Kîni Dine Tercih Edenler

Anlaşılıyor ki kadın ve erkek farkı gözetmeden hepimiz “boynu­muzda bükülmüş iplerden oluşan” bir halat taşımaktayız. Yani potan­siyel olarak iyi ve kötü adına her türlü zıddıyeti/polariteyi/zevciyeti içimizde bulunduruyoruz. Her zaman diliminde “kîni dine tercih edenler” ve peygamber mirasının tebliğcilerine düşmanlık besleyerek vahyî hakikatlerin duyulmasına/yayılmasına mânî olanlar bu âyetin kapsamı içerisindedirler. Allah “Bezm-i Elest'’ de kendisine verdiğimiz söze sâdık kalmamızı bizden istiyor. “Ahde vefâ”ya sadâkat göstere­rek hakikati basit menfaatlerle değiştirmeyin diyor. Böyle yapanları da “Yeminleri bozmada, ipliğini kuvvetle eğirdikten sonra bozup par­çalayan kadın gibi olmayın'' âyetiyle uyarıyor.

Necmettin Şahinler,İpler Kopmadan
Devamını Oku »

Hayatın Anlamı Üzerinde Durabilmek

modern

İçimizdekini değiştirmedikçe, dışımızın da değişmeyeceğini bir türlü düşünemiyoruz. Ne zaman yakınımızdan ve ailemizden birini -kendi mantığımıza göre- “zamansız” kaybettiğimizde kırmızı ışıkta bir dakika durma süresi kadar değişmez gerçekle karşı karşıya geliyoruz, ama bu da yetmiyor. Çünkü yeşil ışık yandığında arkada birikmiş arabaların ısrarlı klaksonları bizi hemen harekete geçmeye zorluyor. Modernizm, hayatın anlamı üzerinde durmak, düşünmek ve ibret almak için bir boşluk tanımıyor bize. Güçlü bir selin önünde hızla yuvarlanıyoruz, sığınacak bir kaya, tutunacak bir dal ve bizi buradan kurtaracak güçlü bir ele/ipe ihtiyacımız var.'

Necmettin Şahinler, İpler Kopmadan
Devamını Oku »

Modern Dünyadan Çıkış Yolu

Modern Dünyadan Çıkış Yolu

Yaşadığımız dünyâ sanallığa doğru büyük bir hızla gidiyor. Yedi­ğimizden içtiğimize, duyduğumuzdan gördüğümüze neyin sahte neyin gerçek olduğunu anlayamıyoruz. Çağdaş dünyânın sihirbazları,sıkı dumanın sihirbazlarına göre gözlerimizi boyamada, aklımızı  çelmede çok daha hünerli ve marifetli. Dev alışveriş merkezleri, parlak neon ışıkları, bitmek bilmeyen ihtiyaçlar, cazip elektronik eşyalar, doyumsuz zevkler, krediler, tatil programları, lüks evler, model model arabalar büyülemiş bizi. Fareli köyün kavalcısının flütünün peşinden koşar gibi koşuyoruz bunların peşinden. Modern sihirbazların vehim ve hayâli zorlayan ipleri her yanımızı sarmış. Büyülü ve sahte bir rüyadan uyanmaya hiç, niyetimiz yok. Tılsımlı bir hayatın kapsama alanı içerisindeyiz her an.

Bugün hakikatin asasına acil ihtiyacımız var. Bize, bu görünenle­rin sanal bâtıl olduğunu gösterecek, bizi kendimize getirecek, yaldızlı eşyanın makyajını dökecek, taklitten tahkîke yöneltecek, doğru zan­nettiklerimizi unutturacak, mâsıvâya bağlı iplerimizi yutacak, yeniden îman ettirecek, eşyanın gerçeğiyle tanıştıracak, kısaca Allâh ve O’nun Resulü ile tekrar barıştıracak bir asaya. Ama eğer bu asâ ile buluşama­mışsak ve halâ sihirli dünyânın bağlayıcı ipleri bize daha sevimli geli­yorsa, işte o zaman şu âyeti -yeniden iniyormuş gibi- tekrar tekrar okuyalım.

De ki: “Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir ticaret ve beğendiğiniz meskenler size Allah’tan, peygamberinden ve O’nun yolunda cihattan daha sevgili ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin! Allah, fasık topluluğu doğru yola erdirmez.”

Necmettin Şahinler,İpler Kopmadan
Devamını Oku »

Batı Kendi Değerlerini Evrensel Olarak Takdim Etmektedir

Gerçekten de modernitenin evrensellik iddiası da anlamsızdır ve her geçen gün erozyona uğramaktadır. Tüm evrensellik iddialarına karşılık yerellik duyguları geliş­mektedir. Evrenselliğin araçları gibi gözüken bazı olgular, iletişim, teknoloji tek dü­zeliği ve monotonluğu sarsmaktadır. Kaldı ki nereden bakarsak bakalım Batı toplum­lumun kendilerine özgü olan ama başkalarına evrensel diye takdim edilen değerlerin yanlı olduğu her geçen gün daha iyi anlaşılmakta ve bu toplumların haklı tepkilerine sebep olmaktadır.

Esasen evrensel değer, nerede ve hangi toplumda ortaya çıktığı belli olmayan ve insanlığın ortak değeri olarak algılanan değerlerdir. Bir yerlerde çıkmış ve hala adre­si belli olan ve arkasında hala sahibinin koşturduğu değerler evrensel değil ancak kü­resel olabilir. Bunun da en açık örneği modern Batı değerleridir. Ne önemde olursa olsun çoğu kere zorlamalı bir biçimde yer küresine yayılmaktadır. Örneklemek gere­kirse adalet bir evrensel değerdir, ama ne denli yararlı bulunursa bulunsun demokra­si bir küresel değerdir. Her kültür öncelikle sahibinin çıkarlarını temsil eder. Demokrasi bile bunun dışında değildir. O, kim ne derece yararlanırsa yararlansın sınai kapi­talist dönüşümün siyasi bir araçsal yapısıdır.

Kaynak:

Hece Dergisi-Postmodernizm Özel Sayısı
Devamını Oku »

Reform Ve Rönesans'ı Bir İlerleme Olarak Niteyele Bilirmiyiz ?

reform

Modern batı medeniyetini, salt maddî boyutta geliş­miş yegane medeniyet olarak gören ve gelişmesini ürkü­tücü olarak niteleyen Guénon, bu ‘gelişmenin başlangı­cını‘ Hristiyanlık düşünce yapısıyla, ‘feodalite’ düzeni­nin de sonunu gösteren’’ Rönesans dönemiyle ayni an­da başlatmaktadır. Ürkütücü olan bu başlangıç, fikrî (in­tellectuel) bir gerilemeyi de beraberinde getirirken, Ortaçağ düşünce dünyasındaki çözülmeler için bir sonuç oluşturmuştur. ‘’Rönesans ve reform hareketleri, bilhas­sa neticedirler; ancak önceden olan bir çözülme ile müm­kün olabilmişlerdir’’ Buna göre ‘rönesans’ ve ‘reform’, tüm geleneksel yapılara da yansıyacak bir çıkış oluştur­mak üzere, Hristiyan geleneksel yapısıyla olan çatışma­yı ve kopukluğu tamamlamıştır. Rönesans, ilim ve sanat alanında, reform ise din alanında bu kopukluğun kesin göstergeleri olmuştur. Ne var ki, skolastik zihniyete kar­şı bir oluşum göstermesine rağmen, bir ilerleme ve yük­selme hareketi olarak niteleye bilir miyiz, reform ve röne­sans hareketlerini?

Göreli değerler açısından değerlendirenler için bir ‘ilerleme’ sayılırsa da, sonuçları ve etkisinin sürekliliği bakmandan hiç de böyle görülmemektedir. Bir ilerleme olarak değil, ama daha pervasız düşünce ve hayat tarzlarına doğru, sadece bir gelişme olarak görülebilir. ‘Bize göre aşırı ve anormal olan bu gelişme, duyu organlarıyla al­gılamayı her şeyin üstünde tutan kimselere bir ilerleme gibi görünmekten geri kalmamıştır. İkame ettiği de­ğerler bakımından nasıl değerlendirmeliyiz?

Geleneksel bilgilerin kaybolmasıyla bunların yerini, artık bundan böyle felsefe ve profan bilimler, yani gerçek ‘entellektüellik’in inkar edilmesi, bilginin en aşağı dü­zenle sınırlanması, olguların hiçbir prensibe bağlı olma­yan deneysel ve analitik yolla araştırılması, sayısız ay­rıntıların içinde kaybolma, hiç durmadan birbirlerini çü­rüten, temelden yoksun tezlerin ve modern medeniyetin fiili tek üstünlüğünü oluşturan pratik uygulamalar ha­riç, bunun dışında hiçbir şeye götürmeyen ve bütünlük­ten yoksun görüşler yığını almıştır.Rönesans anlayı­şıyla, algılama gücünün alanı küçültülmüştür. Sadece, soyut ve dogmatik kavrama tarzına geçerlilik tanıma aşırılığından, onu bütünüyle dışlayan, salt maddî olan kavrama biçimine üstünlük tanıma aşırılığına geçilmiş­tir. Mevcut Batı uygarlığını bir 'sapma haline dönüştü­ren de, işte, maddî ve duyusal düzenin abartılarak, her şeye hakim kılınmış olmasıdır.

Ortaçağ geleneğine karşı bilinçli ve iradî bir tepki oluşturan Rönesans, öte yandan Greklerle başlayıp Roma ile devam eden, ancak Hristiyan Ortaçağında bir kesintiye uğrayan ‘beşerilik’ niteliğinin yeniden uyanma çağı olmuştur. Burada, ‘klasik önyargısı' dediğimiz du­rumla karşılaşmaktayız. Rönesanstan sonra Batıklar, kendilerini hassatan Grek-Roma antik dünyasının vari­si ve sürdürücüsü olarak görmeye, bunun dışındaki bü­tün şeyleri ise, sistemli bir biçimde tanımamaya veya bil­mezlikten gelmeye başladılar. Hakikati bir bütün ola­rak kavrama konusunda birçok şeyin ölümünü hazırla­yan Rönesans, eşyanın görünümüne ve kabuğuna ait bil­gi ve tezahürlere, gerçeğin tamamıymış gibi tutunmayı getirdi. Skolastik aşırılığa, salt maddî-bilimsel aşırılıkla cevap vermiş oldu. Dahası, her şeyi salt beşerî ölçülere indirgemek, ilmi ve ahlakî, tüm prensipleri Mutlak Prensip’ten soyutlamak ve sembolik bir deyimle, yeryü­zünü fethetmek gerekçesiyle ‘Sema’ ya sırt dönmek anla­mında, Hümanizma’ ile özdeşleşerek, profan bir var­lık anlayışının ilk biçimini oluşturdu.«

Rönesans düşüncesi böylece, zekanın fonksiyonunu eşya üzerinde sınırlayıp, bütünüyle pragmatik bir gaye­ye bağlamıştır.

Kaynak:

Sadık Kılıç-Fıtratın Dirilişi
Devamını Oku »

Dinlerini Oyun-Eğlence Yapanlar

Dinlerini Oyun-Eğlence YapanlarVay haline o gün yalanlayanların.Ki onlar, daldıkları bir batak (bâtıl)da oynayıp duruyorlar.O gün onlar cehennem ateşine itilip kakılacaklar (Onlara): "İşte yalanlayıp durduğunuz ateş budur" (denilecek).

Ayette geçen Nâr-ı Cehennem” yani ''Cehennem ateşi'' ifâdesi, hakikati yalanlayanların katlanmak ve dayanmak zorunda kalacakları İlâhî bir cezâdır. Çünkü bu onların kendi yaptıkları tercihlerinin so­nucudur. Cehennem, inkâr edenleri çepeçevre kuşatacak bir gerçek­liktir. Ve yedi kapısıyla, sönmeyen sürekli ateşiyle, doymak bilmeyen özelliğiyle, kaynarken çıkardığı sesiyle, yüzleri yala­yan, dişleri sırıtan aleviyle, boyunlarında halkalar ve zincirler olan günahkârları bir elbise gibi saracaktır. Ve bu durumdan ne za­man kurtulmaya çalışsalar, onlara şöyle seslenilecektir: ''Tadın (bu) yakıcı azâbı [sonuna kadar]''

Yine âyette ''boş şeyler” olarak çevrilen “fî havdın” ifâdesi, gerçek karşılığı ile “hayâlı/sanal yaşam” demektir. Allah’ı hesaba katmayan, manevî değerleri hiçe sayan, insânlığın hayrı yerine sadece şan-şöhret ve dünyevî mal-mülk için çabalayan inşânın fayda sağlamayan yaşamı. Böyle bir yaşamla oyalanmak, deniz kıyısında saatlerce uğraşarak kumdan kuleler yapan çocukların oyunu gibidir. Sonunda küçük bir dalga/bir dokunuş onu kolaylıkla yıkacak ve ona eşlik eden hayâller bir anda sönecektir. Veya Kur’ân’ın bir başka benzetmesiyle, onların yapıp-ettikleri şiddetli rüzgârın savurduğu kül gibi uçup gidecektir:

“Rablerini inkâra şartlanmış olanların yapıp-ettikleri, fırtınalı bir günde rüzgârın hışımla saçıp savurduğu küle benzemektedir; böyleleri kazandıkları [iyi şeylerden de âhirete hiçbir yarar sağlayamazlar; çunku Allah’a karşı sergiledikleri bu ¡inkârcı tutum] sapıklıkların en kötüsüdür. ”

Sanal/hayâl bir yaşamın sonu hüsranla biten oyalanması yerine, Allah’a ve O’nun Resûlü’ne inanmanın mutluluğu ile örülmüş bir ya­şamı tercih edenler için “gökler ve yer kadar geniş bir cennet" hazır­lanmıştır. Bu, sonsuz lütuf sahibi olan Allah’ın dilediği kullarına ba­ğışladığı bir nimettir. Ve Allah bizden bu güzelliğe koşmamızı iste­mektedir.

Nisyanın en tehlikelisi insanın kendi Asl'ını unutmasıdır. İnsanın kendi Asl'ını unutması bir anlamda Allah’ı unutması, Allah’ı unutması da kendi zatiyetinin idrakini terketmiş olması, unutmasıdır. Kur’an bunu kendi üslûp güzelliği ve özelliği içinde verirken şu ifadeleri kullanır: “Onlar Allah’ı unuttular, Allah da onları unuttu” (Tevbe/67). Nisyanın karşıtı ve nisyandan kurtulmanın yolu “zikir”dir ki, o da, hatırda tutmak için anmak demektir. Allah’ı unutmamanın yolu Allah’ı zikretmek yani anmaktır.

Kur'an, son peygamber bağlılarını hem unutmanın doğuracağı bozukluklara karşı uyarmak, hem de onların unutma illetinin sonuçlarından ilahi bir rahmetle korunduklarını göstermek üzere, bağlılarına şu duayı önerir: “Ey Rabbimiz! Unutur veya hata edersek, bizi bundan hesaba çekme”

Kurân, dünyâ hayatına aldanarak Allah'ın âyetlerini inkâr eden ve dinlerini bir eğlenceye/oyuna çevirmiş olanların, Hesap Günü’nü unuttuklarını söylemektedir. Bu unutuş, hesap günü gelip çattığında bu imânların karşısına Allâh tarafından unutulmak olarak çıkacaktır.

Dinlerini oyun ve eğlence edinen ve dünya hayatının kendilerini aldattığı kimseleri bırak! Bu vesile ile şunu da ihtar et ki: «Bir kimse yaptıkları yüzünden azabın pençesine düşmeye görsün, o zaman Allah'ın yüce huzurunda O'ndan başka ne bir koruyucu, ne de bir şefaatçi bulunur. Her türlü fidyeyi denkleştirse bile kabul edilmez. Onlar azabın pençesine düşmüş kimselerdir. Nankörlük ettiklerinden dolayı onlara kaynar sudan bir içecek ve gayet acı bir azap vardır.

Allâh için unutmak söz konusu olamayacağına göre, buradaki unutmak "göz ardı’’ edilmek anlamındadır. Yani Allâh, bu kişileri o gun dikkate almayacak, onlara unutulmuş muamelesi yapacaktır, in­sinin böyle bir duruma düşmesi şüphesiz çok trajik bir sonuçtur. Hal­buki Allâh, insânı yeryüzünde hiç de sahipsiz bırakmamış, Rahman oluşundan kaynaklanan yönüyle her türlü rızkı önüne sermiştir. Üstelik bunun yanında insâna ezelde verdiği sözü unutmaması için peygamberler ve kitaplar göndermiştir. Ama bütün bu çağrılara, Allâhın verdiği nimetleri kullanmasına rağmen insan, Ona şükür etmemiş; sanki hiç ölmeyecekmiş, hesaba çekilmeyecekmiş vurdumduymazlığı İle dünya hayatının aldanış, çarklarına kendisini kaptırmıştır. Şimdi ise ahiret gününün unutulmuşları arasına girerek yalnızlığı yaşar hâle gel­miştir. Artık kalem kırılmış, mürekkep kurumuş, kabul edilebilir bir özür imkânı ortadan kalkmıştır.

İnsânın düşeceği bu unutulmuşluk durumunun nedeni, yukarıda verdiğimiz âyetin devamında şöyle verilmektedir: “Çünkü Biz, gerçekten de onlara, inanacak bir toplum için bir doğru yol, içinde bil­giye dayalı ayrıntılı açıklamalarda bulunduğumuz bir kitap ulaştırmıştık.

Anlaşılıyor ki bütün bu olumsuz sonuçları yaşamanın en önemli nedeni, insânların kendilerine bir rahmet/hidâyet rehberi olarak gön­derilmiş olan Kitab'a, olması gereken ilgiyi göstermemeleridir. Âyetin “Kitâbin fassalnâhü ‘ala ilmin” ifâdesinden bu Kitabın hem ilme da­yalı, hem de ayrıntılı açıklamaları içinde bulunduran bir kitap oldu­ğunu öğreniyoruz. Ama gözü sadece dünyevî zevkleri gören insân, kendisine ulaşan bu kitabı ugöz ardı etmiş, âyetlerini inkâr yoluna sapmıştır.

Ey insân! Allah, yarattığı hiçbir varlığa zulüm ve haksızlık et­mez. Teklifi de ancak inşânın kaldıracağı kadardır. Başına ge­lenler ve gelecek olanlar kendi tercihlerinin sonucudur.“Tabağına ne doğramışsan, kaşığına o gelecektir. Hangi ağacı silkelemişsen, önü­ne o ağacın meyvesi dökülecektir. Bu yolda sevmeyeni sevmezler, görmeyeni görmezler, merhamet etmeyene merhamet etmezler, el tutmayana el vermezler, ağlamayana ağlamazlar, kısaca unutanı da unuturlar.

Necmettin Şahinler,İpler Kopmadan
Devamını Oku »

İnsan Amellerine Güvenmemelidir

İnsan Amellerine GüvenmemelidirEmin olmanın en aldatıcı türü, ibâdetlere güvenerek kurtuluşu garanti ettiğini söylemektir. Ebedî kurtuluş davranışlar üstü bir keyfi­yettir ve yalnız Allah’ın lûtfu ile elde edilir, amel' ve ibâdet kıstasıyla ölçülemez. Ameller/eylemler bu işte sadece bir belirtidir, garanti bel­gesi değil. Bişr b. Mansûr, uzun uzun namaz kıldığını seyreden bir dostuna, namazının sonunda şöyle demiştir: ''Böylesine uzun uzun namaz kılışını seni aldatmasın. Unutma ki İblis, hem de meleklerle, yıllar boyu namaz kılmıştı”

Anlaşılıyor ki,ne gecenin dingin örtücülüğü ve ne de gündüzün oyalayıcılığı Allah’ın mekrinden emin kılamıyor bizi, insâna düşen, uyku ile gecelerini kısaltmadan ,ve günahları ile de gündüzlerini ka­rartmadan, kul olarak kendine düşen sorumluluklarını yerine getir­mesi ve Yaratıcı Kudret ile kopan Tevhîd bağını yeniden kurması, Al­lah’ın rahmet ve şefkatine sığınmasıdır. “Duhâ/Aydınlık sabah”, insân hayatında az sayıdaki ve geniş aralıklı mutluluk dönemlerini semboli­ze etmektedir. Buna karşılık, “durgun ve karanlık gece”, yani kural olarak insânın bu dünyâdaki varoluşunu kuşatan üzüntü ve sıkıntı dö­nemleri, daha uzun bir zaman kesitini kapsamaktadır. Bunun anlamı ise şudur: Nasıl ki sabah geceyi izliyorsa, aynı kesinlikte Allah’ın rah­meti ve şefkati de, hem bu dünyâdaki hem de öteki dünyâdaki her türlü sıkıntıyı giderecektir. Çünkü Allâh “rahmeti ve şefkati Kendine ilke edinmiştir.”

 

Necmettin Şahinler,İpler Kopmadan
Devamını Oku »

Allah İnsanın Şah Damarından Daha Yakındır

Allah İnsana Şah Damarından da Yakındır

Kur'ân, Allah'ın adı ile başlayan ve son kelimesi nâs/insânlar ile biten bir kitaptır. Bu demektir ki Kur’ân, Allah ile insân arasında en anlamlı bir diyaloğun adıdır. Ama bu diyalog mutlu bir sonla değil, insâna önemli bir uyarı ile noktalanmaktadır. İşte Felâk ve Nâs sûre­leri Kur’ân’ın bu son uyarısının işâretlerini taşımaktadır.

Ey insân! Son sûrelerime geldiğin şu anda her şeyin bittiğini, her şeyin güllük gülistanlık/tozpembe olduğunu sakın düşünme. İçinde ta­şıdığın nefsten de kendini güvende hissetme. Kıyâmet sabahına kadar usta bir sihirbaz olan nefsinin oyunlarından/üflemelerinden emin de­ğilsin. O, hayrı da, şerri de senin aleyhinde kullanmakta o kadar ye­teneklidir ki bunu kolay anlayamazsın. Bu konuda yapacağın en gü­zel duâ,“Ey Allahım! Gözümü açıp kapatıncaya kadar beni nefsime bı­rakma" olmalıdır. “Gerçek şu ki, insânı biz yarattık ve nefsinin ona neler fısıldadığını da biz biliriz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.’’.

Yaratıcı ile yarattıkları arasındaki yakınlık, yaratılan ile nefsi arasın­daki yakınlıktan daha önceliklidir. Çünkü yaratılanın ayakta kalması bizzat kendinden değildir, yaratıcısının kudreti iledir. Allâh kuluna şah damarından daha yakındır. Ama insân önce şah damarını bulma­lı, yani Allah’ı uzaklarda değil, kendinde başlayıp kendinde biten bir yolda aramalıdır. Yûnus’un, “Bir ben var bende, bende içeri” deyişi bunun içindir.

Vahyin soluğu/nefesi/ışığı/nûru ile değil de nefsinin fısıltılarıyla yetinen insan, Kur’ân’a göre şah damarı kopmuş, aklî ve kalbî mele­keleri dumura uğramış ölü bir insândır. Şah damarının beyin ve kalp arasında uzanması da “akıl-kalb” dengesini ortaya koyma adına çok anlamlıdır. “Biz insâna şah damarından daha yakınız” âyetinin bir başka anlamı da, “Biz insân üzerinde kudret yürütüp tesir meydana ge­tirmede daha yakın, kendisine daha çok mâlik ve tasarruf sahibiyiz” demektir.

Necmettin Şahinler,İpler Kopmadan
Devamını Oku »

Ahde Vefa

Ahde VefaAhlâkî anlamda insân, “ahdine vefâ gösteren, sözünde duran var­lık” diye tanımlanabilir. Mükemmel insânın tanımı ise tamamen budur. Hz. Peygamber diyor ki: “Ahdine vefâsı olmayanın imam da ola­maz.” Bir yerde de şöyle buyuruyor: “Ahdine vefâsı olmayanın dîni de olamaz." Sözünde durmayan, her şeyden önce aldatan biridir. Ve Hz. Peygamber: “Aldatan, bizden değildir.” buyurarak, Muhammedi bir benliğin belirgin niteliğinin söze sadâkat, ahde vefâ olduğunu be­lirtmiştir.

Necmettin Şahinler,İpler Kopmadan
Devamını Oku »

Lâtin Harflerini Kabul Edemeyiz...

Lâtin harflerini kabul edemeyizKâzım Karabekir Paşa bu görüşlerini 2 Mart 1923 tarihinde İzmir İktisat Kongresi’nde yaptığı konuşmada belirtmiştir. Daha sonra hayli tartışmalara konu olan Paşa’nın bu görüşlerini biz 3 Mart 1923 tarihli Vakit, Tanin ve Akşam gazetelerinden derledik.

Bu mesele maarife taalluk ettiği için bizim kongremiz iştigal edeceği mesailin haricindedir. Fakat çok zamandan beri bu mesele zaman zaman ortaya atılmaktadır. Bendeniz de bu işle sonuna kadar uğraştığım için müsaadenizle birkaç söz söyleyeyim. Bu fikir bir zamanlar Avrupa’da herc ü merci mucib oldu. Bu cereyan evvela orda başladı. “Bizim İslâm hurûfatımız asla kâfi değilmiş, binaenaleyh Lâtin hurûfatı isti’mal edilmeli imiş.” Orada bazı arkadaşlarımız bu fikrin mürevvici (taraflısı) oldular. Fakat neticede bunun felaketli olduğunu anladılar ve pişman oldular. Bu fikrin müthiş bir felaket olduğunu Arnavut kavmi de pek geç olarak anladı. Maattessüf arzederim kiAzerbaycanlı arkadaşlarımız da bu felakete bugün düştü. Bu hususta hususi olarak bizden de fikir soranlar oluyordu.

(…)

Binaenaleyh bugün bir kuvvet vardır ki o kuvvet bütün cihana karşı şu propagandayı yapıyor: “Türk yazısı güçtür, okunmaz!” Bendeniz bu mesele ile bizzat uğraştım ve Arnavutluk ihtilali içinde bulundum. Acaba bu Lâtince kabul edilebilir mi? Bu kabul edildiği gün memleket herc ü merce girer. Her şeyden sarfı nazar (her şey bir yana) bizim kütüphanelerimizi dolduran mukaddes kitaplarımız, tarihlerimiz, yazılarımız ve binlerce cilt eserlerimiz bu lisanla yazılmış iken büsbütün başka bir şekilde olan hurûfu kabul ettiğimiz gün en büyük bir felakete maruz kalacağız. Ve böylece derhal bütün Avrupa’nın eline güzel bir silah vermiş olacağız. Bunlar âlem-i İslâm’a karşı diyeceklerdir ki Türkler ecnebi yazısını kabul etmişler ve Hıristiyan olmuşlardır. İşte düşmanlarımızın çalıştığı şeytankârâne fikir budur.

Arkadaşlar kucaktaki çocuklardan başlayan birçok, yüzlerce yetim bugün şark cephesinde asker arkadaşlarımızın bizzat kendileri ve aileleri tarafından okutuluyor. En gabi bir köylü çocuğuna bile biz bir ilâ üç ay arasında kendi hurûfatımızı ve gazetelerimize okutabiliyoruz. (Alkışlar)

Binaenaleyh bizim hurûfatımız okunmaz değil, belki hurûfatımız dünyanın en güzel şeklidir. Hiçbir lisanda hurûfatımız kadar güzel en temiz, manzarası sevimli bir yazı değildir. İkinci bir nokta daha var: Bendeniz ecnebilerle iki sene Harb-i Umûmi’de beraber çalıştım. Yazımız öyle kısadır ki onlarla aynı şeyi kerşı karşıya not ederken ecnebiler bir sahife yazıncaya kadar ben on sahife yazar ve işimi bitirirdim. Almanca, Fransızca hurûfat hep böyledir. Sonra bizim dilimizi ifade edecek hiçbir Lâtin hurûfu yoktur. Bugün Fransızca hurûfu o kadar karışıktır ki, bizim dilimizi kabil değil terennüm edemez. Bu mesele inceden inceye tetkik edilmiştir. Binaenaleyh istirham ediyorum. Zararlı olan şeyin zararını bilhassa Müslüman bir kavim çekmiştir. Bu gibi meseleleri bırakalım.Böyle fikirler içimize girmesin. Sonra da büsbütün lâl ü ebkem (şaşa kalmış) olur, âlem-i İslâmı üzerimize hücum ettiririz. Ve bunun neticesi olarak kendi aramızda birbirimizi yeriz. Gerçi bu teklif hiç şüphe etmiyorum ki samimiyet ve hüsni niyetle yapılmıştır. Fakat başka taraflardan da pek fena fikirler içimize zerkediliyor. Bunlardan kendimizi sıyanet edelim. (Alkışlar)

Vakit, Tanin, Akşam, 3 Mart 1923
Devamını Oku »