Doğru Kitap Okuma

Okunan kitap, bir ambara doldurulan eşya gibi hafızamıza bilgiler aktarıcı olmamalı, şuur yetilerimizi bir bileyi taşı gibi bileyici olmalıdır. Bir yığın ve ya bir kitle değil de bir kuvvet ve içsel bir hareket cihazı olmalıdır. Okumadan önce eser seçmenin büyük önemi bilinmelidir. En çok kitap okuyan değil, okuduğu kitaptan görüşler çıkaran ve onu, bir tarlayı derince kazıp didik didik eden alet gibi işleyen kafanın çalışması değerlidir. Her çıkan kitabı okuduğunu söyleyen kimse, bir tehlikenin ve beklide bir uçurumun başına doğru yürüdüğünü unutmasın. Büyük düşünürler sonunda, birkaç kitabın, bir yazarın eserlerini, hatta yalnız bir tek kitabın ihtiraslı hayranı olarak yıllarını onun etrafında geçirirler ve o zirveden dehalarının eserini fışkırtırlar. Hafız; Kuranı üç günde bir hatmededursun, ömrünün sonuna kadar içini tükenmeyen, yüzyıllarca bile tükenmeyeceğini can gözüyle gören, Büyük Kitabı anlamıştır. Kuranı gerçekten okuyan işte odur.

Nurettin Topçu
Devamını Oku »

Hayatta Değişmeyen Tek Şey Değişimin Kendisidir Sözü En Aptal­ca Sözlerdendir

zaman-mefhumu

Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir, sözünü söyleyen o muhteşem şa­hıs bu sözüyle medeniyetin tanımını yapmıştır. Çünkü aç bir komşu huzursuzluk kaynağıdır. Her an saldırmaya, sendekini almaya hazırdır. Hakkıdır da. Açlık hiçbir ahlaki kural, dini ve kanuni müeyyide, vicdani sorumluluk dinlemez. O tok yatak böyle bir durumda mutluluk, huzur vermez. Güven duygusu esastır. Kendini güvende hissetmeyen insan, hayvan, ağaç tedirgindir, korkaktır. Bin dört yüz yıl önce okuması yazması olmayan bir adam, çölün, kuraklığın ortasın­da tüm dünyaya medeniyetin, uygarlığın, insanlığın, kardeşliğin ne olduğunu bu tek cümleyle özetlemiştir. Hatta tek sözcükle: Paylaşmak.

Hayatta değişmeyen tek şey değişimin kendisidir sözü, kabul görmüş en aptal­ca sözlerdendir. Değiştirmek, değiştirmeye çalışmak, başkalarını kendine benzet­me uğraşıdır. Değişimi özetleyecek tek sözcük vardır, o da egoizmdir, hodbinlik­tir. Yani kendini beğenmişlik. Kendini mükemmel görüp dünyanın, mutlak doğ­runun merkezine yerleştirmiş bireyler diğer bireyleri, uluslar diğer ulusları, fikir­ler diğer fikirleri kendisine benzetmeye çalışır. Değişimde “diğer” ilkeldir, kötü­dür, mide bulandırıcıdır. Ben, moderndir, demokrattır. Kendini aydın sananlar ca­hil olarak niteledikleri sıradan halkı, köylüyü küçümser. Onları değiştirmeye çalışır. Halkın, köylüsüne aydını ukala, kendini beğenmiş bulup kendisine benzetmek gibi bir gayesi yoktur oysa. Teknolojinin sahipleri ise yaşam poetikalarını fakir,sömürülen halklara yedirmeye çalışırlar. Yani anne, diğer annenin çocuğunun mutluluğunu düşünmek yerine, o çocuğu kendi çocuğuna benzetmeye çalışır.

Onun kıvırcık saçı, siyah teni küçümsenmeye layıktır. Dişlerindeki o muhteşem tapılası beyazlığı görmez, yüceltmez. Oysa tabiatın, Allah'ın bir dengesi vardır. Nefes alan, almayan her bir varlığın kendince eksik ya da üstün tarafları vardır. Değişim sözcüğü inanca, ahlaka, medeniyete ihanet etmiştir. Hırsızlık bir olgudur ve tüm dinlerde, en ilkelinden en uygarına suçtur, günahtır. Cezaevlerinde bile bir zamanlar hırsızlar diğer mahkûmlardan kötü muameleler görürdü. İçeri­ğinde birtakım değişimlerin olması mekâna, şartlara göre muhtemeldir. Kıtlık yıllarında, uzun savaş dönemlerinde ekmek çalan kişinin elinin kesilmesi fetva­sını veren bir kadının, bu kararındaki haklı gerekçeleri, ekmeğin bol olduğu bir zamanda yetişmiş bugünün insanına anlatamazsınız. Bugün uranyum en değerli maden. Değil çalmak taşıması bile suç. Beş yüz yıl önce hangi koşulda olursanız olun uranyum madenini çalmak herhangi bir ahlaki ya da kanuni müeyyideyi ge­rektirmezdi. Yüzyıl öncesinin insanına bir tür hırsızlık olan korsan olgusunu an­latamazsınız.

Fakat içeriğindeki birtakım farklılıklara rağmen hırsızlık hala hır­sızlıktır. Netice olarak, içeriğindeki tüm bu farklılaşmaya rağmen birtakım olgu­ları değiştirmek nasıl mümkün değilse, hayatta değişmeyen tek şey değişimin kendisidir sözünün de zırvanın teki olduğunun açık bir kanıtıdır.

Sosyalist kuramların temelinde tez-antitez çatışması yatar. Cahil gördüğü hal­kı değiştirmeye çalışan aydınların, gün gelip aynı değişim rüzgârına o halkın da kaptlabileceği ihtimalini göz önünde bulundurmalıdırlar. Fransız İhtilali tekse bu, ihtilallerin de tek olacağı anlamına gelmez. Aynı şekilde kendisini medeniyetin beşiği, demokrasinin savunucusu sanan, ikinci ve üçüncü dünyayı kendisi­ne benzetmeye, değiştirmeye, yaşam poetikasını onlara yedirmeye çalışan tekno­loji devlerinin şunu iyi bilmesi gerekir. Gün gelir karşınızdaki de sizi kendisine benzetmeye çalışır. O açtır, mutsuzdur, tedirgindir, korku doludur.

Kaynak:

Hece Dergisi-Batı Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »

Bilmek ve Düşünmek

Zamanımızın insanı, asrın dimağı ve duyguları şiddetle sarsan olaylar fırtınası içinde, sürekli kasırga altında bir türlü yeşeremeyen ağaçlar gibi sanki düşünmekten korkuyor, olayların kalıplaşmış bilgisine kolayca teslim oluyor. Aynı zamanda olayların ağır yükü altında bunalan şuurlara saldıran dış tesirler de düşüncenin yolunu tıkamaktadırlar. Kanunların yolluğu gibi çokluğunun da hak ve hürriyetlerimizin korunmasını tehlikeye sokabileceği kitap yokluğu kadar yayınlanan kitapların çokluğu da şuurların hür işleyişini köstekleyicidir.

Günümüzün meselelerini karşılayan çözüm yollarının çokluğu zihinleri tembelleştirip cesaretsiz yapıyor. Bu günkü bol gazete ve aşırı reklâmlarla yan yana yürüyen kontrolsuz neşriyat, genç beyinleri şaşırtıyor, yoruyor ve kendi kalıpları içinde kolayca dondurabiliyor. Bütün bu tazyiklerin altında zihni bunalan bir nesle yaranmakla şöhret yapan sahtekârlar, Sultan Abdülhamit in örnek hükümdar olduğuna. Yakın tarihin bunca belgelerine rağmen, halkı inandırabiliyorlar. İnsanlığımızın bin yıllık tecrübelerinden sonra. Anadolunun milli vatan olmadığını, milli vatanın Ortaasyada olduğunu söyleyen deliler, akıl hastalarının bol bulunduğu bir şehirde hala serbest dolaşıyorlar. En çok yüksek mühendis yetiştiren bu günkü maarifin zirvesi mühendislik tekniğinde sanki sembolleşen bir millet, şehirlerinde kümes aralarında dolaşanlar gibi yaşayabiliyor. Bu yolda sıralanacak örneklerin hepsi, her alanda bilgi toplayan, ancak düşünmekten kaçan berbat bir gelişmeyi ortaya koyucudur.

Nurettin Topçu, Var Olmak
Devamını Oku »

Bir Milletin Kendi Tarihini İnkar Etmesi

İnsanlığın iradesi ızdırabın eseridir, dedik. Izdırap bizi kâinatta ufak bir parça olmaktan çıkararak kâinatın bütünü haline koyuyor: Buna aşk diyoruz. Izdırabımız aşkın eseri değil, aşk sonsuz ızdırabımızın çocuğudur; onun kendine bir mevzu bulmasıdır; varlıklardan birine bağlanarak kendindeki aşkın denize bir sükûn, muvakkat bir istirahat aramasıdır. Filozof Paliard’ın dediği gibi,“zenginliğin ve şöhretin âşıkları vardır, ilmin aşıkları, güzelliğin aşıkları vardır, bir de aşkın aşıkları vardır. Ve hepsinde gördüğümüz, onları pençesinde tutan mütehakim hayallerinden başka her şeye karşı bir kayıtsızlık, bir anlayışsızlık, bir asabiyet”. Aşk içinde ızdırabımızın bağlandığı varlıklar birer birer kutsallık kazanırlar. İradesi,. ızdırabı olmayan insanın gözünde birer tahlil ile hiçe indirilebilen varlıklar aşk içinde mukaddesâda yol olurlar ve kalbimizi, çırpınarak secdeye vardığı büyük huzura çıkarırlar. Fikir ve zekânın metodları ile, ilim yoluyla aklın kabul etmediği nice mukaddesat aşk yolunda kalb için kâbe oldular. Aşkın ifadesi olan secde, sığınmak demektir ve aşk insanın bütün irade kuvvetleriyle kendinden başkasına sığınmasıdır. Aşkımızın bir sonu, bir bittiği merhale bulunmadığı için onu arayan ızdırabımız da nihayetsizdir. En büyük ilme ulaşamamanın, en azametli varlığa sahip olamamanın ızdırabını çekiyoruz. Daha çok sevmeyişimizin, hatta dilediğimiz kadar acı çekmemiş olduğumuzun ızdırabını çekiyoruz. Dilek, ızdırabla hamleler yaparak, daha büyük ızdırap için aşk duraklarında mest olup dinlenmek suretiyle, bir sonsuzluğa, Allah’a doğru ilerliyor”

Bir milletin kendi tarihini inkar etmesiyle ferdin intihara karar vermesi arasında bir fark yoktur. Ancak milletlere tarihlerini unutturmak kolay olmuyor. Böyle teşebbüsler, ona girişenlerle milletin ruhu arasında uçurum açıcı olmaktadırlar. Tarih, bir millet ruhunun kaynağıdır. Ecdat bizim irade sefaletlerimizn tutunacağı destektir ve bu manada ölüler bizi yaşatıyorlar. Yalnız bir fert kendi kendine bir millet sayılmadığı gibi, mazisi olmayan, yalnız bir an içinde tasavvur edilen millet de kabul olunamaz. Millet fizik ve sırf mekani bie unsur değil, ancak zaman içinde tasavvur edilen dinamik bir varlıktır.

Onun akan bir nehre benzetildiğini söyledik. Milletin mazisi ve istikbali ortadan kaldırıldığı anda benim  hayatımın kaynakları ve imanımın dalları kurutulmuş demektir. Mehmed Akif’in dediği gibi,

''Mefahir kaynasın, gitsin de vicdanlar kesilsin lâl

Bu izmihlal-i ahlakî yürürken durmaz istiklâl.''

Taklitçilik,milletin varlığını tepeden tırnağa kadar kavrar.Tanzimattan beri yaptığımız türlü islahat hareketlerinin muvaffak olamayışı,hepsinin de bizim için felaketlerin kaynağı olan Garb’ın taklidinden ibaret oluşu değil midir?

Bütün tahsil boyunca gencin okuduğu dersler arasında kendini tanıtanı,eşyayı tanıtanlara nisbetle hemen hiç kadardır.Hidrojen gazını öğreniriz de selam vermenin sebebini,büyüklere hürmetin hikmetini öğrenmeyiz.Çünkü birincisi kazanç getirecektir.Dışımızda daha refahla yaşamak uğruna insanlığımızı feda ediyoruz.Dini kültür ve öğretim bile,içten çıkıp bir dış kültür ve terbiyesi haline gelmiştir.Namazın ve her ibadetin harici erkanını bol bol sayısını ve şartlarıyla öğrenmekten hoşlanan din komisyoncuları,ibadetin hikmetini,onda insanın uluhiyetiyle alışverişini anlatmazlar,böyle bir iç alem münasebetiyle hatta alakanlanmazlar.

İnkılap yapıldı artık kımıldama yok,başka fikir,başka hareket yasak.Dünya işleri bitti,artık kimse düşünmeyecek.Düşünüldü. söylendi, yapıldı. Bundan sonra yalnız itaat!" İşte ruhlarımıza süngülü nöbetçi dikmek isteyen dâvanın gerçek tercümesi budur. Halbuki insan yaşıyor, düşünüyor, fikirler ilerliyor; birkaç formül halinde ezberleyip tekrar ettiğiniz şekle ait kat’i kumandalar gerilerde kalıyor. Size soruyorum:

Bu memlekette yeni bir fikir, bir sistem, bir felsefe doğsa da mazallah yalnız bir zümrenin inkılâp anlayışına uygun olmasa hemen sahibine ve ona inananlara hücum mu edeceksiniz? Başka türlü düşünceleri itham edici şiddetler, kuvvetler teklifi yüzünüzü kızartmıyor mu? Namuslu bir insanın uşağına bile yapamıyacağı bu nevi teklifleri millet huzurunda yapmaktan utanç duymuyor musunuz? Kara kitap çıkaracakmışsınız. Siz bilirsiniz. Ancak bu taktirde o kitabın renginin aksiyle kendi yüzünüzün ve prensip-lerinizin ebediyen ve insanlık karşısında kapkara olacağını, size acıdığım için hatırlatmak istiyorum.

Size bir kaç mantık ve iz'an suali:

1-Sevginin zorla ve zulümle aşılandığı, bir fikrin zorluk ve yumrukla sevdirildiği dünyamızda görülmüş müdür? Sevgiyi kökünden kazıyıp kalbe kini sokan bu vasıtaları kullanmakla inkılâba en büyük fenalığı yapan siz değil misiniz?

2-İnkılâp, milleti kurtarmak için bir yol olabilir. Millet kurtuluşu ise elbette birlikte aranacaktır. Milli birliğin bozulduğundan siz feryad ettiğiniz halde neden bu kullandığınız şiddet ve taassupla, yumruk ve hakaretle zorla milleti ikiye bölüyor ve kıyasıya kan dökmek hırsına kendinizi teslim ediyorsunuz? Milletin selâmeti için olsun merhametli olmanız icabetmez mi? Farzediniz ki aldanıyoruz. Biz nereden gelirse gelsin Hakikat a teslimiz; bizi kurtarın!

3-İnkılâp, herhalde şayan-ı hürmet fikirleri ortaya koymuşsa, o fikirlerin her şeyden önce bu millet efkârı tarafından benimsenmesı, millet çoğunluğunun ruhunu kurtarması lâzımdı. Zira bir içtimaî fikir veya hareketin değeri, onun ruhları kurtarıcı oluşu ile ölçülür. Şayet, bütün bir genç neslin hayatını içerisine alan inkılâp onları, sizin anladığınız mânada dahi olsa kurtarmadı ise, bu onun kurtarıcı olmadığını ortaya koymaz mı? Bir de sizin cep-henize bakacak olursak, sizin fikir ve kalp yoluyla ilim ve felsefe yoluyla, vatandaşlık sevgisi ile ve taassuplara tahammülle vatandaşlarımıza yaklaşmayıp da taş ve sopaya hasret saldırışlarla işe girişmeniz, bir ruh inkılabını asla geçirmemiş olduğunuzu bütün dünya ve insanlık karşısında, tarihin unutmıyacağı ve hiç affetmiyeceği şekilde ortaya koymuyor mu?

4-Milliyetçilik diye vasıflandırdığınız hareketlerinizde, en yakınınızda komünistlerin yer aldığına dikkat ediyor musunuz? Onlar da “inkılapçıyız” diyorlar. Lâkin muhafazakâr zümreye hiçbir zaman yaklaşamıyorlar. Onların, esasen şu çeyrek asır içe-risinde, birer birer inkılâpçı zümreden çıkarak varlık kazandıklarımız inkâr edebilir misiniz? Onlarla, mukaddesata ve maziye bağlı bütün müesseseleri yıkmak esasında ne kadar birleşiyorsunuz?

5-Büyük saydığımız elbette yalnız bir kişi değil. Dün de bugün de etrafınızda büyükler vardı. Memleketin büyükleri bugünkü gibi dün de iki cepheye ayrılmışlar. Dün inkılâbın cephesinde Ali Kılıçlar, Cevdet Kerimler, Falih Rıfkılar vardı. Onların karşısında ve sizin lânetlerinizin çevrildiği cephede ise Mehmet Âkifler, Ali Şükrüler, Hüseyin Avniler ve Ebüzziya Velidler vardı. Bugün yine inkılâbın cephesinde Haşan Âliler, Hüseyin Cahitler, Reşat Şemsettin’ler, Ahmet Eminler, Nadir Nadiler, M. Nermiler, Behçet Kemaller var. Onların karşısında Ali Fuat Başgiller ve bütün Hüseyin Avniler'in, Mehmet Âkifler in sahabesi duruyor. Kimlerle yan yana olduğunuzu ve kimlerle çatıştığınızı görmüyor musunuz ?

6-Hürriyet ve istiklal şairi,şehidi,kahramanı bir tarafta,bunlara karşı cephe alanlar da öbür safta duruyor.Siz hangi tarafın ideali ve iradesine bağlanıyorsunuz ?

7-Kurtardık ! Kurtardık ! Kurtardık ! Bu tam-takır teraneyi hiç zihninize malettiniz mi ? Milleti ruhu kurtulmamış diye ona saldırıyosunuz.O halde siz neyi kurtardınız.Kendinizi mi ? Bu hareketiniz ve cemiyet karşısında hadsiz teklifleriniz sizin de kurtarılmaya her bakımdan şiddetle muhtaç bir durumda bulunduğunuzu göstermiyor mu ?

Aklın bir harikası olan “tanımak için tanımak” ideali, henüz aklın yapısında dine benzer, zira akim kendisiyle açıklanmaz bir sırrın bulunduğunu ortaya koyuyor. Akıl sultanının bu ilâhî eserine ulaşamıyanlar, yani ondaki hakikat aşkım tammıyanlar için akıl sadece bir vasıta¬dır: Teknik, inkılâp veya kazanç vasıtası. Aklın gayesi, ancak kendi saltanatı olduğunu bilmiyenler, akıl prensiplerinin iskeletine sahip olarak, onun yardımiyle kendi manevî âlemlerinde bol bol vücuda ait isteklerini yarım ve silik tasavvurlarla birleştirmiş olan varlıklardır.

İşte arzımızdaki sefaletin çoğunu yaratan bu sefil ve çürümüş maneviyetlerdir. Bunlar her şeyden önce akıllariyle muayyen bir menfaate ulaşmak isterler: Tüccar olur, çok kazan¬masını bilirler. Düşman olur, vurmasını bilirler. Dost olur, aldat¬masını bilirler. Diplomat olur, kahbeliği bilirler. Bu akıl, hasta akıldır. Hasta aklın ilk alâmeti gururdur. Hasta akıl devletliyi olduğu gibi âlemi de, cahili de kendinden geçirtir, yüklediği ben¬lik gururundan sarhoşa benzetir. “Ben” der, “bilirim” der; “ben” der, “yaparım” der; “ben” der, “okurum” der; “ben” der, “ezerim” der. O “sen” demesini bilmez, çünkü onun bütün bilgi malzemesi, farkında olsun veya olmasın, vücuduna ait isteklerin şuur arkası karanlığındaki hoyrat yapıdan çıkarılmıştır. Haris diplomat “ben” diye tepinir; aç gözlü tüccar “paralarım” diye ter dökerken âşık “sen” diye ağlıyor; âlim “hakikat” diye, “aydınlık” diye can veriyor.  Âşıkla âlimin, gayesi sonsuzluk olan ideallere bağlanışlarını acaba  aklın yalnız kendisiyle izah kabil midir?

Nurettin Topçu, İradenin Davası
Devamını Oku »

Aydınlanma Dönemi

Aydinlanma-Donemi

Çağımız, Aydınlanmanın bilimsel ve siyasal kehanetini yalanlamış, geneli itibariyle iyimser olan Aydınlanma düşüncesi ve “iyimser tutum” özellikle XX. yüzyılın ilk yarısında Avrupa’nın siyasal pratiği tarafından geçersiz kılınmış ve başta bilim, akıl, ilerleme ve hatta özgürlük olmak üzere Aydınlanmanın değerlerine karşı bir hayal kırıklığı oluşmuştur. Batı coğrafyasındaki insanlık dramları Doğu coğrafyalarında sefalete dönüşürken Aydınlamanın ‘maruz bıraktığı’ tutumlar yeniden gözden geçirilmelidir.

Işık ve aydınlanma bir sıçramaysa gerisinde bir karanlığın olması gerekir. Avrupa’nın sıçrayışını dogmatizme karşı, özgürlükçü, bireyci, kutsalı kendine endeksleyen pragmatist ve en nihayet nihilist kavramlarla tasvir etmek gerekirse, öncesindeki karanlığın kendi coğrafyası açısından bakıldığında bir hayatiyet arzettiği söylenebilir. Fakat ortada bulunan aydınlanmanın hem sahiplenilmesi hem de eleştirilmesinde taraflı ya da tarafsız olabilmek, içinde bulunulan kültüre göre değişir. Doğunun bu konuda Batı eleştiri tarihi ile kıyas kabul etmez yapısal soruları ve sorunları vardır çünkü Doğu’nun sömürge problemi doğrudan Batı ve onun Aydınlanma dinamikleriyle alakalıdır.

Avrupa aydınlanmasının Doğu’ya bakan vechesi bu iken, Avrupa kendi iç dinamiklerini harekete geçirerek hıristiyanlığın burnunun dibinde ‘Tanrının ölümü’nü ilan edebilmiştir. Bu dinamiklerin coğrafi ayrımcılık gözetilerek; yerinden bir milim oynasa sömürge statüsüne girecek yeryüzü toprakları, insanları, dinleri ve gelenekleri için göstermediği tahammülü kendi topraklarında ‘kendi katolik Tanrı’larına da gösteremediklerini görmek manidardır.

Avrupa merkezli bir insanlık projesinin, toplumsal dinamizmi merkeze almış bu ‘başarısı’nı şimdilerde postmodernizm akımı ve onun türevleri, ‘cenaze namazını kılmadan’ modernizmin inanç çöplüğüne göndermekle meşgüldür. Bu, bir günah çocuğu olan modernizmin Aydınlanmanın insanlığı maruz bıraktığı zifiri karanlığa kendisinin gömülmesinden başka bir şey değildir.

Kaynak:

Hece Edebiyat Dergisi-Batı Medeniyeti Özel Sayısı, Haziran-Temmuz-Ağustos, 2014
Devamını Oku »

Modernizm'e Nostaljik Değer Yüklemek

Eğer günümüzde aşktan şiddete, gerçekten rüyaya, hakikatten yalana kadar her şey kodlanıyor, yeniden üretiliyor ve sapık bir haz ilkesine (simulakrasına) dönüşüyorsa bunun sebebi, hastalığın kendisi, Modernizm, Kapitalizm ve Sekülerizmdir. Burada yapılabilecek en büyük yanlış, bunu modern sonrası dönemin bariz vasfı olarak algıla­yıp, hastalığın kendisinden kaynaklandığı Modernizm yanılsamasını görmemek ve böylece belki de ona nostaljik bir değer yüklemektir.

Kaynak:

Hece Dergisi-Postmodernizm Özel Sayısı
Devamını Oku »

Kelime Uydurukçuluğun Perde Arkası

Geçmişi topyekun inkâr planının bir parçası olarak ele alman dil meselesi sağlam bir temele oturtulmadan, kültür erozyonuna çare bulmak mümkün değildir. Bir takım şahıs ve müesseselerin keyfine tabi olarak durmadan değişen, değiştirilmeye çalışılan türkçe ile, bugünkü fikir ve san’at güdüklüğümüz meydana gelmiştir. Fikir ve san’atm vasıtası olan dil, «devrim» yapma merakı ile ve sun’l zorlamalarla dejenere edilince, ilimde ve kültürde seviyesizlik olmaması imkânsızdır. Hele bizde hâlâ yapıldığı gibi(1978) gazete ilanları ile piyasaya kelime çıkarmak; asırların potasında beliren ve şekillenen kelimelerimizi de budamak, cinayetten başka bir şey değildir.

Fotoroman ve magazin seviyesini aşamayan genç neslin vebali, uydurukçacılarımızın omuzundadır. Çünkü, tarihî tekamülü içerisinde, tabii olarak yapacağı gelişmelerin beklenmesi gerekirken, acele müdahalelerle dilimiz, en azından kısırlaştırılmıştır. Şanlı şerefli bir mazinin ve medeniyetin insanlarını, birkaç yüz kelimelik bir dile mahkûm etmek, acaba sadece gaflet midir?

Kelime başına para vererek, lisan imal etmeye çalışanların, ister İstemez sebeb oldukları neticelerden en mühimi, millî birlik ve beraberliğimizi bozmalarıdır. Öyle ki, baba ile oğulun zor anlaştığı, dede ile ise, adeta tercümana ihtiyaç duyulduğu bir vasatta; cemiyetin temel taşı olan aile sarsılmaktadır herşeyden önce...

Rus esaretinde yaşayan türklerin durumuna baktığımız zaman bu gerçeği apaçık görmekteyiz. Ruslar işgal ettikleri Türkistan’daki dil birliğini bozarak işe başlamışlardır. Dil birliği bozulunca, aynı dili konuşan kabileler zamanla anlaşamaz olmuşlardır.

Moskova’da hususi olarak yetiştiril miş mütehassıslar, şive farklarını çoğaltıp geliştirecek çalışmalar yaptılar. Böylece, her bakımdan bir ve beraber olan kabileler, dilleri farklılaştırılarak, ayrı milletler haline getirilmişlerdir«

Gramer kaidelerinin bozulup değiştirilmesi, yeni ve köksüz kelimeler uydurulması gibi faaliyetler sonunda; mevcut dil ifade gücünü yitirmekte, edebi zevke hitap edememekte ve kültür ihtiyaçlarını karşılayamaz hale gel mektedir. Bu durum sağlandıktan sonra da, «bütün şivelere Rus alfabesini, Rus terimlerini ve hatta Rusçaya uygun gramer kaidelerini zorla» getirmektedirler. Böylece, Rusya’daki müslüman Tiirkler arasında, yavaş yavaş ve sinsice meydana getirilen kopukluk sayesinde onlara hakim olmaktadırlar.. Dünya hakimiyeti peşinde koşan komünist Rusya’nın, milli birliğe giden en emniyetli bir vasıtayı bozması, aslında kendi davası bakımından normal görülebilir amma, ya bizde olanlar...

İçimizdeki gafillerin ve hainlerin de desteğiyle, komünistler tarafmdan devamlı saldırıya uğrayan iki kalemiz var bugün: Dinimiz ve dilimiz...

Cemiyet fertlerini birbirine bağlıyacak ve harici tecavüzlere karşı müdafaayı ve kenetlenmeyi sağlıyacak bu iki kale, herhalde hiçbir bozguncunun işine gelmemektedir.

Bilhassa kızıl Rusya’nm bu iki manevi gücümüze karşı alâkasız kalması düşünülemez. Nitekim, din konusunda olduğu gibi, dil konusunda da boş durmamıştır.

İstanbul ve Boğazların hayaliyle asırlardır yanıp tutuşan Rusya, bu hedefine gidecek yollardan biri olarak, Tiirkçenin bozulması planlarını yıllar önce düşünmüştür. Moskova'nın emriyle hazırlanan Türkçeye suikast programı, diğer Türk illerine tatbik olunandan pek de farklı değildir. «Türkçenin sentaksına ve namusuna da aynı merkezden çıkan emirlerle el uzatılmış, aynı erkan-ı harp heyetinin kararlarıyle hücuma geçilmiştir. Bu yoldaki faaliyetlerini çok sıkı ve esası tutmuş olan Rusların hiçbir fedakârlıktan kaçmamış oldukları bugün tesbit edilmiş gerçeklerden biridir.Bilhassa Dil Kurumu’nun içine sızarak Türkçe’nin katliamını,her yıkıcı harekette olduğu gibi,bir ilericilik hamlesi olarak okumuş yazmış zümreye kabul ettirmek hünerini göstermişlerdir.

...Şurası artık tarihin dudağına mal olmuş bir hakikattir ki, Türkiye’deki (Dil Devrimi) ve An Türkçe adını taşıyan katliam, şimal komşumuzun kendi hudutları içinde bulunan Türk kavim ve kabilelerine tatbik ettiği bölme ve parçalama politikasını Türkiye Türklüğüne de İntikal ettirmiş olmasının bir neticesidir.»

Oysa ki Ruslar komünist ihtilali gerçekleştikten sonra,katiyyen birbirlerine dokunmamışlar,olduğu gibi muhafaza etmişlerdir. Be husustaki görüşünü Stalin şöyle anlatıyor :

— Rus dili, Ekim Devriminden önce nasılsa genellikle öyle kalmıştır.

...Rus dilinin temelini oluşturan ana söz dağarcığına ve dilbilgisi sistemine gelince, bunlar, ...ortadan kalkmak ve yerlerini yeni bir ana söz dağarcığına ve yeni bir dilbilgisi sistemine bırakmak şöyle dursun, oldukları gibi kalmışlar ve hiç bir önemli değişikliğe uğramamışlardır; modern Rus dilinin temeli olarak kalmışlardır.»

Demek oluyor ki, komünist Rusya,kendi dili için reva görmediği bir lisan suikastini yıpratmak istediği milletler için kullanmaktadır. Ve hele de başka yollarla netice alamadığı müslüman Türkiye’de «arılaştırma» «özleştirme», perdeleri altında çalışmakta, çalışacakları içimizden bulmaktadır.

Köprü Dergisi
Devamını Oku »

İngilizler ve Milli Mücadele

..İngilizlerin elinden silah ve cephane kaçırılması da, L. Kinross tarafından aynı eğlenceli üslupla anlatılmaktadır.
Mustafa Kemal’in Mütareke’den sonra 13 Kasım 1918’de İstanbul’a Eprimesinden. Samsun’a görevli olarak hareket etmesine kadar geçen 6 aylık süre içindeki temas ve faaliyetleri üzerinde fazlaca durulmamıştır. İngilizlerin Mustafa Kemal’e düşman oldukları, kendisini her zaman takip ettirdikleri, engellemeye çalıştıkları yolundaki alışılmış tezin, bilhassa bu konuda hiçbir delile dayanmadığı anlaşılmaktadır. Mustafa Kemal’in bu süre içinde Ingilizler ve diğer İtilaf devletleri ilgilileri tarafından herhangi bir takibata maruz bırakıldığı konusunda hiçbir bilgi yoktur. Ali İhsan (Sabis) Paşa gibi İstanbul’a çağrıldıktan sonra İngilizler tarafından tutuklanıp (1 Mart 1919) Malta’ya sevk edilen müşahhas örnekler varken, Mustafa Kemal’in İstanbul safahatı üzerinde daha dikkatli konuşmak lâzımdır.

Mustafa Kemal’in İstanbul’a avdetden bir süre sonra, Şişli’den bir ev tuttuğu (Ermeni madam Kasabyan’ın evi, şimdi müze) bilinmektedir. Bu evin İtalyan işgal kumandanlığının karşısında bulunduğu ise fazla bilinmez. Ömer Kürkçüoğlu, “Mustafa Kemal’in evinde yürüttüğü te-maslara karşısındaki İtalyan kumandanlığının herhangi bir engellemede bulunmaması ilginçtir” diyor. Kinros ise, İtalyan yüksek komiseri Kont Sforsa’nın Mustafa Kemal’le ilişki kurup yardım vaat ettiğini yazmaktadır.108 Nitekim, Mustafa Kemal’in İtalyanlar aracılığı ile İtilaf devletlerinin kararlarından önceden haberdar olabildiği bilinmektedir.

Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bulunduğu süre içinde İtilaf devlet-lerinin muharriki olan dünya hükümranı konumundaki İngilizlerle temas kurmuş olabilir miydi? Resmî tarih yazıcılığının böyle bir sorudan şid-detle kaçınması tabiîdir. Buna karşılık, Türkiye’de bütün resmî kişi ve makamların yardımları ile çalışmalarını yürüten ve sonuçta onların tas-vibini alan Lord Kinross bu konu ile ilgili olarak şunları yazmaktadır:

İktidarı elinde tutan Padişahın, Mustafa Kemal'i, kadrosu gitgide daralmakta olan Türk ordusunda önemli bir göreve ataması sözkonusu değildi. Oysa, onun yetkisiz olmaktansa herhangi bir yetkili görevde bulunması, isteklerini, yani Lord Curzon'un çekindiği milli ayaklanmayı gerçekleştirebilmesi için şarttı. Acaba, İtilâf Devletlerinden, hele Osmanlı İmparatorluğundan toprak isteğinde bulunmamış olan İngilizlerden bir mevki koparamaz mıydı? Onlar buradayken elde edilecek bir yetkinin, çekilip gitmelerinden sonra memlekete daha yararlı başka yollarda kullanılabilmesi pekâlâ mümkündü.

Mustafa Kemal, İngilizlerin ağzını dolaylı yoldan aratmaya karar verdi ve aracılığa, tanınmış bir gazeteci olan Daily Mail gazetesinin muhabiri G. Ward Price'ı seçti. Pera Palas otelinin müdürüyle haber göndererek gazeteciyi kahve içmeye çağırdı. Ward Price de Genelkurmayın istihbarat servisindeki albaya danıştıktan sonra çağrıyı kabul etti. Mustafa Kemal onu üniformasıyla değil de, sırtında jaketatay ve başında fesle karşıladı. Ward Price, Mustafa Kemal'i yakışıklı ve erkek tipli buldu. Elini kolunu oynatmadan, sakin ve ölçülü bir sesle konuşuyordu. Yanında arkadaşı Refet Bey vardı.

Mustafa Kemal, gazeteciye, ülkesinin savaşa yanlış safta katılmış olduğunu itiraf etti. Türklerin İngilizlerle hiç çatışmamaları gerekirdi. Bunu sırf Enver'in baskısıyla yapmışlardı. Savaşı kaybetmişlerdi. Şimdi bunu çok pahalı ödeyeceklerdi. Anadolu bölünecekti. Mustafa Kemal, Fransızların ülke içine sokulmalarına karşıydı. Halk, belki bir İngiliz yönetimini daha az güçlükle hazmedebilirdi.

'Eğer İngilizler Anadolu'da sorumluluğu üzerlerine almak niyetindeyseler tecrübeli valilere ihtiyaçları olacaktır,' dedi. 'Bu sıfatla yardımı arzedebileceğim bir makamla temasa geçmek isterdim.'

Ward Price, gizli servisteki albaya bu konuşmayı anlattı. Albay bunun üzerinde durmayarak, 'Yakında iş isteyen daha bir sürü Türk generali çıkacak,' dedi.

İngiliz İstihbaratı Millî Mücadele döneminde de çok müessir olmuştur, İngiliz istihbaratının Anadolu’da olup bitenleri bütün ayrıntıları ile takip ettiği anlaşılmaktadır. Araştırmacı diplomat Bilal Şimşir, İngiliz belgelerine dayanarak hazırladığı “Sakarya'dan İzmir e ” adlı kitapta, İngilizlerin Ankara yönetiminin ve ordusunun bütün mahrem bilgilerine sahip olduğunu yazıyor:

İstanbul’daki Müttefik Orduları Başkumandanlığı, 20 Ağustos’tan başlayıp 13 Eylül’e kadar Türk ordusunun sırlarını ayrıntılarıyla ele geçirmişti. Batı ordusunda Türk kuvvetlerine verilen günlük emirler, Türk birliklerinin harekâtı, Batı Cephesi kumandanlığının tutumu vs. geceli gündüzlü, saati saatine, İstanbul’da General Harington’a iletilmişti. İngiltere arşivlerinde bu konuda pek çok şifre telgraf vardır. Türkiye için ölüm kalım savaşı denilebilecek olan Sakarya Meydan Savaşı boyunca en gizli askeri sırların nasıl olup da saati saatine karşı tarafın eline geçmiş olduğu düşündürücüdür.

İngilizlerin Anadolu’daki casus teşkilatı, son derecede gizli haberleri alıp ilgili merkezlere zamanında ulaştırıyordu. TBMM’nin gizli oturumlarında yapılan konuşmalar, Batı cephesi karargâhının gizli emirleri “günü gününe, hatta saat hesabıyla” İngiliz işgal orduları kumandanlığına ulaştırılıyordu.

Bugünün tabiriyle, söylersek: îngilizler Millî Mücadele sırasında cephe dahil, her sahadan “anlık istihbarat akışı” sağlayabiliyorlardı!
Ingiliz istihbaratının, sadece Büyük Taarruz sözkonusu olduğunda, böyleşine bilgileri merkeze ulaştırmaması da ilginçtir. Anadolu’da olup bitenleri gizli Meclis oturumlarından Batı cephesi karargâhının emirlerine kadar takip edebilen İngiliz casus teşkilatının sırf bu harekât konusunda başarısız görünmesi yoruma muhtaçtır. Türk yetkilileri istedikleri zaman bu kadar ayrıntılı ve anlık istihbaratı önleyebildiklerine göre, bunu neden daha önce yapmamışlardır? TBMM’nin gizli oturumlarından bilgi sızdırılması bir dereceye kadar açıklanabilir bir husus olmakla birlikte, ordu karargâhından bilgi sızdırılmasının izahı güçtür, hatta mümkün değildir. Sakarya Savaşı’ndan sonra Yunanlıların netice alamıyacağına kesin kanaat getiren îngilizlerin, Büyük Taarruz’la ilgili harekatın bilgilerinin Yunanlıların eline geçmesini istemediklerinden böyle bir istihbarat akışından kaçınmış olabilir mi, sorusu da akla gelmektedir.

D.Mehmed Doğan - Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş
Devamını Oku »

"Ordular İlk Hedefiniz Akdeniz’dir"

Mustafa Kemal Paşa’nın ‘Ordular ilk hedefiniz Akdeniz ’dir ’ emrinden sonra, ikinci hedef, halen işgal altında olan İstanbul ve Trakya olmalıydı. Ancak Mustafa Kemal bir süre İzmir’den ayrılmamış, kuvvetleri de İstanbul’a doğru harekette ağır davranmışlardır. Mustafa Kemal, Yunan ordularını İzmir’e kadar süren hareketle gösterdiği tavrını, İstanbul’daki müttefiklere, bilhassa İngilizlere karşı göstermemiş/gösterememiştir.

Bu sıralarda Mustafa Kemal’in ordusuyla İstanbul’a girmesi, İstanbul ile Ankara arasındaki ayrılığın hemen çözümlenmesini gerektirecekti. Bunun İngilizlerce de istenmemesi yüzünden millî kuvvetlerin istanbul’a girmesine karşı tavır almış olmaları muhtemeldir.

Ordusuyla İstanbul’a girmiş bir Mustafa Kemal’in ya işgalcilerle çatanası -bu durumda Padişah ve İstanbul Hükümeti ’nin de ortak hareket ettiği bir cephe oluşacaktır- ya da işgalcilerin tarafsız kalması hâlinde ise İstanbul yönetimiyle meselesini halletmesi gerekiyordu. Bunun kuvvet kullanılarak gerçekleşmesi ise en azından halk psikolojisi açısından olumsuz sonuçlar doğurabilirdi.

Padişahla karşı karşıya gelecek bir Mustafa Kemal’in ya ona bağlılıklarını arz etmesi, ya da ihanetini ileri sürerek tahtından indirmesi veyahut da ortadan kaldırması gerekirdi. Fakat bu raddede Padişah’ın hain olduğunun geniş kitlelere kabul ettirilmesi mümkün değildi. Bu durumda en uygunu Padişah’ın îngilizler eliyle İstanbul’dan uzaklaştırılmasıydı. O sırada Ankara yönetiminin İstanbul’daki temsilcisi olan

Refet Paşa’nın konuyla ilgili mütalaası şöyledir: “Padişahı îngilizler kaçırırsa Türk milleti hiçbir gün Vahideddin ’in bu hareketini affetmeyecektir. Biz tutar ve yakalarsak, bu sefer, millet bizi affetmeyecektir. ”

D.Mehmed Doğan, Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş
Devamını Oku »

İstiklâl Mahkemelerinin Hukuk Anlayışı

İstiklâl Mahkemeleri, temel adalet icapları ile hukukun genel prensiplerine uyma bakımından bir gayret içinde olmadıkları gibi, kanunla ve Meclis kararıyla kurulmuş olmalarına rağmen kanunlara uyma hususunda da hassasiyet göstermek ihtiyacını hissetmiyorlardı. “Şark İstiklâl Mahkemesi’nde Savcı Süreyya Bey’le tartışırken, üyelerden Müfit Bey'in 'Bizim belli, millî bir amacımız vardır. Ona varmak için arasıra kanunun üstüne de çıkarız’ demesi egemen anlayışı yansıtmaktadır.”

M.Tunçay, Türkiye Cumhuriyetinde Tek-Parti yönetiminin Kurulması,169
Devamını Oku »