Reform Ve Rönesans'ı Bir İlerleme Olarak Niteyele Bilirmiyiz ?

reform

Modern batı medeniyetini, salt maddî boyutta geliş­miş yegane medeniyet olarak gören ve gelişmesini ürkü­tücü olarak niteleyen Guénon, bu ‘gelişmenin başlangı­cını‘ Hristiyanlık düşünce yapısıyla, ‘feodalite’ düzeni­nin de sonunu gösteren’’ Rönesans dönemiyle ayni an­da başlatmaktadır. Ürkütücü olan bu başlangıç, fikrî (in­tellectuel) bir gerilemeyi de beraberinde getirirken, Ortaçağ düşünce dünyasındaki çözülmeler için bir sonuç oluşturmuştur. ‘’Rönesans ve reform hareketleri, bilhas­sa neticedirler; ancak önceden olan bir çözülme ile müm­kün olabilmişlerdir’’ Buna göre ‘rönesans’ ve ‘reform’, tüm geleneksel yapılara da yansıyacak bir çıkış oluştur­mak üzere, Hristiyan geleneksel yapısıyla olan çatışma­yı ve kopukluğu tamamlamıştır. Rönesans, ilim ve sanat alanında, reform ise din alanında bu kopukluğun kesin göstergeleri olmuştur. Ne var ki, skolastik zihniyete kar­şı bir oluşum göstermesine rağmen, bir ilerleme ve yük­selme hareketi olarak niteleye bilir miyiz, reform ve röne­sans hareketlerini?

Göreli değerler açısından değerlendirenler için bir ‘ilerleme’ sayılırsa da, sonuçları ve etkisinin sürekliliği bakmandan hiç de böyle görülmemektedir. Bir ilerleme olarak değil, ama daha pervasız düşünce ve hayat tarzlarına doğru, sadece bir gelişme olarak görülebilir. ‘Bize göre aşırı ve anormal olan bu gelişme, duyu organlarıyla al­gılamayı her şeyin üstünde tutan kimselere bir ilerleme gibi görünmekten geri kalmamıştır. İkame ettiği de­ğerler bakımından nasıl değerlendirmeliyiz?

Geleneksel bilgilerin kaybolmasıyla bunların yerini, artık bundan böyle felsefe ve profan bilimler, yani gerçek ‘entellektüellik’in inkar edilmesi, bilginin en aşağı dü­zenle sınırlanması, olguların hiçbir prensibe bağlı olma­yan deneysel ve analitik yolla araştırılması, sayısız ay­rıntıların içinde kaybolma, hiç durmadan birbirlerini çü­rüten, temelden yoksun tezlerin ve modern medeniyetin fiili tek üstünlüğünü oluşturan pratik uygulamalar ha­riç, bunun dışında hiçbir şeye götürmeyen ve bütünlük­ten yoksun görüşler yığını almıştır.Rönesans anlayı­şıyla, algılama gücünün alanı küçültülmüştür. Sadece, soyut ve dogmatik kavrama tarzına geçerlilik tanıma aşırılığından, onu bütünüyle dışlayan, salt maddî olan kavrama biçimine üstünlük tanıma aşırılığına geçilmiş­tir. Mevcut Batı uygarlığını bir 'sapma haline dönüştü­ren de, işte, maddî ve duyusal düzenin abartılarak, her şeye hakim kılınmış olmasıdır.

Ortaçağ geleneğine karşı bilinçli ve iradî bir tepki oluşturan Rönesans, öte yandan Greklerle başlayıp Roma ile devam eden, ancak Hristiyan Ortaçağında bir kesintiye uğrayan ‘beşerilik’ niteliğinin yeniden uyanma çağı olmuştur. Burada, ‘klasik önyargısı' dediğimiz du­rumla karşılaşmaktayız. Rönesanstan sonra Batıklar, kendilerini hassatan Grek-Roma antik dünyasının vari­si ve sürdürücüsü olarak görmeye, bunun dışındaki bü­tün şeyleri ise, sistemli bir biçimde tanımamaya veya bil­mezlikten gelmeye başladılar. Hakikati bir bütün ola­rak kavrama konusunda birçok şeyin ölümünü hazırla­yan Rönesans, eşyanın görünümüne ve kabuğuna ait bil­gi ve tezahürlere, gerçeğin tamamıymış gibi tutunmayı getirdi. Skolastik aşırılığa, salt maddî-bilimsel aşırılıkla cevap vermiş oldu. Dahası, her şeyi salt beşerî ölçülere indirgemek, ilmi ve ahlakî, tüm prensipleri Mutlak Prensip’ten soyutlamak ve sembolik bir deyimle, yeryü­zünü fethetmek gerekçesiyle ‘Sema’ ya sırt dönmek anla­mında, Hümanizma’ ile özdeşleşerek, profan bir var­lık anlayışının ilk biçimini oluşturdu.«

Rönesans düşüncesi böylece, zekanın fonksiyonunu eşya üzerinde sınırlayıp, bütünüyle pragmatik bir gaye­ye bağlamıştır.

Kaynak:

Sadık Kılıç-Fıtratın Dirilişi
Devamını Oku »

Dinlerini Oyun-Eğlence Yapanlar

Dinlerini Oyun-Eğlence YapanlarVay haline o gün yalanlayanların.Ki onlar, daldıkları bir batak (bâtıl)da oynayıp duruyorlar.O gün onlar cehennem ateşine itilip kakılacaklar (Onlara): "İşte yalanlayıp durduğunuz ateş budur" (denilecek).

Ayette geçen Nâr-ı Cehennem” yani ''Cehennem ateşi'' ifâdesi, hakikati yalanlayanların katlanmak ve dayanmak zorunda kalacakları İlâhî bir cezâdır. Çünkü bu onların kendi yaptıkları tercihlerinin so­nucudur. Cehennem, inkâr edenleri çepeçevre kuşatacak bir gerçek­liktir. Ve yedi kapısıyla, sönmeyen sürekli ateşiyle, doymak bilmeyen özelliğiyle, kaynarken çıkardığı sesiyle, yüzleri yala­yan, dişleri sırıtan aleviyle, boyunlarında halkalar ve zincirler olan günahkârları bir elbise gibi saracaktır. Ve bu durumdan ne za­man kurtulmaya çalışsalar, onlara şöyle seslenilecektir: ''Tadın (bu) yakıcı azâbı [sonuna kadar]''

Yine âyette ''boş şeyler” olarak çevrilen “fî havdın” ifâdesi, gerçek karşılığı ile “hayâlı/sanal yaşam” demektir. Allah’ı hesaba katmayan, manevî değerleri hiçe sayan, insânlığın hayrı yerine sadece şan-şöhret ve dünyevî mal-mülk için çabalayan inşânın fayda sağlamayan yaşamı. Böyle bir yaşamla oyalanmak, deniz kıyısında saatlerce uğraşarak kumdan kuleler yapan çocukların oyunu gibidir. Sonunda küçük bir dalga/bir dokunuş onu kolaylıkla yıkacak ve ona eşlik eden hayâller bir anda sönecektir. Veya Kur’ân’ın bir başka benzetmesiyle, onların yapıp-ettikleri şiddetli rüzgârın savurduğu kül gibi uçup gidecektir:

“Rablerini inkâra şartlanmış olanların yapıp-ettikleri, fırtınalı bir günde rüzgârın hışımla saçıp savurduğu küle benzemektedir; böyleleri kazandıkları [iyi şeylerden de âhirete hiçbir yarar sağlayamazlar; çunku Allah’a karşı sergiledikleri bu ¡inkârcı tutum] sapıklıkların en kötüsüdür. ”

Sanal/hayâl bir yaşamın sonu hüsranla biten oyalanması yerine, Allah’a ve O’nun Resûlü’ne inanmanın mutluluğu ile örülmüş bir ya­şamı tercih edenler için “gökler ve yer kadar geniş bir cennet" hazır­lanmıştır. Bu, sonsuz lütuf sahibi olan Allah’ın dilediği kullarına ba­ğışladığı bir nimettir. Ve Allah bizden bu güzelliğe koşmamızı iste­mektedir.

Nisyanın en tehlikelisi insanın kendi Asl'ını unutmasıdır. İnsanın kendi Asl'ını unutması bir anlamda Allah’ı unutması, Allah’ı unutması da kendi zatiyetinin idrakini terketmiş olması, unutmasıdır. Kur’an bunu kendi üslûp güzelliği ve özelliği içinde verirken şu ifadeleri kullanır: “Onlar Allah’ı unuttular, Allah da onları unuttu” (Tevbe/67). Nisyanın karşıtı ve nisyandan kurtulmanın yolu “zikir”dir ki, o da, hatırda tutmak için anmak demektir. Allah’ı unutmamanın yolu Allah’ı zikretmek yani anmaktır.

Kur'an, son peygamber bağlılarını hem unutmanın doğuracağı bozukluklara karşı uyarmak, hem de onların unutma illetinin sonuçlarından ilahi bir rahmetle korunduklarını göstermek üzere, bağlılarına şu duayı önerir: “Ey Rabbimiz! Unutur veya hata edersek, bizi bundan hesaba çekme”

Kurân, dünyâ hayatına aldanarak Allah'ın âyetlerini inkâr eden ve dinlerini bir eğlenceye/oyuna çevirmiş olanların, Hesap Günü’nü unuttuklarını söylemektedir. Bu unutuş, hesap günü gelip çattığında bu imânların karşısına Allâh tarafından unutulmak olarak çıkacaktır.

Dinlerini oyun ve eğlence edinen ve dünya hayatının kendilerini aldattığı kimseleri bırak! Bu vesile ile şunu da ihtar et ki: «Bir kimse yaptıkları yüzünden azabın pençesine düşmeye görsün, o zaman Allah'ın yüce huzurunda O'ndan başka ne bir koruyucu, ne de bir şefaatçi bulunur. Her türlü fidyeyi denkleştirse bile kabul edilmez. Onlar azabın pençesine düşmüş kimselerdir. Nankörlük ettiklerinden dolayı onlara kaynar sudan bir içecek ve gayet acı bir azap vardır.

Allâh için unutmak söz konusu olamayacağına göre, buradaki unutmak "göz ardı’’ edilmek anlamındadır. Yani Allâh, bu kişileri o gun dikkate almayacak, onlara unutulmuş muamelesi yapacaktır, in­sinin böyle bir duruma düşmesi şüphesiz çok trajik bir sonuçtur. Hal­buki Allâh, insânı yeryüzünde hiç de sahipsiz bırakmamış, Rahman oluşundan kaynaklanan yönüyle her türlü rızkı önüne sermiştir. Üstelik bunun yanında insâna ezelde verdiği sözü unutmaması için peygamberler ve kitaplar göndermiştir. Ama bütün bu çağrılara, Allâhın verdiği nimetleri kullanmasına rağmen insan, Ona şükür etmemiş; sanki hiç ölmeyecekmiş, hesaba çekilmeyecekmiş vurdumduymazlığı İle dünya hayatının aldanış, çarklarına kendisini kaptırmıştır. Şimdi ise ahiret gününün unutulmuşları arasına girerek yalnızlığı yaşar hâle gel­miştir. Artık kalem kırılmış, mürekkep kurumuş, kabul edilebilir bir özür imkânı ortadan kalkmıştır.

İnsânın düşeceği bu unutulmuşluk durumunun nedeni, yukarıda verdiğimiz âyetin devamında şöyle verilmektedir: “Çünkü Biz, gerçekten de onlara, inanacak bir toplum için bir doğru yol, içinde bil­giye dayalı ayrıntılı açıklamalarda bulunduğumuz bir kitap ulaştırmıştık.

Anlaşılıyor ki bütün bu olumsuz sonuçları yaşamanın en önemli nedeni, insânların kendilerine bir rahmet/hidâyet rehberi olarak gön­derilmiş olan Kitab'a, olması gereken ilgiyi göstermemeleridir. Âyetin “Kitâbin fassalnâhü ‘ala ilmin” ifâdesinden bu Kitabın hem ilme da­yalı, hem de ayrıntılı açıklamaları içinde bulunduran bir kitap oldu­ğunu öğreniyoruz. Ama gözü sadece dünyevî zevkleri gören insân, kendisine ulaşan bu kitabı ugöz ardı etmiş, âyetlerini inkâr yoluna sapmıştır.

Ey insân! Allah, yarattığı hiçbir varlığa zulüm ve haksızlık et­mez. Teklifi de ancak inşânın kaldıracağı kadardır. Başına ge­lenler ve gelecek olanlar kendi tercihlerinin sonucudur.“Tabağına ne doğramışsan, kaşığına o gelecektir. Hangi ağacı silkelemişsen, önü­ne o ağacın meyvesi dökülecektir. Bu yolda sevmeyeni sevmezler, görmeyeni görmezler, merhamet etmeyene merhamet etmezler, el tutmayana el vermezler, ağlamayana ağlamazlar, kısaca unutanı da unuturlar.

Necmettin Şahinler,İpler Kopmadan
Devamını Oku »

İnsan Amellerine Güvenmemelidir

İnsan Amellerine GüvenmemelidirEmin olmanın en aldatıcı türü, ibâdetlere güvenerek kurtuluşu garanti ettiğini söylemektir. Ebedî kurtuluş davranışlar üstü bir keyfi­yettir ve yalnız Allah’ın lûtfu ile elde edilir, amel' ve ibâdet kıstasıyla ölçülemez. Ameller/eylemler bu işte sadece bir belirtidir, garanti bel­gesi değil. Bişr b. Mansûr, uzun uzun namaz kıldığını seyreden bir dostuna, namazının sonunda şöyle demiştir: ''Böylesine uzun uzun namaz kılışını seni aldatmasın. Unutma ki İblis, hem de meleklerle, yıllar boyu namaz kılmıştı”

Anlaşılıyor ki,ne gecenin dingin örtücülüğü ve ne de gündüzün oyalayıcılığı Allah’ın mekrinden emin kılamıyor bizi, insâna düşen, uyku ile gecelerini kısaltmadan ,ve günahları ile de gündüzlerini ka­rartmadan, kul olarak kendine düşen sorumluluklarını yerine getir­mesi ve Yaratıcı Kudret ile kopan Tevhîd bağını yeniden kurması, Al­lah’ın rahmet ve şefkatine sığınmasıdır. “Duhâ/Aydınlık sabah”, insân hayatında az sayıdaki ve geniş aralıklı mutluluk dönemlerini semboli­ze etmektedir. Buna karşılık, “durgun ve karanlık gece”, yani kural olarak insânın bu dünyâdaki varoluşunu kuşatan üzüntü ve sıkıntı dö­nemleri, daha uzun bir zaman kesitini kapsamaktadır. Bunun anlamı ise şudur: Nasıl ki sabah geceyi izliyorsa, aynı kesinlikte Allah’ın rah­meti ve şefkati de, hem bu dünyâdaki hem de öteki dünyâdaki her türlü sıkıntıyı giderecektir. Çünkü Allâh “rahmeti ve şefkati Kendine ilke edinmiştir.”

 

Necmettin Şahinler,İpler Kopmadan
Devamını Oku »

Allah İnsanın Şah Damarından Daha Yakındır

Allah İnsana Şah Damarından da Yakındır

Kur'ân, Allah'ın adı ile başlayan ve son kelimesi nâs/insânlar ile biten bir kitaptır. Bu demektir ki Kur’ân, Allah ile insân arasında en anlamlı bir diyaloğun adıdır. Ama bu diyalog mutlu bir sonla değil, insâna önemli bir uyarı ile noktalanmaktadır. İşte Felâk ve Nâs sûre­leri Kur’ân’ın bu son uyarısının işâretlerini taşımaktadır.

Ey insân! Son sûrelerime geldiğin şu anda her şeyin bittiğini, her şeyin güllük gülistanlık/tozpembe olduğunu sakın düşünme. İçinde ta­şıdığın nefsten de kendini güvende hissetme. Kıyâmet sabahına kadar usta bir sihirbaz olan nefsinin oyunlarından/üflemelerinden emin de­ğilsin. O, hayrı da, şerri de senin aleyhinde kullanmakta o kadar ye­teneklidir ki bunu kolay anlayamazsın. Bu konuda yapacağın en gü­zel duâ,“Ey Allahım! Gözümü açıp kapatıncaya kadar beni nefsime bı­rakma" olmalıdır. “Gerçek şu ki, insânı biz yarattık ve nefsinin ona neler fısıldadığını da biz biliriz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.’’.

Yaratıcı ile yarattıkları arasındaki yakınlık, yaratılan ile nefsi arasın­daki yakınlıktan daha önceliklidir. Çünkü yaratılanın ayakta kalması bizzat kendinden değildir, yaratıcısının kudreti iledir. Allâh kuluna şah damarından daha yakındır. Ama insân önce şah damarını bulma­lı, yani Allah’ı uzaklarda değil, kendinde başlayıp kendinde biten bir yolda aramalıdır. Yûnus’un, “Bir ben var bende, bende içeri” deyişi bunun içindir.

Vahyin soluğu/nefesi/ışığı/nûru ile değil de nefsinin fısıltılarıyla yetinen insan, Kur’ân’a göre şah damarı kopmuş, aklî ve kalbî mele­keleri dumura uğramış ölü bir insândır. Şah damarının beyin ve kalp arasında uzanması da “akıl-kalb” dengesini ortaya koyma adına çok anlamlıdır. “Biz insâna şah damarından daha yakınız” âyetinin bir başka anlamı da, “Biz insân üzerinde kudret yürütüp tesir meydana ge­tirmede daha yakın, kendisine daha çok mâlik ve tasarruf sahibiyiz” demektir.

Necmettin Şahinler,İpler Kopmadan
Devamını Oku »

Ahde Vefa

Ahde VefaAhlâkî anlamda insân, “ahdine vefâ gösteren, sözünde duran var­lık” diye tanımlanabilir. Mükemmel insânın tanımı ise tamamen budur. Hz. Peygamber diyor ki: “Ahdine vefâsı olmayanın imam da ola­maz.” Bir yerde de şöyle buyuruyor: “Ahdine vefâsı olmayanın dîni de olamaz." Sözünde durmayan, her şeyden önce aldatan biridir. Ve Hz. Peygamber: “Aldatan, bizden değildir.” buyurarak, Muhammedi bir benliğin belirgin niteliğinin söze sadâkat, ahde vefâ olduğunu be­lirtmiştir.

Necmettin Şahinler,İpler Kopmadan
Devamını Oku »

Lâtin Harflerini Kabul Edemeyiz...

Lâtin harflerini kabul edemeyizKâzım Karabekir Paşa bu görüşlerini 2 Mart 1923 tarihinde İzmir İktisat Kongresi’nde yaptığı konuşmada belirtmiştir. Daha sonra hayli tartışmalara konu olan Paşa’nın bu görüşlerini biz 3 Mart 1923 tarihli Vakit, Tanin ve Akşam gazetelerinden derledik.

Bu mesele maarife taalluk ettiği için bizim kongremiz iştigal edeceği mesailin haricindedir. Fakat çok zamandan beri bu mesele zaman zaman ortaya atılmaktadır. Bendeniz de bu işle sonuna kadar uğraştığım için müsaadenizle birkaç söz söyleyeyim. Bu fikir bir zamanlar Avrupa’da herc ü merci mucib oldu. Bu cereyan evvela orda başladı. “Bizim İslâm hurûfatımız asla kâfi değilmiş, binaenaleyh Lâtin hurûfatı isti’mal edilmeli imiş.” Orada bazı arkadaşlarımız bu fikrin mürevvici (taraflısı) oldular. Fakat neticede bunun felaketli olduğunu anladılar ve pişman oldular. Bu fikrin müthiş bir felaket olduğunu Arnavut kavmi de pek geç olarak anladı. Maattessüf arzederim kiAzerbaycanlı arkadaşlarımız da bu felakete bugün düştü. Bu hususta hususi olarak bizden de fikir soranlar oluyordu.

(…)

Binaenaleyh bugün bir kuvvet vardır ki o kuvvet bütün cihana karşı şu propagandayı yapıyor: “Türk yazısı güçtür, okunmaz!” Bendeniz bu mesele ile bizzat uğraştım ve Arnavutluk ihtilali içinde bulundum. Acaba bu Lâtince kabul edilebilir mi? Bu kabul edildiği gün memleket herc ü merce girer. Her şeyden sarfı nazar (her şey bir yana) bizim kütüphanelerimizi dolduran mukaddes kitaplarımız, tarihlerimiz, yazılarımız ve binlerce cilt eserlerimiz bu lisanla yazılmış iken büsbütün başka bir şekilde olan hurûfu kabul ettiğimiz gün en büyük bir felakete maruz kalacağız. Ve böylece derhal bütün Avrupa’nın eline güzel bir silah vermiş olacağız. Bunlar âlem-i İslâm’a karşı diyeceklerdir ki Türkler ecnebi yazısını kabul etmişler ve Hıristiyan olmuşlardır. İşte düşmanlarımızın çalıştığı şeytankârâne fikir budur.

Arkadaşlar kucaktaki çocuklardan başlayan birçok, yüzlerce yetim bugün şark cephesinde asker arkadaşlarımızın bizzat kendileri ve aileleri tarafından okutuluyor. En gabi bir köylü çocuğuna bile biz bir ilâ üç ay arasında kendi hurûfatımızı ve gazetelerimize okutabiliyoruz. (Alkışlar)

Binaenaleyh bizim hurûfatımız okunmaz değil, belki hurûfatımız dünyanın en güzel şeklidir. Hiçbir lisanda hurûfatımız kadar güzel en temiz, manzarası sevimli bir yazı değildir. İkinci bir nokta daha var: Bendeniz ecnebilerle iki sene Harb-i Umûmi’de beraber çalıştım. Yazımız öyle kısadır ki onlarla aynı şeyi kerşı karşıya not ederken ecnebiler bir sahife yazıncaya kadar ben on sahife yazar ve işimi bitirirdim. Almanca, Fransızca hurûfat hep böyledir. Sonra bizim dilimizi ifade edecek hiçbir Lâtin hurûfu yoktur. Bugün Fransızca hurûfu o kadar karışıktır ki, bizim dilimizi kabil değil terennüm edemez. Bu mesele inceden inceye tetkik edilmiştir. Binaenaleyh istirham ediyorum. Zararlı olan şeyin zararını bilhassa Müslüman bir kavim çekmiştir. Bu gibi meseleleri bırakalım.Böyle fikirler içimize girmesin. Sonra da büsbütün lâl ü ebkem (şaşa kalmış) olur, âlem-i İslâmı üzerimize hücum ettiririz. Ve bunun neticesi olarak kendi aramızda birbirimizi yeriz. Gerçi bu teklif hiç şüphe etmiyorum ki samimiyet ve hüsni niyetle yapılmıştır. Fakat başka taraflardan da pek fena fikirler içimize zerkediliyor. Bunlardan kendimizi sıyanet edelim. (Alkışlar)

Vakit, Tanin, Akşam, 3 Mart 1923
Devamını Oku »

Teknolojinin Toplumu Hakim Kıldığı Bir Mantık Vardır

Çoktandır insanın kendi türettiği alet karşısında küçüldüğü ve bu Frankeştay'nın sonunda sahibini boğazlayacağı söyleniyor. Kimbilir bunları söyleyenler böylesi bir boğazlama eyleminin olup bittiğini bile farketmiyorlardır belki.

Zira teknolojinin topluma hakim kıldığı bir mantık vardır ve bu mantık şartlanmasının dışına çıkamadığı için gerçekte neler olup bittiğini kavramaktan da aciz olabilir. Eşya karşısında takınılan tavır nasıl günümüz teknolojisini doğurmuşsa, günümüz teknolojisi de kendine mahsus bir bakış açısını insana aşılamıştır. Böylelikle insan uyanmak için uyku ilacı alan bir hastaya benzemektedir. İnsan önce tabiatı mağlup etmek üzere giriştiği savaşın aleyhine döndüğünü anlayınca aynı yöntemlerle yıkılanları tamire girişmiştir. Ama bu bir öpücüğün geri alınması için teşebbüse geçmek gibi bir şeydir.

Uzayda yürümeyi başaran insan bir bakıma güçlüdür, çünkü imkânlarını kendini çevreleyen şartları hâkimiyeti altına almak üzere kullanabilmiştir. Ama onun görünürdeki gücü tıpkı kimyevî bir elementin bir diğerinden üstünlüğü gibi bir şeydir. Yani insan kendini eşyaya ait kılmış, eşyanın şartlarını kendi şartları olarak benimsemiştir. Böylelikle kendine Allah'ın verdiği hasletleri basite irca etmiş, kapasitesinin altında kullanmıştır. Dış görünüşüyle güçlü insanlık kendini algılamakta gösterdiği yalınkatlık yüzünden süflî durumdadır.

Kaynak:

İsmet Özel-Taşları Yemek Yasak
Devamını Oku »

Yolunu Kaybeden Herkes Aynı Yanlışa Düştü

Gerek Batı medeniyetiyle karşılaşmadan önce İslam dünyasında beliren çürümelerin, gerekse Batı tahakkümü altında aşağılık duyguları içinde kıvranan müslüman camianın zihnî dağınıklığının bana sorarsanız esaslı bir sebebi var: Yolunu kaybeden herkes aynı yanlışa düştü. Onlar insanlık durumunu ve yüz yüze gelinen gerçekleri mutlak, hakikati ise her durumda anlam değiştiren, izafî karakterde kabul ettiler.”

‎”Sandılar ki insanlığın belli bir istikamette zorunlu bir değişmesi vardır ve olan biten bu zaruretin yerine gelmesinden ibarettir. Halbuki insanlık bugünkü durumuna geldiyse bunda insanların kendilerine verilmiş bilgileri hiçe sayarak, heva ve hevesleri doğrultusunda davranmaları sebep olmuştur.” 

Kaynak:

İsmet Özel-Surat Asmak Hakkımız
Devamını Oku »

Batıya Boyun Eğmek

Günümüzdeki Batı hâkimiyeti bir zapt etme hâkimiyeti değil, bir düzenleme, ayarlama, yola sokma hâkimiyetidir.

Batı medeniyeti günümüzdeki ''barışçı" düzen koyucu üstünlüğünü elde etmeden önce hakimiyetini zora başvurarak tesis etmişti. Geçtiğimiz yüzyılda Batı bir toplumu kıskıvrak yakalayabilmek için önce o toplumun yöneticilerini ve ileri gelenlerini Batılı değerlerle donattı. Bir toplumun yönetici kesimi Batı'ya ruhen köle olduktan sonra toplumun diğer kesimlerini Batı çıkarları doğrultusunda ''kullanmak'' zor değildi. Böylece Batı davet edildiği her bölgeye rahatlıkla yerleşti, nüfuz etti. Ama Batı asıl gücünü kültürel cazibesinden almıyordu. Batı’ya tartışmasız üstünlüğünü sağlayan unsur onun ateşli silahlarla desteklenmiş ticarî yağmacılığıdır. Bu ticarî yağmacılık iştihasıyla Batı davet edilmeden girdiği her yerde kendine bir hayat sahası açmaktan geri durmadı. XIX. yüzyıl boyunca dünyanın dört kıtası Batı medeniyetinin ajanları tarafından kandırmaca, tehdit, yerli halkın birbirine kırdırılması, katliamlar yoluyla ve çoğu zaman silah zoruyla yağmalandı. Dünya edebiyatının “roman” zevki Batılının yağmalama zevkine çok şey borçludur.

Roman yazmayan ve roman okumayan milletler, Batı tehlikesi ile yüzyüze geldikleri zaman önlerinde iki yol vardı: Boyun eğmek veya karşı koymak. Boyun eğenleri iki kısma ayırmak mümkündür. Bir kısım insanlar Batı medeniyetiyle menfaat birliği içindedir. Bunlar şu veya bu sebeple Batı’yı davet etmiş olabilir veya gelen batılıyla anlaşıp menfaat teminini uygun bulmuştur. Boyun eğenlerin ikinci kısmı Batı’nın hâkimiyetinden menfaat sağlamayan, hatta bilakis zarar gören insanlardan oluşabilir. Bunlar dünyanın aldığı yeni şekli kaçınılmaz gören, gerekli sayan, yerinde kabul eden insanlardır. Yanı Batı medeniyeti bir ileriliği temsil ettiği için onunla birilikte olmak gereklidir. Eğer Batı hâkimiyetinin yerli topluma zarar veren yönleri varsa bunlar, yerlilerin uzun vadede Batı medeniyeti içinde erimeleri sonucunda ortadan kalkacaktır.

Müslümanların yaşadıkları ülkelere Batı müdahalesinin siyasî sonucu olarak Avrupa’dakinden farklı bir sağ ve sol ortaya çıkmıştır. Batı medeniyetine boyun eğen zümreler arasındaki menfaat farkı bu görüş ayrılığının temelidir. Sağ Batı’ya. boyun eğmenin kısa vadeli çıkarlarını temine gayret ederken, sol aynı teslimiyetin uzun vadede doğacak menfaatlerine taliptir. Nitekim son iki yüzyılın Türkiyelinde siyasî zıtlaşmalar bu minval üzere cereyan etmiştir.

Peki, Batı hâkimiyetine karşı koyanlar? Onlar ya Amerika Kızılderilileri veya Afrikalı Zulu’lar gibi beyazlar tarafından tamamen yok edilmişler ya da Batı’ya boyun eğen yerli güçler tarafından bastırılmış ve etkisiz hale getirilmişlerdir. Müslümanların hikâyesi bu karmakarışık romanın en önemli bölümü sayılır. Hele bu romanın son cildinin henüz yazılmadığını düşünürsek.

Kaynak:

İsmet Özel-Taşları Yemek Yasak
Devamını Oku »

Kaybettiğimiz Değerler

Benim görüşüme göre Müslüman toplumlar olarak kaybettiğimiz değerler geçmişte yaşanılan cihangirlik, debdebe ve ihtişamla ilgili değildir. Bizim asıl kaybettiğimiz veya tamı tamına kaybetmesek bile günden güne daha büyük bir hızla kaybetmekte olduğumuz değerler,bizleri Batı dünyasının bütün azgınlığına rağmen günümüze ulaştıran, günümüzde bile bütün Müslümanları kâfirler gözünde heybetli kılan değerlerdir.

Kaynak:

İsmet Özel-Taşları Yemek Yasak
Devamını Oku »