliyle de Allah’ın emirlerine uymak mecburiyetiyle yüzyüzedir. Lâkin ona artık küçük âlem demezler, zira o artık bir şahıs olma gücünü, bünyesinde yaratılmış olan her varlığın kulluk gücünü barındırdığı gerçeğini inkâr etmiş veya unutmuştur.

..Modern insanların anlamakta zorluk çektikleri husus insanın nasıl olup da tabiatın bir parçası olduğu halde tabiat içinde bir bütün olabileceği hususudur. Modern insanlar kendilerini bilen “özne’ kendi dışlarında, karşılarında olan her şeyi de bilinen “nesne” saymakla kendilerinin bir âlem olduğu fikrini reddetmiş oluyorlar. Bilmiyorlar ki kendilerinin “bilen” tarafı da ‘bilinen” özellikte yaratılmıştır. Benim beynim (eğer onunla düşünüyorsam) inorganik maddelerin, bitkilerin hayvanların tâbi olduğu kanunlara tâbidir. Eğer bilmek için kullandığım araç bilinmeye muhtaçsa bildiğimi nereden bilebilirim? Öyleyse ne yapacağım? Ben de bütün kâinat kainatın deveranına biterek ve isteyerek katılacağım. O zaman ben de bir kâinat olduğumu anlayabilirim. Çünkü ben de dağlar gibi, ormanlar gibi, denizler gibi, bütün hayvanlar gibi benim için çizilmiş olan yolda olduğumu, bana tanınmış sınırlar içinde bulunduğumu ‘bilerek yaşar bilerek ölürüm " o. Ama kâfirler parçanın bütünü yönetebilceğini iddia edebiliyorlar. Tabiatın bir parçası olan Ademoğlunun tabiata yön verebileceğini zannediyolar. Bu zan içinde insana mahsus mekân ve zaman tahrip ediliyor.

Kaynak:

İsmet Özel-Taşları Yemek Yasak

 
Devamını Oku »

İman İle Küfr

Modern yaşama biçimi küfr ile iman arasına çizgi çekmeyi bilen hiçbir Müslümanı yozlaştıramaz. Yozlaşanlar modern yaşama biçimiyle karşılaşmadan önce de böyle bir çizgiyi hayatlarında önemli saymamış olanlardır. Bazı değerleri korumak insanların ihtimamını ister, bazı değerler ise insana ihtimam gösterirler.

Birincisini insanlar korur,

İkinciler insanı korur.

Kaynak:

İsmet Özel-Taşları Yemek Yasak
Devamını Oku »

Vahy İnsana Nasıl İnsan Olabileceğinin Şuurunu Verir

İnsanın hayattaki anlamını bilebilmesi hayatın anlamını kavrayabilmesi için, beynini kâinatın eksenine bağlanabilmek İçin kullanmak kaçınılmazdır. Yerin, göğün, ormanların, denizlerin, hayvanların, insanların deveranını insana bildiren bilgiyi edinmek, bu bilgiye göre hayatını tanzim etmekle insan hayatın anlamına vâkıf olabilir. Yani, Allah’ın insana bildirdiğinden, Vahy’den başka bir şeyi bahis konusu etmiyoruz. Vahy insana nasıl insan olabileceğinin, kulluğunun şuurunu verir. İnsan beynini ve ellerini kullanarak yani bir “kültür” yaratarak diğer canlılar gibi yaşayabilir, ama insan gibi yaşamak ancak Kur’ân-ı Kerîm’in insan için çizdiği sınırlar içinde mümkün olabilir, insan her şey yapabilir ama ne yapıp yapmayacağı helâl ve haram sınırlan içinde anlaşılabilir.

Eğer Kur’ân ve Sünnet bize verilmemiş olsaydı ne yapıp ne yapmayacağımızı bilemeyecek dolayısıyla yaşadığımız hayata bir anlam veremeyecektik.

İnsan aklıyla yaşar. Aklımız bizi Kur’ân ve Sünnet’e bağlı hayatın yegâne verimli, sıhhatli, doğru hayat olduğuna götürüyorsa hayatın anlamını bulabiliriz. Ama aklımız neyin iyi neyin kötü olduğunu tesbit eden kanunların kaynağı haline gelmişse hayatta bir anlam bulamayız. Cansız madde Allah’ın hükmüyle vardır, bitki Allah’ın hükmünü topraktan öğrenir; hayvan vakti bilmekle Allah’ın hükmünü bilmiş olur; insan ise Allah’ın hükmünü Kur’ân ve Sünnet’ten öğrenir. Allah’ın hükmünü bilmeyen hayatin anlamını bilemez. Bu imkâna ise sadece Müslümanlar sahiptir.

Kaynak:

İsmet Özel-Taşları Yemek Yasak

 
Devamını Oku »