Yavuz Sultan Selim’in İlme ve Âlime Hörmeti

Büyük atamız Yavuz Sultan Selim’in ilme ve âlime hörmetini ifade eden pek meşhur bir hâdiseyi de anlatmak istiyorum. Yavuz Mısır’ı aldıktan sonra bu ülkenin idaresini bir Kölemene teslim ederek İstanbul’a dönüyordu. Ordu, Adana civarında yürür ken, Padişah kendisinin sol tarafında at üstünde giden, Sinan Paşanın Mısır’da düşman tarafından katledilmesiyle tâyin ettiği yeni sadrazam Yunus Paşaya dönerek, “Ne dersin Yunus, Mısır ı da aldık,” diye söz açar. Bunu firsat bilen yeni sadrazam, “Evet Padişahım, Mısır’ı aldık ama eğer Firavunlar ülkesini bir Kölemen’e bağışlayacağınızı bilseydik kullarınız ardınız sıra gelmezdik” diye cevaplandırır.

Bu sözün altında belki de devleti sarsabilecek gizli bir fitne kazanının kaynadığını sezen hikmet sahibi hüküm­dar kılıcını çeker ve bir vuruşta sadrazamın kellesini düşürür. Yine de hırsını alamaz ve atını mahmuzlar. Padişahın sağ yanında at süren kazasker İbn-i Kemâl heyecan içindedir ve geride kalmıştır. Padişah ona dönerek yanına gelmesini işaret eder. Maalesef İbn’i Kemâl’in atı, Padişah’ın yanına vardığı anda yerdeki iri çamur yığı­nına basarak çamuru padişahın üzerine sıçratır ve kaftanını baştan aşağı çamura bulaştırır. Bu hareket üzerine korkudan titremeye başlayan kazaskerin hayret bakışları önünde Padişah atından iner, kaftanını çıkarır ve kaftancıbaşıyı çağırarak ona teslim ederken şu sözleri söyler: "Alınız bunu, tabutuma örtünüz. Zira ulemânın atı­nın ayağından sıçrayan çamur dahi bizim için şereftir.” Nesiller için bir ilim müzesi olacak o kaftan hâlâ onun tabutunu örtüyor. Lâkin ibret alacak ziyaretçiler yok, onlar ölmüştür.

Nurettin Topçu, İslam ve İnsan
Devamını Oku »

Din Görevlisi Kimdir?

Din görevlisi ahlakı ile örnek olan kimsedir. Onun en başta görevi, insanların sefaletlerinin yanında yaşamak, ister vücutta ister ruhta gözüksün, lakin her halde ruhu sefalete sürükleyecek olan acıların yıktığı varlıklara uzanıp onları yerden kaldırmaktır. Din görevlisi ruhların kurtarıcısı, ahlak yaramızın doktorudur. Kin ile kibirden temizlenmiş, menfaatlerden sıyrılmış, nefsini unutmuş, kalbi ve kafasıyla Allah'ın bütün kullarının imdadına koşmak isteyen, dünya gözüyle gönülsüz, Allah gözünde kahraman hizmet eridir.

Ayin, terennüm, teganni, temcit onun işi değildir. Böyle bayağı hareketler, ruhları selamete kavuşturma mesuliyetini omuzlarına yüklenen, ruhlarımızın sahibi olan insanların işi olmaktan uzak kalırlar.İslamın aslında ruhban sınıfı olmadığı gibi işi gücü merasim ve teganni olan din adamları sınıfı da yoktur.Bunlar sonraki saltanat devirlerinin uydurmalarıdır.İmam,öüezzin,müftü ancak bu görevleriyle kendilerini din adamı zannetmesinler.Esasen bunların ilahi görev organları olarak tanımadıkları da son yıllardaki Diyanet projelerinde hep kendilerine yüksek maaş bağlaması davası üzerinde durulmasından anlaşılıyodu. Halkın böyle bir parazit sınıfından hoşlandığı kabul ediliyordu Halbuki bunların varlığının hiç olduğu meydandadır Onların görmede olduğu işleri yapmakla beraber, gerçek mânasıyla din görevlerini benimseyecek bir sınıf insanın yetiştirilmesine ve hayat sahnesine çıkarılmasına bugün her zamandan ziyade muhtaç durumdayız. Çünkü maddeyi putlaştıranlarm taşkınlığı ile madde putlarının fezalara yükselen heybeti, İlâhî dâvayı boğmak azmindedir. Çün­kü bedenlerden ve yünlerden silinen haya duygusu, şimdiden bir efsane olmak üzeredir, artık sefillerin feryadı ruhlarda bir iz bile bırakmıyor.

Böylesine duygusuz bir insanlığı kurtaracak olanlar, tehditçilerle terennümcüler değildir, Baba, Almanya'dan kaçırdı­ğı arabanın direksiyon zevklerine bağlanmış yaşarken, oğlu spor sirklerinde sarhoş dolaşan, tüccarı vurguncu, kontrol organları hırsız ve rüşvetçilerle dolu bir cemiyet teşkilâtı içinde helâl rızkını , kazanma sevgisi bir efsane, bir serap olmuşken, radyoda Kur’an okutulmasını dindarlık diye karşılayan; şehirler ve kasabalar, hattâ köylerın esiğine kadar henüz aşk ve iman çağında serseri, mücrim ve şaki olanlarla dolduğu bir devirde dolandırıcı tüccarları ile saf kalplı fukarası Hac yolunda günah çıkarmaya koşan; hoca talebesinden çekinirken delikanlı, talebe birliklerinde devletten saptıkları bol tahsisatı paylaşma yarışında yuvarlanan; gençliğe örnek olması lâzım gelen profesörleri fahiş fıatlarla kitap ihtikârı yapmaktan utanmayan, kürsüsü para, öğretimi para, gazetesi para, iktidarı para, seçimi para kuvvetiyle kazanılan bir cemaatın içinde telaffuz, terennüm ve taganni ile, efsanecilikle ve cansız öğütlerle yapılacak din görevi yoktur. Bugün bunlarla yapılacak hiçbir şey yoktur. Gerçekte din, asrın günden güne artırdığı bunca sefaletle­re karşı koyacak en kuvvetli silâhtır. Ancak bu silâhı kullanmasını bilenler din görevlisi olabileceklerdir. İslâm'ın bugünkü yetim ve elemli manzarası, böyle bir din adamları zümresinin yetişmemiş olmasındandır. Bu sebepten İslâm dünyası gerçekten sahipsiz bulunuyor. Din adına Hac yolunda bile soyulanlar, âdeta beyinlere kaynar yağ dökerek, mesuliyet duygusundan sıyrılmış, bilgisiz ve iradesiz bir sömürücü zümrenin, cemaatın başını çekip karanlık­lara sürüklediğini fark etmiyorlar.

Din adamı kalabalıktan değil, Allah'tan kuvvet alacaktır. Onun büyük Yalnız a iştirak vasıtası kendi ferdî ruhudur. Ruhu­nu köprü olarak kullanmakla Allah'ına ulaşacak ve cemaatı da bu yoldan geçirip Allaha ulaştıracaktır. Bunun için kendi ruhunun ıslahına, ihyasına çalışması lâzımdır. Ticarethaneyi, fabrikayı ve cemaatın başları üstünde sürülen saltanatı bıraksın. Yalnızlığı ile Allah'ın saltanatına sığınsın.

Nurettin Topçu, İslam ve İnsan
Devamını Oku »

İslâm Dünyasının Hali ve Bir Müşteşrikin Yorumu

MÜSLÜMANLIK

Her dinin esasında İlâhî iradeye iştirak ve ona teslim oluş var­dır. Bu halin gerçek gayesi, ruhun yükseltilmesidir. Buna ahlâklılık denir. Bütün dinler, insanların ahlâkını yükseltmeye çalışmışlardır. Ahlâkta ise pekçok dereceler ve sonsuz basamaklar vardır. Hayır­ların sayısı sayılmıyacak kadar çok ve üst basamakları alçaklardan bakanlara görülemiyecek kadar yüseklerdedir. En alt basamaklar, başkalarına zarar vermemekten, karıncayı bile incitmemekten başlar; en yukarılarda onun Allah iradesiyle kucaklaştığı görülür. Yine her dinin kendine özel ayrı bir ahlâkı vardır. Ancak bir ahlâk sisteminin dine bağlanabilmesi için zorunlu olan esaslar bulun­maktadır. Yani her din ahlâkında bulunması şart olan esaslar vardır ki onlarsız her hangi bir ahlâk sistemi dinî sayılamaz. Bu esaslar, ilâhîlik temeline dayanan menfaatsizlik, sonsuzluğa uzanma, aşk ve samimiliktir.

Menfenfaatlar, hırslarımızın zehirli yemişleridir. Herbiri ayakları­mıza vurulan birer zincirdir. Onlarla Allah'a gidilemez. İnsan için gerçek esirlik her taraftan gelen, her çeşit menfaatlara bağlanmak­tır. Hangi endişe ile ve hangi yüksek gayenin hayaliyle bezenmiş olursa olsun, menfaatla dostluk kuran, gece gündüz ibadet de yap­sa, Allah a dost olamaz. Bunda dini yükseltme veya cemaatı kur­tarma gayesini kalkan olarak kullananlar en büyük riyakârlardır; onlar en büyük günahkârlardır.

Sonsuzluğa uzanmıyan hareket de Allah'a götüremez. Sonu  olan hareketler ve tatminlerle tükenen istekler dünya hayatımı zın düzenini sağlayıcı olurlar; lâkin onlar mukadderatımızı gerçek gayesine ulaştırıcı değildirler. İstek bir tatminle giderilir. Sonsuz servet, sonsuz devlet, sonsuz şöhret Allah’a yolculukta bir karınca adımı kadar bile ilerletmiyor. Hattâ sonsuz ilim, sonsuz sanat bile, İlâhî eşikten atlamasını bilmiyenlerin sırtında kâbus gibi bir ağır­lıktır. Gerçek sonsuza varmak için, servetsiz, devletsiz, şöhretsiz, teknik hırsından kurtulamıyan ilimsiz, sanatsız sonsuzu istemek lâzım geliyor. Ancak bu mutlak sonsuzun isteğinde ilâhı iradeyle kucaklaşmak kabildir.

Sonu olan varlıklara ve tatmin ile nihayetlenen hareketlere bağlanırken Allah'tan ayrılıyor ve din dünyasının dışına çıkmış oluyoruz. Dünyadaki münasebetlerimizi düzenlerken varlıkların ve olayların gözüne bakıp onlardan işaret beklemek bizi Allah'tan ayırır. Dindar gibi davranmak, bu esnada ayağı toprağın üstünde iken gözlerini Allah’a kaldırıp Ondan ilham ve işaret istemek­tir. Eşyanın en hesaplı işaretini alan kurnaz hayat diplomadan, mahir muvaffakiyet simsarları, din adamı ve din büyüğü kisvesi altında da olsalar, Allahsız hareket adamlarıdır. Halk çoğunlu­ğunun kendine örnek edinmeye çalıştığı hayat müsabakasının bu mahir yarışçıları, ruhlarımıza musallat olarak onu kemiren kurtlardır.

Hıristiyanlıkla ruh dünyasının güneşi gibi parlayan ve Islâm’­da kemâline ulaşan aşk ise bize Allah’ı tanıtan yetidir. Allah’ı, peygamberliği onsuz anlamak, dinin hakikatlarına onsuz varmak kabil olmadığı gibi, aşk olmadan insan gibi yaşamak da boş bir iddiadır. Dinde kaideler ve ahkâm, aşkın kaynağından fışkırmış olduğu halde, aşkı anlamadan doğrudan doğruya kaidelere bağ­lanmak taassup denilen körlüğe götürür, Allah’la dostluk bırak- maz. Bu tarzda kaideciiik ilerledikçe gaflet sebebiyle Allahsız daha berbat bir hoyratlığa ulaşılır. Mevlâ-na ‘’Aklı sat da aşkı satın al' diye Allah a götüren kılavuzu tavsiye etti. Kendi halini anlatırken o, “Aşk sözünü duyar duymaz canımı üa, gönlümü de, gözümü de onun yoluna koydum demiyor muy­du? Çıplak akılla ve bütün ömürleri boyunca kafalarına yerleştiri­len kalıplarla düşünenler, ilâhi denemeden hiçbir şey anlıyamazlar, ve ruhlarında Allah tecrübesini bir an bile yapamazlar. Sadece kafalarındaki klişe plâkları çalar dururlar ve gölgelere kumanda ederler.

Samimilik, dindarlıktan hiçbir zaman ayrılmaz. İnsan, sami­miliği kaybettiği anda Allah’tan uzaktadır. Samimilik, kendi ruhu­nun derindeki yaşayışını hareketleriyle ve bütün iradesiyle takip etmek, başka deyimle kalbinin yolunda yürümek demektir. Kalbin emirlerine uymasını bilmektir. Sahtekâr aklın ve menfaatların galebesi onu ortadan kaldırır.

Hayat hazlarına ve muvaffakiyet cilvelerine haris olanlar, sami­milikten, kendi kendilerine oldukları gibi görünmekten ve kendi içsel iradeleriyle dostluktan korkarlar. Onlar, kendi vicdanlarından kaçıp uzaklaşmak isterken dönüp dönüp; ona kurşun atmaktan hoşlanan, kendi samimiyetlerinin katili zayıf ruhlardır. Samimi­yetsizlik kalbe karşı gelmektir. Kendi kalplerine karşı koyarken ya hırslarıyle zaaflarından, veya başkalarının telkininden veyahut da ilimleriyle otoritelerinden ferman alan gafiller, dinin ülkesine ayak bile basamayan bedbahtlardır. Blondel diyor ki: “Her günah affedi­lir, yalnız nefsine karşı samimiyetsizlik günahı affolunmaz"

Bu esaslar, aslını kaybetmemiş olan her dinde bulunuyor, özellikle Islâm ve Hıristiyanlık gibi büyük dinlerde müminin ruh yaşayışı bu dört esasın üstünde yükselmektedir. Dinin dairesi bunların içerisinde bulunuyor. Nefsinden sıyrılmak ve sonsuzluğa yönelmek, kendi kendisinin ıstırabından ayrılmıyan aşk ve hakikatların yanıltmaz kılavuzu olan samimilik, dindarlığımızın şartla­rıdır. İslâm dini, bu temellerin üstünde kurulan İlâhî âbide olduğu adını alanların ve özellikle kendilerine din adamı denilenlerin bu esaslardan uzaklaştıklarını görüyoruz.

Bunlar, hep dünya tarlasına gömülü emellerle hırsların yüzünü boyayarak İslâm'ın ruhuna yerleştirmeye çalışırlarken farkında olmadan büyük teknik yarışında koşan asrımızın canavar hırsla­rının müdafaasını yapmaktadırlar. Hem böylelikle yabancılar ve inanmayanlar tarafından beğenildiklerini düşünerek bu aşağılık duygusundan kuvvet alıyorlar. Asrımızda İslâm idealizminin yeni­den hayat kazanması bunlardan beklenemez. İslâm! diye ellerine geçen unsurları övmekten başka sermayeleri olmayan bu nesil, kendinden evvelkilerin medhiyyesini yapmaktan fazla bir ruhî güce sahip değildir.

İslâm dünyasının acıklı halini neşterliyen Ludwig V. Mises’in şu satırları ibretle okunmaya değer:

‘Müslümanlık bugün müminlerine, namaz kılmak, oruç tutmak, gibi bir takım hareket kaideleri veren ölü dinlerdendir. Bundan daha öteye gitmiyor, ruhlara hiçbir gıda vermiyor, sanki ruhunu kaybetmiş gibidir. Yalnız bir takım hukuk ve hareket kaideleri sunmaktadır. Müminleri, içerisinde pek zor teneffüs edilen geleneksel bir hayatın örfleriyle kaidelerinden örülmüş bir ağın içerisine hapsetmiştir. Onların içsel dileklerine hiçbir doyum getirmiyor.

Ruhu eziyor;onu ne yükseltiyor,ne de kurtarıyor. Yüzyıllardan beri İslam dünyasında dini hareket görülmüyor. İslam hala Arap istilaları devrinde olduğu gibidir. Neşriyat ve tedrisatları hep aynı şeyledir; bunlar, din adamlarının ,daireninin dışını aydınlatmamaktadır. "Büyük ruhlar yetişmiyor, Müslümanları birbirlerine bağlayan yegâne bağ, başka dinden olanlara karşı düşmanlıklarıdır. Gelenekleri ile muhafazakârlıklarıdır, Onlar, yabancılar hakkında taşıdıkları kinle yaşamaktadırlar. İslâm dünyasında meydana çıkan mezhepler ve gün ışığına çıkarılan bütün hareketler, hep yabancılar hakkında yaşattıkları kinin eseridir,»

Bu sözleri hepimizin şahit olduğu bir gerçek olarak kabul ettikten sonra, bu cemaatı sürükleyen zümrede aşka yer ayırmak kabil olur mu? Sakın onlar yanılıp da dâvalarının muvaffakiyeti diye benliklerine bağlı taassuplarının zaferinden doğan sevinci aşk ile karıştırmasınlar. Onları zıplatan, Sezar’ın kılıcı ile Enver Paşa'nın kadehini şakırdatan kaba bir şahlanmadır.

Aşk hiçbir zaman büyük kalabalığın hayranlığı ile kuşatılma­nı ıştır. O bilakis ıztırabın dostudur.

 

Nurettin Topçu - İslam ve İnsan
Devamını Oku »

Doğru Kitap Okuma

Okunan kitap, bir ambara doldurulan eşya gibi hafızamıza bilgiler aktarıcı olmamalı, şuur yetilerimizi bir bileyi taşı gibi bileyici olmalıdır. Bir yığın ve ya bir kitle değil de bir kuvvet ve içsel bir hareket cihazı olmalıdır. Okumadan önce eser seçmenin büyük önemi bilinmelidir. En çok kitap okuyan değil, okuduğu kitaptan görüşler çıkaran ve onu, bir tarlayı derince kazıp didik didik eden alet gibi işleyen kafanın çalışması değerlidir. Her çıkan kitabı okuduğunu söyleyen kimse, bir tehlikenin ve beklide bir uçurumun başına doğru yürüdüğünü unutmasın. Büyük düşünürler sonunda, birkaç kitabın, bir yazarın eserlerini, hatta yalnız bir tek kitabın ihtiraslı hayranı olarak yıllarını onun etrafında geçirirler ve o zirveden dehalarının eserini fışkırtırlar. Hafız; Kuranı üç günde bir hatmededursun, ömrünün sonuna kadar içini tükenmeyen, yüzyıllarca bile tükenmeyeceğini can gözüyle gören, Büyük Kitabı anlamıştır. Kuranı gerçekten okuyan işte odur.

Nurettin Topçu
Devamını Oku »

Hayatta Değişmeyen Tek Şey Değişimin Kendisidir Sözü En Aptal­ca Sözlerdendir

zaman-mefhumu

Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir, sözünü söyleyen o muhteşem şa­hıs bu sözüyle medeniyetin tanımını yapmıştır. Çünkü aç bir komşu huzursuzluk kaynağıdır. Her an saldırmaya, sendekini almaya hazırdır. Hakkıdır da. Açlık hiçbir ahlaki kural, dini ve kanuni müeyyide, vicdani sorumluluk dinlemez. O tok yatak böyle bir durumda mutluluk, huzur vermez. Güven duygusu esastır. Kendini güvende hissetmeyen insan, hayvan, ağaç tedirgindir, korkaktır. Bin dört yüz yıl önce okuması yazması olmayan bir adam, çölün, kuraklığın ortasın­da tüm dünyaya medeniyetin, uygarlığın, insanlığın, kardeşliğin ne olduğunu bu tek cümleyle özetlemiştir. Hatta tek sözcükle: Paylaşmak.

Hayatta değişmeyen tek şey değişimin kendisidir sözü, kabul görmüş en aptal­ca sözlerdendir. Değiştirmek, değiştirmeye çalışmak, başkalarını kendine benzet­me uğraşıdır. Değişimi özetleyecek tek sözcük vardır, o da egoizmdir, hodbinlik­tir. Yani kendini beğenmişlik. Kendini mükemmel görüp dünyanın, mutlak doğ­runun merkezine yerleştirmiş bireyler diğer bireyleri, uluslar diğer ulusları, fikir­ler diğer fikirleri kendisine benzetmeye çalışır. Değişimde “diğer” ilkeldir, kötü­dür, mide bulandırıcıdır. Ben, moderndir, demokrattır. Kendini aydın sananlar ca­hil olarak niteledikleri sıradan halkı, köylüyü küçümser. Onları değiştirmeye çalışır. Halkın, köylüsüne aydını ukala, kendini beğenmiş bulup kendisine benzetmek gibi bir gayesi yoktur oysa. Teknolojinin sahipleri ise yaşam poetikalarını fakir,sömürülen halklara yedirmeye çalışırlar. Yani anne, diğer annenin çocuğunun mutluluğunu düşünmek yerine, o çocuğu kendi çocuğuna benzetmeye çalışır.

Onun kıvırcık saçı, siyah teni küçümsenmeye layıktır. Dişlerindeki o muhteşem tapılası beyazlığı görmez, yüceltmez. Oysa tabiatın, Allah'ın bir dengesi vardır. Nefes alan, almayan her bir varlığın kendince eksik ya da üstün tarafları vardır. Değişim sözcüğü inanca, ahlaka, medeniyete ihanet etmiştir. Hırsızlık bir olgudur ve tüm dinlerde, en ilkelinden en uygarına suçtur, günahtır. Cezaevlerinde bile bir zamanlar hırsızlar diğer mahkûmlardan kötü muameleler görürdü. İçeri­ğinde birtakım değişimlerin olması mekâna, şartlara göre muhtemeldir. Kıtlık yıllarında, uzun savaş dönemlerinde ekmek çalan kişinin elinin kesilmesi fetva­sını veren bir kadının, bu kararındaki haklı gerekçeleri, ekmeğin bol olduğu bir zamanda yetişmiş bugünün insanına anlatamazsınız. Bugün uranyum en değerli maden. Değil çalmak taşıması bile suç. Beş yüz yıl önce hangi koşulda olursanız olun uranyum madenini çalmak herhangi bir ahlaki ya da kanuni müeyyideyi ge­rektirmezdi. Yüzyıl öncesinin insanına bir tür hırsızlık olan korsan olgusunu an­latamazsınız.

Fakat içeriğindeki birtakım farklılıklara rağmen hırsızlık hala hır­sızlıktır. Netice olarak, içeriğindeki tüm bu farklılaşmaya rağmen birtakım olgu­ları değiştirmek nasıl mümkün değilse, hayatta değişmeyen tek şey değişimin kendisidir sözünün de zırvanın teki olduğunun açık bir kanıtıdır.

Sosyalist kuramların temelinde tez-antitez çatışması yatar. Cahil gördüğü hal­kı değiştirmeye çalışan aydınların, gün gelip aynı değişim rüzgârına o halkın da kaptlabileceği ihtimalini göz önünde bulundurmalıdırlar. Fransız İhtilali tekse bu, ihtilallerin de tek olacağı anlamına gelmez. Aynı şekilde kendisini medeniyetin beşiği, demokrasinin savunucusu sanan, ikinci ve üçüncü dünyayı kendisi­ne benzetmeye, değiştirmeye, yaşam poetikasını onlara yedirmeye çalışan tekno­loji devlerinin şunu iyi bilmesi gerekir. Gün gelir karşınızdaki de sizi kendisine benzetmeye çalışır. O açtır, mutsuzdur, tedirgindir, korku doludur.

Kaynak:

Hece Dergisi-Batı Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »

Bilmek ve Düşünmek

Zamanımızın insanı, asrın dimağı ve duyguları şiddetle sarsan olaylar fırtınası içinde, sürekli kasırga altında bir türlü yeşeremeyen ağaçlar gibi sanki düşünmekten korkuyor, olayların kalıplaşmış bilgisine kolayca teslim oluyor. Aynı zamanda olayların ağır yükü altında bunalan şuurlara saldıran dış tesirler de düşüncenin yolunu tıkamaktadırlar. Kanunların yolluğu gibi çokluğunun da hak ve hürriyetlerimizin korunmasını tehlikeye sokabileceği kitap yokluğu kadar yayınlanan kitapların çokluğu da şuurların hür işleyişini köstekleyicidir.

Günümüzün meselelerini karşılayan çözüm yollarının çokluğu zihinleri tembelleştirip cesaretsiz yapıyor. Bu günkü bol gazete ve aşırı reklâmlarla yan yana yürüyen kontrolsuz neşriyat, genç beyinleri şaşırtıyor, yoruyor ve kendi kalıpları içinde kolayca dondurabiliyor. Bütün bu tazyiklerin altında zihni bunalan bir nesle yaranmakla şöhret yapan sahtekârlar, Sultan Abdülhamit in örnek hükümdar olduğuna. Yakın tarihin bunca belgelerine rağmen, halkı inandırabiliyorlar. İnsanlığımızın bin yıllık tecrübelerinden sonra. Anadolunun milli vatan olmadığını, milli vatanın Ortaasyada olduğunu söyleyen deliler, akıl hastalarının bol bulunduğu bir şehirde hala serbest dolaşıyorlar. En çok yüksek mühendis yetiştiren bu günkü maarifin zirvesi mühendislik tekniğinde sanki sembolleşen bir millet, şehirlerinde kümes aralarında dolaşanlar gibi yaşayabiliyor. Bu yolda sıralanacak örneklerin hepsi, her alanda bilgi toplayan, ancak düşünmekten kaçan berbat bir gelişmeyi ortaya koyucudur.

Nurettin Topçu, Var Olmak
Devamını Oku »

Bir Milletin Kendi Tarihini İnkar Etmesi

İnsanlığın iradesi ızdırabın eseridir, dedik. Izdırap bizi kâinatta ufak bir parça olmaktan çıkararak kâinatın bütünü haline koyuyor: Buna aşk diyoruz. Izdırabımız aşkın eseri değil, aşk sonsuz ızdırabımızın çocuğudur; onun kendine bir mevzu bulmasıdır; varlıklardan birine bağlanarak kendindeki aşkın denize bir sükûn, muvakkat bir istirahat aramasıdır. Filozof Paliard’ın dediği gibi,“zenginliğin ve şöhretin âşıkları vardır, ilmin aşıkları, güzelliğin aşıkları vardır, bir de aşkın aşıkları vardır. Ve hepsinde gördüğümüz, onları pençesinde tutan mütehakim hayallerinden başka her şeye karşı bir kayıtsızlık, bir anlayışsızlık, bir asabiyet”. Aşk içinde ızdırabımızın bağlandığı varlıklar birer birer kutsallık kazanırlar. İradesi,. ızdırabı olmayan insanın gözünde birer tahlil ile hiçe indirilebilen varlıklar aşk içinde mukaddesâda yol olurlar ve kalbimizi, çırpınarak secdeye vardığı büyük huzura çıkarırlar. Fikir ve zekânın metodları ile, ilim yoluyla aklın kabul etmediği nice mukaddesat aşk yolunda kalb için kâbe oldular. Aşkın ifadesi olan secde, sığınmak demektir ve aşk insanın bütün irade kuvvetleriyle kendinden başkasına sığınmasıdır. Aşkımızın bir sonu, bir bittiği merhale bulunmadığı için onu arayan ızdırabımız da nihayetsizdir. En büyük ilme ulaşamamanın, en azametli varlığa sahip olamamanın ızdırabını çekiyoruz. Daha çok sevmeyişimizin, hatta dilediğimiz kadar acı çekmemiş olduğumuzun ızdırabını çekiyoruz. Dilek, ızdırabla hamleler yaparak, daha büyük ızdırap için aşk duraklarında mest olup dinlenmek suretiyle, bir sonsuzluğa, Allah’a doğru ilerliyor”

Bir milletin kendi tarihini inkar etmesiyle ferdin intihara karar vermesi arasında bir fark yoktur. Ancak milletlere tarihlerini unutturmak kolay olmuyor. Böyle teşebbüsler, ona girişenlerle milletin ruhu arasında uçurum açıcı olmaktadırlar. Tarih, bir millet ruhunun kaynağıdır. Ecdat bizim irade sefaletlerimizn tutunacağı destektir ve bu manada ölüler bizi yaşatıyorlar. Yalnız bir fert kendi kendine bir millet sayılmadığı gibi, mazisi olmayan, yalnız bir an içinde tasavvur edilen millet de kabul olunamaz. Millet fizik ve sırf mekani bie unsur değil, ancak zaman içinde tasavvur edilen dinamik bir varlıktır.

Onun akan bir nehre benzetildiğini söyledik. Milletin mazisi ve istikbali ortadan kaldırıldığı anda benim  hayatımın kaynakları ve imanımın dalları kurutulmuş demektir. Mehmed Akif’in dediği gibi,

''Mefahir kaynasın, gitsin de vicdanlar kesilsin lâl

Bu izmihlal-i ahlakî yürürken durmaz istiklâl.''

Taklitçilik,milletin varlığını tepeden tırnağa kadar kavrar.Tanzimattan beri yaptığımız türlü islahat hareketlerinin muvaffak olamayışı,hepsinin de bizim için felaketlerin kaynağı olan Garb’ın taklidinden ibaret oluşu değil midir?

Bütün tahsil boyunca gencin okuduğu dersler arasında kendini tanıtanı,eşyayı tanıtanlara nisbetle hemen hiç kadardır.Hidrojen gazını öğreniriz de selam vermenin sebebini,büyüklere hürmetin hikmetini öğrenmeyiz.Çünkü birincisi kazanç getirecektir.Dışımızda daha refahla yaşamak uğruna insanlığımızı feda ediyoruz.Dini kültür ve öğretim bile,içten çıkıp bir dış kültür ve terbiyesi haline gelmiştir.Namazın ve her ibadetin harici erkanını bol bol sayısını ve şartlarıyla öğrenmekten hoşlanan din komisyoncuları,ibadetin hikmetini,onda insanın uluhiyetiyle alışverişini anlatmazlar,böyle bir iç alem münasebetiyle hatta alakanlanmazlar.

İnkılap yapıldı artık kımıldama yok,başka fikir,başka hareket yasak.Dünya işleri bitti,artık kimse düşünmeyecek.Düşünüldü. söylendi, yapıldı. Bundan sonra yalnız itaat!" İşte ruhlarımıza süngülü nöbetçi dikmek isteyen dâvanın gerçek tercümesi budur. Halbuki insan yaşıyor, düşünüyor, fikirler ilerliyor; birkaç formül halinde ezberleyip tekrar ettiğiniz şekle ait kat’i kumandalar gerilerde kalıyor. Size soruyorum:

Bu memlekette yeni bir fikir, bir sistem, bir felsefe doğsa da mazallah yalnız bir zümrenin inkılâp anlayışına uygun olmasa hemen sahibine ve ona inananlara hücum mu edeceksiniz? Başka türlü düşünceleri itham edici şiddetler, kuvvetler teklifi yüzünüzü kızartmıyor mu? Namuslu bir insanın uşağına bile yapamıyacağı bu nevi teklifleri millet huzurunda yapmaktan utanç duymuyor musunuz? Kara kitap çıkaracakmışsınız. Siz bilirsiniz. Ancak bu taktirde o kitabın renginin aksiyle kendi yüzünüzün ve prensip-lerinizin ebediyen ve insanlık karşısında kapkara olacağını, size acıdığım için hatırlatmak istiyorum.

Size bir kaç mantık ve iz'an suali:

1-Sevginin zorla ve zulümle aşılandığı, bir fikrin zorluk ve yumrukla sevdirildiği dünyamızda görülmüş müdür? Sevgiyi kökünden kazıyıp kalbe kini sokan bu vasıtaları kullanmakla inkılâba en büyük fenalığı yapan siz değil misiniz?

2-İnkılâp, milleti kurtarmak için bir yol olabilir. Millet kurtuluşu ise elbette birlikte aranacaktır. Milli birliğin bozulduğundan siz feryad ettiğiniz halde neden bu kullandığınız şiddet ve taassupla, yumruk ve hakaretle zorla milleti ikiye bölüyor ve kıyasıya kan dökmek hırsına kendinizi teslim ediyorsunuz? Milletin selâmeti için olsun merhametli olmanız icabetmez mi? Farzediniz ki aldanıyoruz. Biz nereden gelirse gelsin Hakikat a teslimiz; bizi kurtarın!

3-İnkılâp, herhalde şayan-ı hürmet fikirleri ortaya koymuşsa, o fikirlerin her şeyden önce bu millet efkârı tarafından benimsenmesı, millet çoğunluğunun ruhunu kurtarması lâzımdı. Zira bir içtimaî fikir veya hareketin değeri, onun ruhları kurtarıcı oluşu ile ölçülür. Şayet, bütün bir genç neslin hayatını içerisine alan inkılâp onları, sizin anladığınız mânada dahi olsa kurtarmadı ise, bu onun kurtarıcı olmadığını ortaya koymaz mı? Bir de sizin cep-henize bakacak olursak, sizin fikir ve kalp yoluyla ilim ve felsefe yoluyla, vatandaşlık sevgisi ile ve taassuplara tahammülle vatandaşlarımıza yaklaşmayıp da taş ve sopaya hasret saldırışlarla işe girişmeniz, bir ruh inkılabını asla geçirmemiş olduğunuzu bütün dünya ve insanlık karşısında, tarihin unutmıyacağı ve hiç affetmiyeceği şekilde ortaya koymuyor mu?

4-Milliyetçilik diye vasıflandırdığınız hareketlerinizde, en yakınınızda komünistlerin yer aldığına dikkat ediyor musunuz? Onlar da “inkılapçıyız” diyorlar. Lâkin muhafazakâr zümreye hiçbir zaman yaklaşamıyorlar. Onların, esasen şu çeyrek asır içe-risinde, birer birer inkılâpçı zümreden çıkarak varlık kazandıklarımız inkâr edebilir misiniz? Onlarla, mukaddesata ve maziye bağlı bütün müesseseleri yıkmak esasında ne kadar birleşiyorsunuz?

5-Büyük saydığımız elbette yalnız bir kişi değil. Dün de bugün de etrafınızda büyükler vardı. Memleketin büyükleri bugünkü gibi dün de iki cepheye ayrılmışlar. Dün inkılâbın cephesinde Ali Kılıçlar, Cevdet Kerimler, Falih Rıfkılar vardı. Onların karşısında ve sizin lânetlerinizin çevrildiği cephede ise Mehmet Âkifler, Ali Şükrüler, Hüseyin Avniler ve Ebüzziya Velidler vardı. Bugün yine inkılâbın cephesinde Haşan Âliler, Hüseyin Cahitler, Reşat Şemsettin’ler, Ahmet Eminler, Nadir Nadiler, M. Nermiler, Behçet Kemaller var. Onların karşısında Ali Fuat Başgiller ve bütün Hüseyin Avniler'in, Mehmet Âkifler in sahabesi duruyor. Kimlerle yan yana olduğunuzu ve kimlerle çatıştığınızı görmüyor musunuz ?

6-Hürriyet ve istiklal şairi,şehidi,kahramanı bir tarafta,bunlara karşı cephe alanlar da öbür safta duruyor.Siz hangi tarafın ideali ve iradesine bağlanıyorsunuz ?

7-Kurtardık ! Kurtardık ! Kurtardık ! Bu tam-takır teraneyi hiç zihninize malettiniz mi ? Milleti ruhu kurtulmamış diye ona saldırıyosunuz.O halde siz neyi kurtardınız.Kendinizi mi ? Bu hareketiniz ve cemiyet karşısında hadsiz teklifleriniz sizin de kurtarılmaya her bakımdan şiddetle muhtaç bir durumda bulunduğunuzu göstermiyor mu ?

Aklın bir harikası olan “tanımak için tanımak” ideali, henüz aklın yapısında dine benzer, zira akim kendisiyle açıklanmaz bir sırrın bulunduğunu ortaya koyuyor. Akıl sultanının bu ilâhî eserine ulaşamıyanlar, yani ondaki hakikat aşkım tammıyanlar için akıl sadece bir vasıta¬dır: Teknik, inkılâp veya kazanç vasıtası. Aklın gayesi, ancak kendi saltanatı olduğunu bilmiyenler, akıl prensiplerinin iskeletine sahip olarak, onun yardımiyle kendi manevî âlemlerinde bol bol vücuda ait isteklerini yarım ve silik tasavvurlarla birleştirmiş olan varlıklardır.

İşte arzımızdaki sefaletin çoğunu yaratan bu sefil ve çürümüş maneviyetlerdir. Bunlar her şeyden önce akıllariyle muayyen bir menfaate ulaşmak isterler: Tüccar olur, çok kazan¬masını bilirler. Düşman olur, vurmasını bilirler. Dost olur, aldat¬masını bilirler. Diplomat olur, kahbeliği bilirler. Bu akıl, hasta akıldır. Hasta aklın ilk alâmeti gururdur. Hasta akıl devletliyi olduğu gibi âlemi de, cahili de kendinden geçirtir, yüklediği ben¬lik gururundan sarhoşa benzetir. “Ben” der, “bilirim” der; “ben” der, “yaparım” der; “ben” der, “okurum” der; “ben” der, “ezerim” der. O “sen” demesini bilmez, çünkü onun bütün bilgi malzemesi, farkında olsun veya olmasın, vücuduna ait isteklerin şuur arkası karanlığındaki hoyrat yapıdan çıkarılmıştır. Haris diplomat “ben” diye tepinir; aç gözlü tüccar “paralarım” diye ter dökerken âşık “sen” diye ağlıyor; âlim “hakikat” diye, “aydınlık” diye can veriyor.  Âşıkla âlimin, gayesi sonsuzluk olan ideallere bağlanışlarını acaba  aklın yalnız kendisiyle izah kabil midir?

Nurettin Topçu, İradenin Davası
Devamını Oku »

Aydınlanma Dönemi

Aydinlanma-Donemi

Çağımız, Aydınlanmanın bilimsel ve siyasal kehanetini yalanlamış, geneli itibariyle iyimser olan Aydınlanma düşüncesi ve “iyimser tutum” özellikle XX. yüzyılın ilk yarısında Avrupa’nın siyasal pratiği tarafından geçersiz kılınmış ve başta bilim, akıl, ilerleme ve hatta özgürlük olmak üzere Aydınlanmanın değerlerine karşı bir hayal kırıklığı oluşmuştur. Batı coğrafyasındaki insanlık dramları Doğu coğrafyalarında sefalete dönüşürken Aydınlamanın ‘maruz bıraktığı’ tutumlar yeniden gözden geçirilmelidir.

Işık ve aydınlanma bir sıçramaysa gerisinde bir karanlığın olması gerekir. Avrupa’nın sıçrayışını dogmatizme karşı, özgürlükçü, bireyci, kutsalı kendine endeksleyen pragmatist ve en nihayet nihilist kavramlarla tasvir etmek gerekirse, öncesindeki karanlığın kendi coğrafyası açısından bakıldığında bir hayatiyet arzettiği söylenebilir. Fakat ortada bulunan aydınlanmanın hem sahiplenilmesi hem de eleştirilmesinde taraflı ya da tarafsız olabilmek, içinde bulunulan kültüre göre değişir. Doğunun bu konuda Batı eleştiri tarihi ile kıyas kabul etmez yapısal soruları ve sorunları vardır çünkü Doğu’nun sömürge problemi doğrudan Batı ve onun Aydınlanma dinamikleriyle alakalıdır.

Avrupa aydınlanmasının Doğu’ya bakan vechesi bu iken, Avrupa kendi iç dinamiklerini harekete geçirerek hıristiyanlığın burnunun dibinde ‘Tanrının ölümü’nü ilan edebilmiştir. Bu dinamiklerin coğrafi ayrımcılık gözetilerek; yerinden bir milim oynasa sömürge statüsüne girecek yeryüzü toprakları, insanları, dinleri ve gelenekleri için göstermediği tahammülü kendi topraklarında ‘kendi katolik Tanrı’larına da gösteremediklerini görmek manidardır.

Avrupa merkezli bir insanlık projesinin, toplumsal dinamizmi merkeze almış bu ‘başarısı’nı şimdilerde postmodernizm akımı ve onun türevleri, ‘cenaze namazını kılmadan’ modernizmin inanç çöplüğüne göndermekle meşgüldür. Bu, bir günah çocuğu olan modernizmin Aydınlanmanın insanlığı maruz bıraktığı zifiri karanlığa kendisinin gömülmesinden başka bir şey değildir.

Kaynak:

Hece Edebiyat Dergisi-Batı Medeniyeti Özel Sayısı, Haziran-Temmuz-Ağustos, 2014
Devamını Oku »

Modernizm'e Nostaljik Değer Yüklemek

Eğer günümüzde aşktan şiddete, gerçekten rüyaya, hakikatten yalana kadar her şey kodlanıyor, yeniden üretiliyor ve sapık bir haz ilkesine (simulakrasına) dönüşüyorsa bunun sebebi, hastalığın kendisi, Modernizm, Kapitalizm ve Sekülerizmdir. Burada yapılabilecek en büyük yanlış, bunu modern sonrası dönemin bariz vasfı olarak algıla­yıp, hastalığın kendisinden kaynaklandığı Modernizm yanılsamasını görmemek ve böylece belki de ona nostaljik bir değer yüklemektir.

Kaynak:

Hece Dergisi-Postmodernizm Özel Sayısı
Devamını Oku »

Kelime Uydurukçuluğun Perde Arkası

Geçmişi topyekun inkâr planının bir parçası olarak ele alman dil meselesi sağlam bir temele oturtulmadan, kültür erozyonuna çare bulmak mümkün değildir. Bir takım şahıs ve müesseselerin keyfine tabi olarak durmadan değişen, değiştirilmeye çalışılan türkçe ile, bugünkü fikir ve san’at güdüklüğümüz meydana gelmiştir. Fikir ve san’atm vasıtası olan dil, «devrim» yapma merakı ile ve sun’l zorlamalarla dejenere edilince, ilimde ve kültürde seviyesizlik olmaması imkânsızdır. Hele bizde hâlâ yapıldığı gibi(1978) gazete ilanları ile piyasaya kelime çıkarmak; asırların potasında beliren ve şekillenen kelimelerimizi de budamak, cinayetten başka bir şey değildir.

Fotoroman ve magazin seviyesini aşamayan genç neslin vebali, uydurukçacılarımızın omuzundadır. Çünkü, tarihî tekamülü içerisinde, tabii olarak yapacağı gelişmelerin beklenmesi gerekirken, acele müdahalelerle dilimiz, en azından kısırlaştırılmıştır. Şanlı şerefli bir mazinin ve medeniyetin insanlarını, birkaç yüz kelimelik bir dile mahkûm etmek, acaba sadece gaflet midir?

Kelime başına para vererek, lisan imal etmeye çalışanların, ister İstemez sebeb oldukları neticelerden en mühimi, millî birlik ve beraberliğimizi bozmalarıdır. Öyle ki, baba ile oğulun zor anlaştığı, dede ile ise, adeta tercümana ihtiyaç duyulduğu bir vasatta; cemiyetin temel taşı olan aile sarsılmaktadır herşeyden önce...

Rus esaretinde yaşayan türklerin durumuna baktığımız zaman bu gerçeği apaçık görmekteyiz. Ruslar işgal ettikleri Türkistan’daki dil birliğini bozarak işe başlamışlardır. Dil birliği bozulunca, aynı dili konuşan kabileler zamanla anlaşamaz olmuşlardır.

Moskova’da hususi olarak yetiştiril miş mütehassıslar, şive farklarını çoğaltıp geliştirecek çalışmalar yaptılar. Böylece, her bakımdan bir ve beraber olan kabileler, dilleri farklılaştırılarak, ayrı milletler haline getirilmişlerdir«

Gramer kaidelerinin bozulup değiştirilmesi, yeni ve köksüz kelimeler uydurulması gibi faaliyetler sonunda; mevcut dil ifade gücünü yitirmekte, edebi zevke hitap edememekte ve kültür ihtiyaçlarını karşılayamaz hale gel mektedir. Bu durum sağlandıktan sonra da, «bütün şivelere Rus alfabesini, Rus terimlerini ve hatta Rusçaya uygun gramer kaidelerini zorla» getirmektedirler. Böylece, Rusya’daki müslüman Tiirkler arasında, yavaş yavaş ve sinsice meydana getirilen kopukluk sayesinde onlara hakim olmaktadırlar.. Dünya hakimiyeti peşinde koşan komünist Rusya’nın, milli birliğe giden en emniyetli bir vasıtayı bozması, aslında kendi davası bakımından normal görülebilir amma, ya bizde olanlar...

İçimizdeki gafillerin ve hainlerin de desteğiyle, komünistler tarafmdan devamlı saldırıya uğrayan iki kalemiz var bugün: Dinimiz ve dilimiz...

Cemiyet fertlerini birbirine bağlıyacak ve harici tecavüzlere karşı müdafaayı ve kenetlenmeyi sağlıyacak bu iki kale, herhalde hiçbir bozguncunun işine gelmemektedir.

Bilhassa kızıl Rusya’nm bu iki manevi gücümüze karşı alâkasız kalması düşünülemez. Nitekim, din konusunda olduğu gibi, dil konusunda da boş durmamıştır.

İstanbul ve Boğazların hayaliyle asırlardır yanıp tutuşan Rusya, bu hedefine gidecek yollardan biri olarak, Tiirkçenin bozulması planlarını yıllar önce düşünmüştür. Moskova'nın emriyle hazırlanan Türkçeye suikast programı, diğer Türk illerine tatbik olunandan pek de farklı değildir. «Türkçenin sentaksına ve namusuna da aynı merkezden çıkan emirlerle el uzatılmış, aynı erkan-ı harp heyetinin kararlarıyle hücuma geçilmiştir. Bu yoldaki faaliyetlerini çok sıkı ve esası tutmuş olan Rusların hiçbir fedakârlıktan kaçmamış oldukları bugün tesbit edilmiş gerçeklerden biridir.Bilhassa Dil Kurumu’nun içine sızarak Türkçe’nin katliamını,her yıkıcı harekette olduğu gibi,bir ilericilik hamlesi olarak okumuş yazmış zümreye kabul ettirmek hünerini göstermişlerdir.

...Şurası artık tarihin dudağına mal olmuş bir hakikattir ki, Türkiye’deki (Dil Devrimi) ve An Türkçe adını taşıyan katliam, şimal komşumuzun kendi hudutları içinde bulunan Türk kavim ve kabilelerine tatbik ettiği bölme ve parçalama politikasını Türkiye Türklüğüne de İntikal ettirmiş olmasının bir neticesidir.»

Oysa ki Ruslar komünist ihtilali gerçekleştikten sonra,katiyyen birbirlerine dokunmamışlar,olduğu gibi muhafaza etmişlerdir. Be husustaki görüşünü Stalin şöyle anlatıyor :

— Rus dili, Ekim Devriminden önce nasılsa genellikle öyle kalmıştır.

...Rus dilinin temelini oluşturan ana söz dağarcığına ve dilbilgisi sistemine gelince, bunlar, ...ortadan kalkmak ve yerlerini yeni bir ana söz dağarcığına ve yeni bir dilbilgisi sistemine bırakmak şöyle dursun, oldukları gibi kalmışlar ve hiç bir önemli değişikliğe uğramamışlardır; modern Rus dilinin temeli olarak kalmışlardır.»

Demek oluyor ki, komünist Rusya,kendi dili için reva görmediği bir lisan suikastini yıpratmak istediği milletler için kullanmaktadır. Ve hele de başka yollarla netice alamadığı müslüman Türkiye’de «arılaştırma» «özleştirme», perdeleri altında çalışmakta, çalışacakları içimizden bulmaktadır.

Köprü Dergisi
Devamını Oku »