Menemen Vak'ası Sonrası

Menemen Vak’ası, ülkeyi yönetenlerin yönetim tarzı, halka, dindarlara, basın ve yayın araçlarına bakışları konusunda çok ilgi çekici ipuçları vermektedir. Bizzat M. Kemal Paşa, halkın gözünün korkutulması için mahkûm olanların birer ikişer tecziye edilmesi, hepsinin nihayete bırakılmaması gerektiğini söylemekte ve cezalandırılmayan halkın sürülmesini istemektedir. Çünkü hadiseye karışsın karışmasın bütün halk suçludur.

Bazı gazeteler yayınlarıyla hükümetin korkulacak bir şey olmadığını telkin etmişler böylece muhaliflere cesaret vermişlerdir. Hükümetin korkulması gereken bir şey olarak kabul edilmesi enteresandır. Hükümetin korkulacak bir şey olmadığı intibaı uyanmasına yol açan gazeteciler, Divan-ı Harbe çıkarılmalı, cezalandırılmasalar bile korkutulmalıdırlar. “Hiç bir şey yapılmasa bile Divanıharpte sorguya çekmek lâzımdır.” M. Kemal Paşa, “hürriyet asrında mevkute sahiplerinin yerleri mahpesler değildir” sözlerine de takılmaktadır.
Kadınların dine yönelişleri de yöneticileri rahatsız etmektedir. Kadın hakları konusunda büyük yenilikler yapmak iddiasında olan cumhuriyet yönetiminin, kadınların eğilimleri konusunda sınırlayıcı olduğu görülmektedir. Bu noktada Mustafa Kemal’in bir talimat sayılabilecek sözü şöyledir:

"Bunlara müsamaha etmek doğru değildir. Kumandanlar bilmelidirler ki bu tarikat yok edilecektir, siyasî irtibat aranacaktır.”

Gazi Paşa’nın hitap ettiği komutanların da aynı fikirde olduğu Kâzım Paşa’nın “Bu tarikat muzır bir yılandır, mahvedilmelidir.” ve İsmet Paşa’nın “Başkumandana seferde idam selahiyeti verileceği Teşkilat-ı Esasiyeye girmelidir. Bunda idam cezası Meclise aittir” sözlerinden anlaşılmaktadır. '

D.Mehmed Doğan, Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş
Devamını Oku »

Batı Artık Yeni Asimilasyon Politikaları Arayışına Girmiştir

Modernlik geleneksel toplumlara ait yapısal unsurları yok etmemiş, onları dönüştürerek yeni biçimler ver­miştir. Bu çerçevede modem toplumlara ait birey, devlet, egemenlik, bilim gibi yapı­sal unsurların bir değişime uğraması şaşırtıcı olmamalıdır. Otoriter ve totaliter devlet biçimlerini ve ötekine varolma hakkı tanımayan ideolojileri modernliğin ölçütü olarak algılarsak bunların zayıfladığı süreçte “tarihin sonu”nun (Fukuyama, 1994) geldiğini söyleyebiliriz. Fakat bu söylemimizi on yıl sonra sürdürmekte zorluk çekebiliriz. Hiç­bir toplum bilimci veya felsefecisi XXI. yüzyılın ilk on yılının XX. yüzyılın son on yılından daha özgürlükçü olduğunu veya bireysel özgürlüklerin devlet gücü karşısın­da daha genişlediğini söyleyemez. 10-15 yıl gibi yakın bir geçmişte bir özgürleşme aracı olarak çokkültürlü toplumdan coşku ile söz edildiğini biliyoruz. Bugün ABD’nin ve Avrupa Birliği ülkelerinin liberalizmin şampiyonluğuna talip olmaktan vazgeçerek yeni asimilasyon politikaları arayışına yöneldiği bilinmekte. Dünyada zenginler ile yoksullar arasındaki gelir dağılımı uçurumunun genişlediği bir süreçte kapitalizmin sonunun geldiğinden söz etmek bir yanılsama olabileceği gibi; kültürel, dinsel ve etnik farklılıkların toplumlar ve topluluklar arasında kalın duvarlara dönüşmesini görmeyerek Berlin Duvarının yıkılışını tarihin sonu olarak değerlendirmek de bir yanılsamadır.

Kaynak:

Hece Dergisi-Postmodernizm-Özel Sayısı
Devamını Oku »

Atatürk Cumhuriyetçidir, Fakat Onun Cumhuriyeti Demokrasiyi Öngörmez

Atatürk’le ilgili birinci elden otantik bir belge niteliğinde olan Nutuk incelenirse, görülecektir ki, Atatürk cumhuriyetçidir, fakat onun cumhuriyeti demokrasiyi öngörmez ve bu kelimeyi Atatürk Nutuk un hiçbir yerinde telaffuz etmez. Atatürk için çok genel bir halk tasvibi daha sonra yapılacaklar için yeterlidir. Nitekim, daha Lozan müzakereler» tamanlanmamışken, içinde “İkinci grup” olarak adlandırılan muhalif unsurları ihtiva eden Millî Mücadele Meclis’ini dağıtıp, Lozan'ı tasdik edecek bir yapıda yeni bir Meclis oluşturmaya karar verdiğinde, kendi başkanlığında bir seçim komitesi oluşturur. Bu komitenin ilk toplantısında ilk teklifi “millet bana güvenoyu versin ve meb’usların seçimini bana bıraksın’olur.Yapılanları halka tasdik ettirmek veya halkın tasvib ettiğini yapıyor görünmenin siyaset literatüründeki adı bonapartcılık;bonapartizmdir,

Mustafa Kemal Nutuk’da “Şekl-i hükümet cumhuriyettir Fakat hükümetin yalnız adını değiştirmek hiç bir fayda temin etmez... Amerika ’da yirmi kadar memleket vardır ki hepsinin ismi de cumhuriyettir, irsi bir hükümdar yerine, zorla riyaseticumhura çıkmış bir mütegallibe görürüz. Reisicumhur namını taşıyan müstebit, keyfemayeşa idare-i hükümet eder. Bir hükümdar-ı mutlak gibi keyif ve hevesinden başka kanun tanımaz ” diye yazan gazeteci Hüseyin Cahit’i şiddetle eleştirir. Hüseyin Cahit (Yalçın) İstiklâl Mahkemesine çıkmaktan, meslekten men edilmekteâ, sürgün cezasına çarptırılmaktan kurtulamaz.

Kemalistler cumhuriyeti demokrasi ile karıştırmakta böylece, demokrasinin sadece cumhuriyetle mümkün olduğunu vurgulamaktadırlar. Cumhuriyet’ten önce Türkiye’de demokrasinin olmadığını söylemek kolaydır. Bunu kolayca söyleyenlerin, Cumhuriyetin demokrasi getirdiğini söylemekte aynı kolaylığa sahip olduklarını sanmıyoruz. Halbuki cumhuriyet demokrasi ile özdeş değildir. Demokrasinin beşiği sayılan İngiltere bir krallıktır. Buna karşılık, adında “demokratik”, “halk” vb. kelimeler bulunan bir çok devletin demokrasiyle hiç bir ilgisi olmadığı ortadadır. İsimle mesele çözmek mümkün değildir, asıl gösterge, uygulamadır.

Mehmed Doğan, Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş
Devamını Oku »

İnsan Üstü Bir Liderlik Anlayışı; Atatürkçülük

Atatürk demokratik gereklere uymak için değil, diktatör görüntüsü vermemek ve teşkilatlı bir siyasetin sağladığı imkânlardan dolayı kurullara, kuruluşlara önem vermiş, bunun için kongre, Heyet-i temsiliye, Millet Meclisi ve siyasi parti teşkil etmiştir. Fakat sistemi içinde başka grup ve partilerin muhalefetine yer vermemiştir. Lider, onun partisi, halk için gereken her şeyi yaptığından, muhalefete ihtiyaç yoktur. Bu sistemde muhalefetin yapabileceği bölücülük ve bozgunculuktan başka bir şey olamaz.

Atatürkçülük, Atatürk’ün sağlığından itibaren tam bir lidere tapınmaya dönüşmüştür. Lideri ululamak-yüceltmek için kullanılan sıfatlara bakılırsa takipçilerinin, gücü geniş bir alanı kuşatan böyle fevkalbeşer/insanüstü bir liderin ardından her hangi bir şey yapmaları, varlık göstermeleri mümkün değildir (gerekli de değildir, çünkü lider en mükemmelini  yapmıştır). Mustafa Kemal’in ilk sıfatları kurtarıcılıkla ilgili olanlardır:

Halaskar, müncî. Daha sonra bu iki osmanlıca sıfatın yerine “kurtarıcı” denilmişir. Öncekiler “ulu” (Ulu Müncî), “âzam” (Müncii âzam) sıfatı ile kullanılırken, sonuncusu “büyük-yüce” sıfatlarıyla kullanılır olmuştur.
Daha sonra, “bânî”sıfatı gelmektedir. Bu da “kurucu” demektir. Mustafa Kemal’in devlet kuruculuğu bu sıfatla anlatılmaktadır.

Mustafa Kemal kurtarıp kurduktan sonra tabiî olarak liderlik, önderlik sıfatlarıyla öne çıkmıştır. Bu seriden “şef’ sıfatını da unutmamak lâzımdır. Önder “büyük, yüce, ulu” gibi sıfatlarla birlikte kullanılmaktadır. Şef ise -daha sonra bir de millî şef olduğundan- “ebedî” (sonsuz) sıfatıyla birlikte kullanılmaktadır. Önderlik kurumu, hamiliği (koruyuculuğu), mürşitliği (yol göstericiliği), mürebbiliği (eğiticiliği-yetiştiriciliği), vasiliği (denetleyiciliği) beraberinde getirmektedir. Bunları “dâhi” sıfatı tamamlamaktadır. Mustafa Kemal’in çok alandaki önderliği, millî eğitim camiasında “baş-öğretmen”, tarım bürokrasisinde “baş-çiftçi” olarak anılarak vurgulanmaktadır. .

Bu topraklar üzerinde otoriter devlet anlayışına sahip bir tarih yaşanmıştır. Devlet bu anlayışa göre Allah için, din içindi. Bu yüzden devlet kudsiyet/kutsallık taşıyordu. Devlet halkından, tebasından sorumluydu. «İyiyi emretmek, kötülükten uzak tutmak» (emr-i bil’maruf, nehy-i anil münker) vazifelerinin başında geliyordu. Bu durum, devlete, insanların şahsiyet haklan dışında geniş bir müdahale alanı bırakıyordu.

Bu devlette, devletin hedefleriyle halkın amaçlan arasında bir ayırımı yoktu, ya da olamazdı. O yüzden devlet içinde menfaate, inanca ve düşünceye dayanan iktidar gruplaşmalarına yer verilmemişti.

1923’te resmen bu devlet anlayışı terk edildi. Seçimli bir yönetimi öngören, Hakkın emirleri de sözkonusu olsa halkın iradesini esas alan bir yönetim sisteminin temelleri atıldı. Uygulamaya bakarak bu temellerin 1950’lere kadar sadece kağıt üzerinde kaldığını söylemek yanlış olmaz. 1950 öncesinde yaşanan, totaliter, otoriter ve hatta diktatörce bir yönetimdi. Tarihen yaşadığımız totaliter, otoriter devletten farklı tarafı, kutsallığın halk adına devlete, bir veya daha fazla yöneticiye atfedilmesiydi. Osmanlılarda devlet, amacı itibarıyla kudsiyet taşıyordu. Cumhuriyet döneminde ise devlet bizzat kutsallığın kaynağı sayıldı.

Oysa «demokrasi»nin sözkonusu olduğu bir yerde, «devletin kutsallığından söz etmek anlamsızdır. Halk ve halkın oyu önemlidir. Devletin müdahale alanı demokratik sistemde asgarîye indirilmiştir. Hatta demokrasinin beşiği olan ülkelerde «en iyi yönetim, insanlara en az karışanıdır» prensibi caridir.

Bundan ötürü, demokrasinin demokrasi olması için menfaat gruplarının, inanç ve fikirlerin kurumlaşmasına karışılmaması gerekmektedir. Mesela sendikalaşma, partileşme üzerindeki müdahaleci zihniyete son verilmesi icab eder. En önemlisi dinin, yönetimden bağımsız kurumlaşmasının kabul edilmesi gerekir.

Türkiye’de ise «işine geldiği zaman demokrasi, aklı kesmediği zaman kutsal devlet» denilmektedir. Bu ise, sistemin çifte kişilikliliğinin devamından başka bir şey değildir.

Mehmed Doğan, Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş
Devamını Oku »

Kîni Dine Tercih Edenler

Anlaşılıyor ki kadın ve erkek farkı gözetmeden hepimiz “boynu­muzda bükülmüş iplerden oluşan” bir halat taşımaktayız. Yani potan­siyel olarak iyi ve kötü adına her türlü zıddıyeti/polariteyi/zevciyeti içimizde bulunduruyoruz. Her zaman diliminde “kîni dine tercih edenler” ve peygamber mirasının tebliğcilerine düşmanlık besleyerek vahyî hakikatlerin duyulmasına/yayılmasına mânî olanlar bu âyetin kapsamı içerisindedirler. Allah “Bezm-i Elest'’ de kendisine verdiğimiz söze sâdık kalmamızı bizden istiyor. “Ahde vefâ”ya sadâkat göstere­rek hakikati basit menfaatlerle değiştirmeyin diyor. Böyle yapanları da “Yeminleri bozmada, ipliğini kuvvetle eğirdikten sonra bozup par­çalayan kadın gibi olmayın'' âyetiyle uyarıyor.

Necmettin Şahinler,İpler Kopmadan
Devamını Oku »

Hayatın Anlamı Üzerinde Durabilmek

modern

İçimizdekini değiştirmedikçe, dışımızın da değişmeyeceğini bir türlü düşünemiyoruz. Ne zaman yakınımızdan ve ailemizden birini -kendi mantığımıza göre- “zamansız” kaybettiğimizde kırmızı ışıkta bir dakika durma süresi kadar değişmez gerçekle karşı karşıya geliyoruz, ama bu da yetmiyor. Çünkü yeşil ışık yandığında arkada birikmiş arabaların ısrarlı klaksonları bizi hemen harekete geçmeye zorluyor. Modernizm, hayatın anlamı üzerinde durmak, düşünmek ve ibret almak için bir boşluk tanımıyor bize. Güçlü bir selin önünde hızla yuvarlanıyoruz, sığınacak bir kaya, tutunacak bir dal ve bizi buradan kurtaracak güçlü bir ele/ipe ihtiyacımız var.'

Necmettin Şahinler, İpler Kopmadan
Devamını Oku »

Modern Dünyadan Çıkış Yolu

Modern Dünyadan Çıkış Yolu

Yaşadığımız dünyâ sanallığa doğru büyük bir hızla gidiyor. Yedi­ğimizden içtiğimize, duyduğumuzdan gördüğümüze neyin sahte neyin gerçek olduğunu anlayamıyoruz. Çağdaş dünyânın sihirbazları,sıkı dumanın sihirbazlarına göre gözlerimizi boyamada, aklımızı  çelmede çok daha hünerli ve marifetli. Dev alışveriş merkezleri, parlak neon ışıkları, bitmek bilmeyen ihtiyaçlar, cazip elektronik eşyalar, doyumsuz zevkler, krediler, tatil programları, lüks evler, model model arabalar büyülemiş bizi. Fareli köyün kavalcısının flütünün peşinden koşar gibi koşuyoruz bunların peşinden. Modern sihirbazların vehim ve hayâli zorlayan ipleri her yanımızı sarmış. Büyülü ve sahte bir rüyadan uyanmaya hiç, niyetimiz yok. Tılsımlı bir hayatın kapsama alanı içerisindeyiz her an.

Bugün hakikatin asasına acil ihtiyacımız var. Bize, bu görünenle­rin sanal bâtıl olduğunu gösterecek, bizi kendimize getirecek, yaldızlı eşyanın makyajını dökecek, taklitten tahkîke yöneltecek, doğru zan­nettiklerimizi unutturacak, mâsıvâya bağlı iplerimizi yutacak, yeniden îman ettirecek, eşyanın gerçeğiyle tanıştıracak, kısaca Allâh ve O’nun Resulü ile tekrar barıştıracak bir asaya. Ama eğer bu asâ ile buluşama­mışsak ve halâ sihirli dünyânın bağlayıcı ipleri bize daha sevimli geli­yorsa, işte o zaman şu âyeti -yeniden iniyormuş gibi- tekrar tekrar okuyalım.

De ki: “Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir ticaret ve beğendiğiniz meskenler size Allah’tan, peygamberinden ve O’nun yolunda cihattan daha sevgili ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin! Allah, fasık topluluğu doğru yola erdirmez.”

Necmettin Şahinler,İpler Kopmadan
Devamını Oku »

Batı Kendi Değerlerini Evrensel Olarak Takdim Etmektedir

Gerçekten de modernitenin evrensellik iddiası da anlamsızdır ve her geçen gün erozyona uğramaktadır. Tüm evrensellik iddialarına karşılık yerellik duyguları geliş­mektedir. Evrenselliğin araçları gibi gözüken bazı olgular, iletişim, teknoloji tek dü­zeliği ve monotonluğu sarsmaktadır. Kaldı ki nereden bakarsak bakalım Batı toplum­lumun kendilerine özgü olan ama başkalarına evrensel diye takdim edilen değerlerin yanlı olduğu her geçen gün daha iyi anlaşılmakta ve bu toplumların haklı tepkilerine sebep olmaktadır.

Esasen evrensel değer, nerede ve hangi toplumda ortaya çıktığı belli olmayan ve insanlığın ortak değeri olarak algılanan değerlerdir. Bir yerlerde çıkmış ve hala adre­si belli olan ve arkasında hala sahibinin koşturduğu değerler evrensel değil ancak kü­resel olabilir. Bunun da en açık örneği modern Batı değerleridir. Ne önemde olursa olsun çoğu kere zorlamalı bir biçimde yer küresine yayılmaktadır. Örneklemek gere­kirse adalet bir evrensel değerdir, ama ne denli yararlı bulunursa bulunsun demokra­si bir küresel değerdir. Her kültür öncelikle sahibinin çıkarlarını temsil eder. Demokrasi bile bunun dışında değildir. O, kim ne derece yararlanırsa yararlansın sınai kapi­talist dönüşümün siyasi bir araçsal yapısıdır.

Kaynak:

Hece Dergisi-Postmodernizm Özel Sayısı
Devamını Oku »

Reform Ve Rönesans'ı Bir İlerleme Olarak Niteyele Bilirmiyiz ?

reform

Modern batı medeniyetini, salt maddî boyutta geliş­miş yegane medeniyet olarak gören ve gelişmesini ürkü­tücü olarak niteleyen Guénon, bu ‘gelişmenin başlangı­cını‘ Hristiyanlık düşünce yapısıyla, ‘feodalite’ düzeni­nin de sonunu gösteren’’ Rönesans dönemiyle ayni an­da başlatmaktadır. Ürkütücü olan bu başlangıç, fikrî (in­tellectuel) bir gerilemeyi de beraberinde getirirken, Ortaçağ düşünce dünyasındaki çözülmeler için bir sonuç oluşturmuştur. ‘’Rönesans ve reform hareketleri, bilhas­sa neticedirler; ancak önceden olan bir çözülme ile müm­kün olabilmişlerdir’’ Buna göre ‘rönesans’ ve ‘reform’, tüm geleneksel yapılara da yansıyacak bir çıkış oluştur­mak üzere, Hristiyan geleneksel yapısıyla olan çatışma­yı ve kopukluğu tamamlamıştır. Rönesans, ilim ve sanat alanında, reform ise din alanında bu kopukluğun kesin göstergeleri olmuştur. Ne var ki, skolastik zihniyete kar­şı bir oluşum göstermesine rağmen, bir ilerleme ve yük­selme hareketi olarak niteleye bilir miyiz, reform ve röne­sans hareketlerini?

Göreli değerler açısından değerlendirenler için bir ‘ilerleme’ sayılırsa da, sonuçları ve etkisinin sürekliliği bakmandan hiç de böyle görülmemektedir. Bir ilerleme olarak değil, ama daha pervasız düşünce ve hayat tarzlarına doğru, sadece bir gelişme olarak görülebilir. ‘Bize göre aşırı ve anormal olan bu gelişme, duyu organlarıyla al­gılamayı her şeyin üstünde tutan kimselere bir ilerleme gibi görünmekten geri kalmamıştır. İkame ettiği de­ğerler bakımından nasıl değerlendirmeliyiz?

Geleneksel bilgilerin kaybolmasıyla bunların yerini, artık bundan böyle felsefe ve profan bilimler, yani gerçek ‘entellektüellik’in inkar edilmesi, bilginin en aşağı dü­zenle sınırlanması, olguların hiçbir prensibe bağlı olma­yan deneysel ve analitik yolla araştırılması, sayısız ay­rıntıların içinde kaybolma, hiç durmadan birbirlerini çü­rüten, temelden yoksun tezlerin ve modern medeniyetin fiili tek üstünlüğünü oluşturan pratik uygulamalar ha­riç, bunun dışında hiçbir şeye götürmeyen ve bütünlük­ten yoksun görüşler yığını almıştır.Rönesans anlayı­şıyla, algılama gücünün alanı küçültülmüştür. Sadece, soyut ve dogmatik kavrama tarzına geçerlilik tanıma aşırılığından, onu bütünüyle dışlayan, salt maddî olan kavrama biçimine üstünlük tanıma aşırılığına geçilmiş­tir. Mevcut Batı uygarlığını bir 'sapma haline dönüştü­ren de, işte, maddî ve duyusal düzenin abartılarak, her şeye hakim kılınmış olmasıdır.

Ortaçağ geleneğine karşı bilinçli ve iradî bir tepki oluşturan Rönesans, öte yandan Greklerle başlayıp Roma ile devam eden, ancak Hristiyan Ortaçağında bir kesintiye uğrayan ‘beşerilik’ niteliğinin yeniden uyanma çağı olmuştur. Burada, ‘klasik önyargısı' dediğimiz du­rumla karşılaşmaktayız. Rönesanstan sonra Batıklar, kendilerini hassatan Grek-Roma antik dünyasının vari­si ve sürdürücüsü olarak görmeye, bunun dışındaki bü­tün şeyleri ise, sistemli bir biçimde tanımamaya veya bil­mezlikten gelmeye başladılar. Hakikati bir bütün ola­rak kavrama konusunda birçok şeyin ölümünü hazırla­yan Rönesans, eşyanın görünümüne ve kabuğuna ait bil­gi ve tezahürlere, gerçeğin tamamıymış gibi tutunmayı getirdi. Skolastik aşırılığa, salt maddî-bilimsel aşırılıkla cevap vermiş oldu. Dahası, her şeyi salt beşerî ölçülere indirgemek, ilmi ve ahlakî, tüm prensipleri Mutlak Prensip’ten soyutlamak ve sembolik bir deyimle, yeryü­zünü fethetmek gerekçesiyle ‘Sema’ ya sırt dönmek anla­mında, Hümanizma’ ile özdeşleşerek, profan bir var­lık anlayışının ilk biçimini oluşturdu.«

Rönesans düşüncesi böylece, zekanın fonksiyonunu eşya üzerinde sınırlayıp, bütünüyle pragmatik bir gaye­ye bağlamıştır.

Kaynak:

Sadık Kılıç-Fıtratın Dirilişi
Devamını Oku »

Dinlerini Oyun-Eğlence Yapanlar

Dinlerini Oyun-Eğlence YapanlarVay haline o gün yalanlayanların.Ki onlar, daldıkları bir batak (bâtıl)da oynayıp duruyorlar.O gün onlar cehennem ateşine itilip kakılacaklar (Onlara): "İşte yalanlayıp durduğunuz ateş budur" (denilecek).

Ayette geçen Nâr-ı Cehennem” yani ''Cehennem ateşi'' ifâdesi, hakikati yalanlayanların katlanmak ve dayanmak zorunda kalacakları İlâhî bir cezâdır. Çünkü bu onların kendi yaptıkları tercihlerinin so­nucudur. Cehennem, inkâr edenleri çepeçevre kuşatacak bir gerçek­liktir. Ve yedi kapısıyla, sönmeyen sürekli ateşiyle, doymak bilmeyen özelliğiyle, kaynarken çıkardığı sesiyle, yüzleri yala­yan, dişleri sırıtan aleviyle, boyunlarında halkalar ve zincirler olan günahkârları bir elbise gibi saracaktır. Ve bu durumdan ne za­man kurtulmaya çalışsalar, onlara şöyle seslenilecektir: ''Tadın (bu) yakıcı azâbı [sonuna kadar]''

Yine âyette ''boş şeyler” olarak çevrilen “fî havdın” ifâdesi, gerçek karşılığı ile “hayâlı/sanal yaşam” demektir. Allah’ı hesaba katmayan, manevî değerleri hiçe sayan, insânlığın hayrı yerine sadece şan-şöhret ve dünyevî mal-mülk için çabalayan inşânın fayda sağlamayan yaşamı. Böyle bir yaşamla oyalanmak, deniz kıyısında saatlerce uğraşarak kumdan kuleler yapan çocukların oyunu gibidir. Sonunda küçük bir dalga/bir dokunuş onu kolaylıkla yıkacak ve ona eşlik eden hayâller bir anda sönecektir. Veya Kur’ân’ın bir başka benzetmesiyle, onların yapıp-ettikleri şiddetli rüzgârın savurduğu kül gibi uçup gidecektir:

“Rablerini inkâra şartlanmış olanların yapıp-ettikleri, fırtınalı bir günde rüzgârın hışımla saçıp savurduğu küle benzemektedir; böyleleri kazandıkları [iyi şeylerden de âhirete hiçbir yarar sağlayamazlar; çunku Allah’a karşı sergiledikleri bu ¡inkârcı tutum] sapıklıkların en kötüsüdür. ”

Sanal/hayâl bir yaşamın sonu hüsranla biten oyalanması yerine, Allah’a ve O’nun Resûlü’ne inanmanın mutluluğu ile örülmüş bir ya­şamı tercih edenler için “gökler ve yer kadar geniş bir cennet" hazır­lanmıştır. Bu, sonsuz lütuf sahibi olan Allah’ın dilediği kullarına ba­ğışladığı bir nimettir. Ve Allah bizden bu güzelliğe koşmamızı iste­mektedir.

Nisyanın en tehlikelisi insanın kendi Asl'ını unutmasıdır. İnsanın kendi Asl'ını unutması bir anlamda Allah’ı unutması, Allah’ı unutması da kendi zatiyetinin idrakini terketmiş olması, unutmasıdır. Kur’an bunu kendi üslûp güzelliği ve özelliği içinde verirken şu ifadeleri kullanır: “Onlar Allah’ı unuttular, Allah da onları unuttu” (Tevbe/67). Nisyanın karşıtı ve nisyandan kurtulmanın yolu “zikir”dir ki, o da, hatırda tutmak için anmak demektir. Allah’ı unutmamanın yolu Allah’ı zikretmek yani anmaktır.

Kur'an, son peygamber bağlılarını hem unutmanın doğuracağı bozukluklara karşı uyarmak, hem de onların unutma illetinin sonuçlarından ilahi bir rahmetle korunduklarını göstermek üzere, bağlılarına şu duayı önerir: “Ey Rabbimiz! Unutur veya hata edersek, bizi bundan hesaba çekme”

Kurân, dünyâ hayatına aldanarak Allah'ın âyetlerini inkâr eden ve dinlerini bir eğlenceye/oyuna çevirmiş olanların, Hesap Günü’nü unuttuklarını söylemektedir. Bu unutuş, hesap günü gelip çattığında bu imânların karşısına Allâh tarafından unutulmak olarak çıkacaktır.

Dinlerini oyun ve eğlence edinen ve dünya hayatının kendilerini aldattığı kimseleri bırak! Bu vesile ile şunu da ihtar et ki: «Bir kimse yaptıkları yüzünden azabın pençesine düşmeye görsün, o zaman Allah'ın yüce huzurunda O'ndan başka ne bir koruyucu, ne de bir şefaatçi bulunur. Her türlü fidyeyi denkleştirse bile kabul edilmez. Onlar azabın pençesine düşmüş kimselerdir. Nankörlük ettiklerinden dolayı onlara kaynar sudan bir içecek ve gayet acı bir azap vardır.

Allâh için unutmak söz konusu olamayacağına göre, buradaki unutmak "göz ardı’’ edilmek anlamındadır. Yani Allâh, bu kişileri o gun dikkate almayacak, onlara unutulmuş muamelesi yapacaktır, in­sinin böyle bir duruma düşmesi şüphesiz çok trajik bir sonuçtur. Hal­buki Allâh, insânı yeryüzünde hiç de sahipsiz bırakmamış, Rahman oluşundan kaynaklanan yönüyle her türlü rızkı önüne sermiştir. Üstelik bunun yanında insâna ezelde verdiği sözü unutmaması için peygamberler ve kitaplar göndermiştir. Ama bütün bu çağrılara, Allâhın verdiği nimetleri kullanmasına rağmen insan, Ona şükür etmemiş; sanki hiç ölmeyecekmiş, hesaba çekilmeyecekmiş vurdumduymazlığı İle dünya hayatının aldanış, çarklarına kendisini kaptırmıştır. Şimdi ise ahiret gününün unutulmuşları arasına girerek yalnızlığı yaşar hâle gel­miştir. Artık kalem kırılmış, mürekkep kurumuş, kabul edilebilir bir özür imkânı ortadan kalkmıştır.

İnsânın düşeceği bu unutulmuşluk durumunun nedeni, yukarıda verdiğimiz âyetin devamında şöyle verilmektedir: “Çünkü Biz, gerçekten de onlara, inanacak bir toplum için bir doğru yol, içinde bil­giye dayalı ayrıntılı açıklamalarda bulunduğumuz bir kitap ulaştırmıştık.

Anlaşılıyor ki bütün bu olumsuz sonuçları yaşamanın en önemli nedeni, insânların kendilerine bir rahmet/hidâyet rehberi olarak gön­derilmiş olan Kitab'a, olması gereken ilgiyi göstermemeleridir. Âyetin “Kitâbin fassalnâhü ‘ala ilmin” ifâdesinden bu Kitabın hem ilme da­yalı, hem de ayrıntılı açıklamaları içinde bulunduran bir kitap oldu­ğunu öğreniyoruz. Ama gözü sadece dünyevî zevkleri gören insân, kendisine ulaşan bu kitabı ugöz ardı etmiş, âyetlerini inkâr yoluna sapmıştır.

Ey insân! Allah, yarattığı hiçbir varlığa zulüm ve haksızlık et­mez. Teklifi de ancak inşânın kaldıracağı kadardır. Başına ge­lenler ve gelecek olanlar kendi tercihlerinin sonucudur.“Tabağına ne doğramışsan, kaşığına o gelecektir. Hangi ağacı silkelemişsen, önü­ne o ağacın meyvesi dökülecektir. Bu yolda sevmeyeni sevmezler, görmeyeni görmezler, merhamet etmeyene merhamet etmezler, el tutmayana el vermezler, ağlamayana ağlamazlar, kısaca unutanı da unuturlar.

Necmettin Şahinler,İpler Kopmadan
Devamını Oku »