Latin Harfleri Kabulü ve Sonrası

harf-devrimi

İslâmî harflerin okuma yazmayı güçleştirdiği, Latin harflerinin kabulü sırasında en fazla ileri sürülen bir iddia olmuştur. Hatta Mustafa Kemal, bütün vatandaşların bir kaç yıl içinde Latin harfleri sayesinde okur yazar olacaklarını öne sürmüştür.Bir ülkedeki okuma yazma oranının tek başına alfabe ile ilgili olmadığı, Latin harfleri uygulamasından sonra daha iyi anlaşılmıştır. Latin harflerinin kabulündan sonra da Türkiye’de okur yazarlık nisbeti uzun süre büyük yükseliş göstermemiştir. Türkiye’nin ekonomik bakımdan belirli gelişmeler gösterdiği 1950 sonrası ve 1970 sonrasında bütçeden eğitime ayrılan paya paralel olarak okullaşma yaygınlaşmış, öğretmen sayısı artmış ve netice olarak okur yazar nisbetinde de ciddi artışlar sağlanmıştır. Abdülhamid dönemindeki maarif ıslahatının gelişme temposunun sürdürülebilmesi halinde, harf değişikliği olmadan da, hatta daha büyük bir okur yazarlık oranına edişilebileceği öne sürülmektedir.

19. yüzyıldan itibaren kullanılmakta olan alfabenin ıslahı ile birlikte Latin esaslı bir alfabenin faydalı olabileceği yönünde görüşler öne sürülmüş, tartışmalar yapılmış, fakat bu görüşler hiç bir zaman ciddi mânada taraftar bulamamıştır.

İlk devrimler dönemini “Türkiye Devletinin dini din-i islamdır"hükmünü Anayasa'dan çıkararak tamamlayan Tek Parti yönetimi, aynı zamana kadar bir aydın fantezisi olarak tartışılan alfabe değişikliği konusunu da ciddi olarak gündeme getirmiştir. Kısa süren bir hazırlık döneminden sonra 1 Kasım 1928’de Latin harflerine geçilmesi ile ilgili kanun kabul edilmiştir. Kanunun 1. maddesinde “şimdiye kadar Türkçeyi yazmak için kullanılan Arap harfleri yerine Latin esasından alınan ve merbut (ekli) cetvelde şekilleri gösteren harfler Türk harfleri ünvanı ve hukuku ile kabul edilmiştir” denilmiştir.

Kanun, 1929 yılı başından itibaren Latin harflerinin kullanılmasını mecburi tutuyordu. Bu sürenin çok kısa olduğu ortadadır. Sovyetler Birliği’nde Türk topluluklarına zorla uygulatılan alfabe değişikliği çok daha uzun bir süre içinde gerçekleştirilmiştir. Bu hızlı değişim, büyük kültürel problemler meydana çıkmasına yol açmış, eski alfabeye karşı olumsuz tutum çok sayıda kitabın imha edilmesine sebebiyet vermiştir. Latin harfleriyle basılmış kitaplardan oluşan bir kütüphaneye de sahip olunmadığı için kültürel planda ciddi bir boşluk yaşanmıştır.

Cumhuriyet’ten sonra uygulanan politikalar sebebiyle, bilhassa Takrir-i Sükun Kanunu uygulamaları sırasında çok sayıda gazete ve süreli yayın kapatılmış, harf inkılabı ile, mevcut gazeteler de okuyucusuz kalmışlardır. Bunu dikkate alan hükümet, gazetelere genel bütçeden yardım etmek üzere kanun çıkarmıştır. Hükümet elinde bulundurduğu bu imkânla, zaten asgarî seviyeye inmiş olan muhalefeti tam mânasıyla ortadan kaldırmıştır.

Harf inkılabı, öne sürüldüğü üzere tamamen aklî ve pragmatik gerekçelerle mi yapılmıştır? Bunun doğrulanması imkânsızdır. Burada akıldan, faydadan çok, dayatmalarla ulaşılabilecek bir sonucun sözkonusu olduğu, kanunun büyük bir hız ve şiddetle uygulanmasından çıkarılabilir. Harf inkılabının temelinde yatan asıl sebep ise, medeniyet değişikliği düşüncesidir. Yazılı kültür bütün toplum için geniş bir ortak hafıza meydana getirmektedir. Bu birikimin yararlanılabilir şekilde kalması, uzun vadede yönetime karşı oluşabilecek aydın ve halk muhalefetini besleyebilirdi. Pozivist bir yaklaşımla, yeni bir toplum için yeni bir hafıza oluşturmak, zihni muhtevayı daraltmak sûretiyle körükörüne bir itaat sağlamak en keskin biçimde harf inkılâbı ve ona dayalı olarak yürütülen dil devrimi ile gerçekleştirilebilirdi.

Harf devrimi. Türkiye’de harf devrimi dayatma ile sonuca ulaştırılmış olmasına rağmen, inkılapçıların arzu ettikleri netice tam olarak gerçekleştirilememiş, toplumun hafızası tam manasıyla silinememiş, değiştirilememiştir.

Bir taraftan sözlü kültüre yatkın olan toplum, kültür birikimini şifahi olarak korumaya devam etmiş, öte yandan, merkezden itilen, kaliteden uzaklaştırılan din; taşrada, köylerde ve yer altında kendini ifade etme yolları bulabilmiştir.

Her şeyden önce pozitivist mantığa göre; “insan üzerinde uygulanan politikaların olabilir” gibi görüldüğü ama yüzde yüz sonuç vermediği bir kere daha anlaşılmıştır.

Kısacası Türkiye, Rusya ve Çin dışında, dünyanın hiçbir toplumunda halkından korkan bir sistem kurulmamıştır.

Artık şükür iyiye doğru gidiyoruz.

Tek başına Saltanatın kaldırılması Osmanlı Devleti’nin sona erdirilmesi anlamına gelmektedir, Fakat Ankara başkent yapılmadan ve Cumhuriyet ilân edilmeden bu uygulama zeminine oturmamıştır. Hatta Hilafet’le Osmanlılık aynileştiğinden, halifeliğin kaldırması da, bir bakıma Osmanlı Devleti’nin sona erdirilmesi ile ilgili bir uygulamadır. Burada “Cumhuriyet”in en azından halkın katılımını sağlayan bir uygulama olarak değerlendirilmesi mümkündür. Ancak, Türkiye’de Cumhuriyet’in ilânının en önce ve esasta Osmanlı Devleti’nin sona erdirilmesi ile ilgili bir uygulama olduğu kanaatindeyiz. Çünkü, Cumhuriyet sonrası ile öncesi arasında haklar ve hürriyetler açısından kayda değer bir olumlu değişiklik olmamıştır. Cumhuriyetin ilanından sonra, çeşitli vesilelerle idam edilenlerin, hayatına son verilenlerin sayısı, Millî Mücadele sırasındaki savaş kayıplardan çok fazla olmuştur.

Soyadı kanunu ile lâkap ve unvanların ilgası da Osmanlı kültürünün, değerlerinin ve hatta hiyerarşisinin belli ölçüde devamına karşı uygulamalardır

Osmanlı unvanlarının gelenekten gelen kabullere yaslanması, yeni unvanların ve hiyerarşinin yerine oturmasına engel teşkil etmektedir. Lâkap ve unvanlar ilga edilip, “soyadı” uygulamasına geçilerek sosyal hayatta direnen bir Osmanlılık unsuru ortadan kaldırılmak istenmiştir. Burada soyadı kanununun gerçek değil, sun’i bir soyadı uygulaması getirdiği hatırlanmalıdır. Bir çok aile (yani soy) adlarının alınması baştan yasaklanmıştır. Bu durumda gerçek soyadları yerine, nüfus memurlarının uygun bulduğu, tevzi etiği sun’i soyadları ile yeni bir soy tarihi başlamış olmaktadır.

Soyadı kanunu, aynı zamanda Mustafa Kemal’in Osmanlı ve Islâm adlandırmalarından kurtulmasına imkân hazırlayan bir düzenlemedir. Mustafa Kemal, Osmanlı döneminde mirliva/tuğgeneral olmuş, böylece “paşa" unvanını kullanmaya hak kazanmıştı. Mustafa Kemal’in resim unvanları çok önemsediği, yakınında bulunmuş Rauf Bey ve Kâzım Karabekir gibi kişiler tarafından da belirtilmektedir. '
Türkiye’de İslamiyet resmen Atatürk Döneminde de yasaklanmamıştır.Fakat din ve vicdan hürriyetinin tek parti döneminde baskı altında tutulduğu bilinmektedir.Bu dönemde,her seviyede din-i tedrisat da men edilmiştir.Bu yüzden ancak gizli-örtülü bir dini öğretim söz konusu olabilmiştir

Kemalistlerin bu gizli tedrisata karşı oluşturdukları tepki, resmen dini tedrisata izin verildikten sonra, izinli tedrisata (imam hatip okullarına ve Kur'an kurslarına) karşı da yöneltilmiştir. Hem din ve vicdan hürriyetinin varlığından söz etmek, hem de din Öğretimini mahkûm etmek,kemalizmin çift kişilikliğinin göstergelerindendir. İslâmiyetin gizli, herkese açıklanmayan bir tarafı olmadığından, İslâm dininin gizli öğretilmesi ihtiyacı da bulunmamaktadır. Fakat bugüne kadar anayasalardan yönetmeliklere kadar hiçbir mevzuatta,İslamiyetin şu kısımların öğretilmesi yasaktır,şu ahkamının bilinmemesi lazımdır gibi hükümler yer almamıştır. Buna rağmen resmi denetim altında öğretim yapan imam yer almamıştır...

D.Mehmed Doğan, Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş
Devamını Oku »

Kemalizmin Hedefi ve Atatürk'ün Kabri

ataturkun-kabri

Kemalizm, hedef olarak dini ve dinî kurumlan seçtiğinden, iştigal alanı bu olduğundan, kendisi toplumda daralttığı kutsallık alanına yerleşmiştir. Mustafa Kemal, türbeleri kapatmış, fakat Türkiye’de bütün zamanların en büyük türbesi (adı türbe olmaksızın, mozole denilmesi tercih ediliyor) onun adına yapılmıştır. Hiç bir Osmanlı sultanının mezarı, Türkiye’nin ilk cumhurreisinin mezarıyla kıyaslanamaz. Belki de Anıtkabir’in alanına altı yüz yıl boyunca saltanat sürmüş bütün Osmanlı sultanlarının türbelerinin sığması mümkündür. Ayrıca, Osmanlı sultanlarının türbeleri etrafında, hiç bir zaman bugün olduğu gibi teşrifatlı bir geliştirilmemiştir.

Osmanlı sultanları türbelerinde genellikle yalnız değildirler. Bir çoğu kardeşleriyle, çocuklarıyla, eşleriyle birlikte yatarlar. Mustafa Kemal Anıtkabir’de yalnız bırakılmıştır. Hatta çevresine başka ölülerin gömülmesi, ayrı bir devlet mezarlığı kurularak önlenmiştir. 1960 darbesinden sonra darbenin lideri ve sonradan cumhurbaşkanı olan-Cemal Gürsel ve bazı “şehid’ler Anıtkabir bahçesine gönülmüşken, bunlar 1980’den sonra sökülüp atılmıştır.

Türbe ziyareti bir gerilik belirtisi olarak kabul edilmiş ve tek parti döneminde tamamen yasaklanmış, fakat Atatürk’ün kabri, Türkiye Cumhuriyeti’nin protokoller ziyaret yeri haline getirilmiştir. Yerli yabancı protokolde yeri olan herkes Anıtkabiri ziyarete mecbur edilmiş, ziyaret etmeyenler şiddetli tepkilere maruz bırakılmıştır.
Ölülerden yardım istemeyi kınayan Mustafa Kemal’in mezar bir süre sonra dilek dileyenlerin, şikayette bulunanların kapısı haline gelmiştir. Hatta, mezarından başka bir nevi “makam”ı sayılan heykelleri bile aynı maksatla ziyaret edilir olmuştur.Müsbet ilim mensupları,hukukçular,üniverste,öğretim elemanları,doktorlar cübbeleriyle; Ankaradaysalar Anıtkabir’e, Başkent dışındaysalar büyük heykellere toplu ziyaretler ve şikayetler yapmışlardır.

Kemalizm,İslam Dini’ni hayattan tecrit etmek için çeşitli uygulamalara başvururken,ona alternatif kurumlar üretmeye çalışmıştır. Mesela,cami ve tekkelere karşı Halkevleri kurulmuştur.Toplumun sosyal hayatında önemli yer iştigal eden bayram gibi dini-islâmi kurumlara karşı millî bayramlar ikame edilmeye çalışılmıştır. Murada bilhassa geleneklerin tesirine henüz girmemiş ve etkilenmesi kolay çocuklara ve gençlere yönelik bayramlar ihdas edilmesi üzerinde düşünmek lazımdır.

Mehmed Doğan, Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş
Devamını Oku »

Menemen Vak'ası Sonrası

Menemen Vak’ası, ülkeyi yönetenlerin yönetim tarzı, halka, dindarlara, basın ve yayın araçlarına bakışları konusunda çok ilgi çekici ipuçları vermektedir. Bizzat M. Kemal Paşa, halkın gözünün korkutulması için mahkûm olanların birer ikişer tecziye edilmesi, hepsinin nihayete bırakılmaması gerektiğini söylemekte ve cezalandırılmayan halkın sürülmesini istemektedir. Çünkü hadiseye karışsın karışmasın bütün halk suçludur.

Bazı gazeteler yayınlarıyla hükümetin korkulacak bir şey olmadığını telkin etmişler böylece muhaliflere cesaret vermişlerdir. Hükümetin korkulması gereken bir şey olarak kabul edilmesi enteresandır. Hükümetin korkulacak bir şey olmadığı intibaı uyanmasına yol açan gazeteciler, Divan-ı Harbe çıkarılmalı, cezalandırılmasalar bile korkutulmalıdırlar. “Hiç bir şey yapılmasa bile Divanıharpte sorguya çekmek lâzımdır.” M. Kemal Paşa, “hürriyet asrında mevkute sahiplerinin yerleri mahpesler değildir” sözlerine de takılmaktadır.
Kadınların dine yönelişleri de yöneticileri rahatsız etmektedir. Kadın hakları konusunda büyük yenilikler yapmak iddiasında olan cumhuriyet yönetiminin, kadınların eğilimleri konusunda sınırlayıcı olduğu görülmektedir. Bu noktada Mustafa Kemal’in bir talimat sayılabilecek sözü şöyledir:

"Bunlara müsamaha etmek doğru değildir. Kumandanlar bilmelidirler ki bu tarikat yok edilecektir, siyasî irtibat aranacaktır.”

Gazi Paşa’nın hitap ettiği komutanların da aynı fikirde olduğu Kâzım Paşa’nın “Bu tarikat muzır bir yılandır, mahvedilmelidir.” ve İsmet Paşa’nın “Başkumandana seferde idam selahiyeti verileceği Teşkilat-ı Esasiyeye girmelidir. Bunda idam cezası Meclise aittir” sözlerinden anlaşılmaktadır. '

D.Mehmed Doğan, Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş
Devamını Oku »

Batı Artık Yeni Asimilasyon Politikaları Arayışına Girmiştir

Modernlik geleneksel toplumlara ait yapısal unsurları yok etmemiş, onları dönüştürerek yeni biçimler ver­miştir. Bu çerçevede modem toplumlara ait birey, devlet, egemenlik, bilim gibi yapı­sal unsurların bir değişime uğraması şaşırtıcı olmamalıdır. Otoriter ve totaliter devlet biçimlerini ve ötekine varolma hakkı tanımayan ideolojileri modernliğin ölçütü olarak algılarsak bunların zayıfladığı süreçte “tarihin sonu”nun (Fukuyama, 1994) geldiğini söyleyebiliriz. Fakat bu söylemimizi on yıl sonra sürdürmekte zorluk çekebiliriz. Hiç­bir toplum bilimci veya felsefecisi XXI. yüzyılın ilk on yılının XX. yüzyılın son on yılından daha özgürlükçü olduğunu veya bireysel özgürlüklerin devlet gücü karşısın­da daha genişlediğini söyleyemez. 10-15 yıl gibi yakın bir geçmişte bir özgürleşme aracı olarak çokkültürlü toplumdan coşku ile söz edildiğini biliyoruz. Bugün ABD’nin ve Avrupa Birliği ülkelerinin liberalizmin şampiyonluğuna talip olmaktan vazgeçerek yeni asimilasyon politikaları arayışına yöneldiği bilinmekte. Dünyada zenginler ile yoksullar arasındaki gelir dağılımı uçurumunun genişlediği bir süreçte kapitalizmin sonunun geldiğinden söz etmek bir yanılsama olabileceği gibi; kültürel, dinsel ve etnik farklılıkların toplumlar ve topluluklar arasında kalın duvarlara dönüşmesini görmeyerek Berlin Duvarının yıkılışını tarihin sonu olarak değerlendirmek de bir yanılsamadır.

Kaynak:

Hece Dergisi-Postmodernizm-Özel Sayısı
Devamını Oku »

Atatürk Cumhuriyetçidir, Fakat Onun Cumhuriyeti Demokrasiyi Öngörmez

Atatürk’le ilgili birinci elden otantik bir belge niteliğinde olan Nutuk incelenirse, görülecektir ki, Atatürk cumhuriyetçidir, fakat onun cumhuriyeti demokrasiyi öngörmez ve bu kelimeyi Atatürk Nutuk un hiçbir yerinde telaffuz etmez. Atatürk için çok genel bir halk tasvibi daha sonra yapılacaklar için yeterlidir. Nitekim, daha Lozan müzakereler» tamanlanmamışken, içinde “İkinci grup” olarak adlandırılan muhalif unsurları ihtiva eden Millî Mücadele Meclis’ini dağıtıp, Lozan'ı tasdik edecek bir yapıda yeni bir Meclis oluşturmaya karar verdiğinde, kendi başkanlığında bir seçim komitesi oluşturur. Bu komitenin ilk toplantısında ilk teklifi “millet bana güvenoyu versin ve meb’usların seçimini bana bıraksın’olur.Yapılanları halka tasdik ettirmek veya halkın tasvib ettiğini yapıyor görünmenin siyaset literatüründeki adı bonapartcılık;bonapartizmdir,

Mustafa Kemal Nutuk’da “Şekl-i hükümet cumhuriyettir Fakat hükümetin yalnız adını değiştirmek hiç bir fayda temin etmez... Amerika ’da yirmi kadar memleket vardır ki hepsinin ismi de cumhuriyettir, irsi bir hükümdar yerine, zorla riyaseticumhura çıkmış bir mütegallibe görürüz. Reisicumhur namını taşıyan müstebit, keyfemayeşa idare-i hükümet eder. Bir hükümdar-ı mutlak gibi keyif ve hevesinden başka kanun tanımaz ” diye yazan gazeteci Hüseyin Cahit’i şiddetle eleştirir. Hüseyin Cahit (Yalçın) İstiklâl Mahkemesine çıkmaktan, meslekten men edilmekteâ, sürgün cezasına çarptırılmaktan kurtulamaz.

Kemalistler cumhuriyeti demokrasi ile karıştırmakta böylece, demokrasinin sadece cumhuriyetle mümkün olduğunu vurgulamaktadırlar. Cumhuriyet’ten önce Türkiye’de demokrasinin olmadığını söylemek kolaydır. Bunu kolayca söyleyenlerin, Cumhuriyetin demokrasi getirdiğini söylemekte aynı kolaylığa sahip olduklarını sanmıyoruz. Halbuki cumhuriyet demokrasi ile özdeş değildir. Demokrasinin beşiği sayılan İngiltere bir krallıktır. Buna karşılık, adında “demokratik”, “halk” vb. kelimeler bulunan bir çok devletin demokrasiyle hiç bir ilgisi olmadığı ortadadır. İsimle mesele çözmek mümkün değildir, asıl gösterge, uygulamadır.

Mehmed Doğan, Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş
Devamını Oku »

İnsan Üstü Bir Liderlik Anlayışı; Atatürkçülük

Atatürk demokratik gereklere uymak için değil, diktatör görüntüsü vermemek ve teşkilatlı bir siyasetin sağladığı imkânlardan dolayı kurullara, kuruluşlara önem vermiş, bunun için kongre, Heyet-i temsiliye, Millet Meclisi ve siyasi parti teşkil etmiştir. Fakat sistemi içinde başka grup ve partilerin muhalefetine yer vermemiştir. Lider, onun partisi, halk için gereken her şeyi yaptığından, muhalefete ihtiyaç yoktur. Bu sistemde muhalefetin yapabileceği bölücülük ve bozgunculuktan başka bir şey olamaz.

Atatürkçülük, Atatürk’ün sağlığından itibaren tam bir lidere tapınmaya dönüşmüştür. Lideri ululamak-yüceltmek için kullanılan sıfatlara bakılırsa takipçilerinin, gücü geniş bir alanı kuşatan böyle fevkalbeşer/insanüstü bir liderin ardından her hangi bir şey yapmaları, varlık göstermeleri mümkün değildir (gerekli de değildir, çünkü lider en mükemmelini  yapmıştır). Mustafa Kemal’in ilk sıfatları kurtarıcılıkla ilgili olanlardır:

Halaskar, müncî. Daha sonra bu iki osmanlıca sıfatın yerine “kurtarıcı” denilmişir. Öncekiler “ulu” (Ulu Müncî), “âzam” (Müncii âzam) sıfatı ile kullanılırken, sonuncusu “büyük-yüce” sıfatlarıyla kullanılır olmuştur.
Daha sonra, “bânî”sıfatı gelmektedir. Bu da “kurucu” demektir. Mustafa Kemal’in devlet kuruculuğu bu sıfatla anlatılmaktadır.

Mustafa Kemal kurtarıp kurduktan sonra tabiî olarak liderlik, önderlik sıfatlarıyla öne çıkmıştır. Bu seriden “şef’ sıfatını da unutmamak lâzımdır. Önder “büyük, yüce, ulu” gibi sıfatlarla birlikte kullanılmaktadır. Şef ise -daha sonra bir de millî şef olduğundan- “ebedî” (sonsuz) sıfatıyla birlikte kullanılmaktadır. Önderlik kurumu, hamiliği (koruyuculuğu), mürşitliği (yol göstericiliği), mürebbiliği (eğiticiliği-yetiştiriciliği), vasiliği (denetleyiciliği) beraberinde getirmektedir. Bunları “dâhi” sıfatı tamamlamaktadır. Mustafa Kemal’in çok alandaki önderliği, millî eğitim camiasında “baş-öğretmen”, tarım bürokrasisinde “baş-çiftçi” olarak anılarak vurgulanmaktadır. .

Bu topraklar üzerinde otoriter devlet anlayışına sahip bir tarih yaşanmıştır. Devlet bu anlayışa göre Allah için, din içindi. Bu yüzden devlet kudsiyet/kutsallık taşıyordu. Devlet halkından, tebasından sorumluydu. «İyiyi emretmek, kötülükten uzak tutmak» (emr-i bil’maruf, nehy-i anil münker) vazifelerinin başında geliyordu. Bu durum, devlete, insanların şahsiyet haklan dışında geniş bir müdahale alanı bırakıyordu.

Bu devlette, devletin hedefleriyle halkın amaçlan arasında bir ayırımı yoktu, ya da olamazdı. O yüzden devlet içinde menfaate, inanca ve düşünceye dayanan iktidar gruplaşmalarına yer verilmemişti.

1923’te resmen bu devlet anlayışı terk edildi. Seçimli bir yönetimi öngören, Hakkın emirleri de sözkonusu olsa halkın iradesini esas alan bir yönetim sisteminin temelleri atıldı. Uygulamaya bakarak bu temellerin 1950’lere kadar sadece kağıt üzerinde kaldığını söylemek yanlış olmaz. 1950 öncesinde yaşanan, totaliter, otoriter ve hatta diktatörce bir yönetimdi. Tarihen yaşadığımız totaliter, otoriter devletten farklı tarafı, kutsallığın halk adına devlete, bir veya daha fazla yöneticiye atfedilmesiydi. Osmanlılarda devlet, amacı itibarıyla kudsiyet taşıyordu. Cumhuriyet döneminde ise devlet bizzat kutsallığın kaynağı sayıldı.

Oysa «demokrasi»nin sözkonusu olduğu bir yerde, «devletin kutsallığından söz etmek anlamsızdır. Halk ve halkın oyu önemlidir. Devletin müdahale alanı demokratik sistemde asgarîye indirilmiştir. Hatta demokrasinin beşiği olan ülkelerde «en iyi yönetim, insanlara en az karışanıdır» prensibi caridir.

Bundan ötürü, demokrasinin demokrasi olması için menfaat gruplarının, inanç ve fikirlerin kurumlaşmasına karışılmaması gerekmektedir. Mesela sendikalaşma, partileşme üzerindeki müdahaleci zihniyete son verilmesi icab eder. En önemlisi dinin, yönetimden bağımsız kurumlaşmasının kabul edilmesi gerekir.

Türkiye’de ise «işine geldiği zaman demokrasi, aklı kesmediği zaman kutsal devlet» denilmektedir. Bu ise, sistemin çifte kişilikliliğinin devamından başka bir şey değildir.

Mehmed Doğan, Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş
Devamını Oku »

Kîni Dine Tercih Edenler

Anlaşılıyor ki kadın ve erkek farkı gözetmeden hepimiz “boynu­muzda bükülmüş iplerden oluşan” bir halat taşımaktayız. Yani potan­siyel olarak iyi ve kötü adına her türlü zıddıyeti/polariteyi/zevciyeti içimizde bulunduruyoruz. Her zaman diliminde “kîni dine tercih edenler” ve peygamber mirasının tebliğcilerine düşmanlık besleyerek vahyî hakikatlerin duyulmasına/yayılmasına mânî olanlar bu âyetin kapsamı içerisindedirler. Allah “Bezm-i Elest'’ de kendisine verdiğimiz söze sâdık kalmamızı bizden istiyor. “Ahde vefâ”ya sadâkat göstere­rek hakikati basit menfaatlerle değiştirmeyin diyor. Böyle yapanları da “Yeminleri bozmada, ipliğini kuvvetle eğirdikten sonra bozup par­çalayan kadın gibi olmayın'' âyetiyle uyarıyor.

Necmettin Şahinler,İpler Kopmadan
Devamını Oku »

Hayatın Anlamı Üzerinde Durabilmek

modern

İçimizdekini değiştirmedikçe, dışımızın da değişmeyeceğini bir türlü düşünemiyoruz. Ne zaman yakınımızdan ve ailemizden birini -kendi mantığımıza göre- “zamansız” kaybettiğimizde kırmızı ışıkta bir dakika durma süresi kadar değişmez gerçekle karşı karşıya geliyoruz, ama bu da yetmiyor. Çünkü yeşil ışık yandığında arkada birikmiş arabaların ısrarlı klaksonları bizi hemen harekete geçmeye zorluyor. Modernizm, hayatın anlamı üzerinde durmak, düşünmek ve ibret almak için bir boşluk tanımıyor bize. Güçlü bir selin önünde hızla yuvarlanıyoruz, sığınacak bir kaya, tutunacak bir dal ve bizi buradan kurtaracak güçlü bir ele/ipe ihtiyacımız var.'

Necmettin Şahinler, İpler Kopmadan
Devamını Oku »

Modern Dünyadan Çıkış Yolu

Modern Dünyadan Çıkış Yolu

Yaşadığımız dünyâ sanallığa doğru büyük bir hızla gidiyor. Yedi­ğimizden içtiğimize, duyduğumuzdan gördüğümüze neyin sahte neyin gerçek olduğunu anlayamıyoruz. Çağdaş dünyânın sihirbazları,sıkı dumanın sihirbazlarına göre gözlerimizi boyamada, aklımızı  çelmede çok daha hünerli ve marifetli. Dev alışveriş merkezleri, parlak neon ışıkları, bitmek bilmeyen ihtiyaçlar, cazip elektronik eşyalar, doyumsuz zevkler, krediler, tatil programları, lüks evler, model model arabalar büyülemiş bizi. Fareli köyün kavalcısının flütünün peşinden koşar gibi koşuyoruz bunların peşinden. Modern sihirbazların vehim ve hayâli zorlayan ipleri her yanımızı sarmış. Büyülü ve sahte bir rüyadan uyanmaya hiç, niyetimiz yok. Tılsımlı bir hayatın kapsama alanı içerisindeyiz her an.

Bugün hakikatin asasına acil ihtiyacımız var. Bize, bu görünenle­rin sanal bâtıl olduğunu gösterecek, bizi kendimize getirecek, yaldızlı eşyanın makyajını dökecek, taklitten tahkîke yöneltecek, doğru zan­nettiklerimizi unutturacak, mâsıvâya bağlı iplerimizi yutacak, yeniden îman ettirecek, eşyanın gerçeğiyle tanıştıracak, kısaca Allâh ve O’nun Resulü ile tekrar barıştıracak bir asaya. Ama eğer bu asâ ile buluşama­mışsak ve halâ sihirli dünyânın bağlayıcı ipleri bize daha sevimli geli­yorsa, işte o zaman şu âyeti -yeniden iniyormuş gibi- tekrar tekrar okuyalım.

De ki: “Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir ticaret ve beğendiğiniz meskenler size Allah’tan, peygamberinden ve O’nun yolunda cihattan daha sevgili ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin! Allah, fasık topluluğu doğru yola erdirmez.”

Necmettin Şahinler,İpler Kopmadan
Devamını Oku »

Batı Kendi Değerlerini Evrensel Olarak Takdim Etmektedir

Gerçekten de modernitenin evrensellik iddiası da anlamsızdır ve her geçen gün erozyona uğramaktadır. Tüm evrensellik iddialarına karşılık yerellik duyguları geliş­mektedir. Evrenselliğin araçları gibi gözüken bazı olgular, iletişim, teknoloji tek dü­zeliği ve monotonluğu sarsmaktadır. Kaldı ki nereden bakarsak bakalım Batı toplum­lumun kendilerine özgü olan ama başkalarına evrensel diye takdim edilen değerlerin yanlı olduğu her geçen gün daha iyi anlaşılmakta ve bu toplumların haklı tepkilerine sebep olmaktadır.

Esasen evrensel değer, nerede ve hangi toplumda ortaya çıktığı belli olmayan ve insanlığın ortak değeri olarak algılanan değerlerdir. Bir yerlerde çıkmış ve hala adre­si belli olan ve arkasında hala sahibinin koşturduğu değerler evrensel değil ancak kü­resel olabilir. Bunun da en açık örneği modern Batı değerleridir. Ne önemde olursa olsun çoğu kere zorlamalı bir biçimde yer küresine yayılmaktadır. Örneklemek gere­kirse adalet bir evrensel değerdir, ama ne denli yararlı bulunursa bulunsun demokra­si bir küresel değerdir. Her kültür öncelikle sahibinin çıkarlarını temsil eder. Demokrasi bile bunun dışında değildir. O, kim ne derece yararlanırsa yararlansın sınai kapi­talist dönüşümün siyasi bir araçsal yapısıdır.

Kaynak:

Hece Dergisi-Postmodernizm Özel Sayısı
Devamını Oku »