Nutuk: Büyük Müdafaaname veya İthamname

1926’da büyük temizlik gerçekleştirildikten yaklaşık bir sene sonra, 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında Cumhuriyet Halk Fırkası’nın 2. kongresi yapıldı. 1923’te resmen kurulan partinin kongresi nizamnamesinde (tüzüğünde) her yıl toplanmasına dair hüküm bulunmasına rağmen, toplanmamıştı. 1927 kongresinin 2. Kongre olarak ilânının sebebi, itibarî olarak Sivas Kogresi’nin ilk kongre sayılması idi!

Bu kongre. CHP ve Cumhuriyet tarihinde, tek parti idaresinin tanımlanması açısından büyük önem taşımaktadır. CHP tüzüğüne göre, kongrenin işlerinden biri de Genel Başkan seçmekti. 1927 yılına kadar, tüzüğe rağmen genel kurul toplanmamış, genel başkan da seçilmemişti. Parti, kurucular heyeti yönetimi ve genel başkanı tarafından yönetiliyordu. Bu kongrede seçim yapılacağına, tüzük hükmü değiştirildi. Tüzük değişikliği ile, partinin değişmez genel başkanının, partinin kurucusu olan Gazi olduğu hükme bağlandı. Böylece parti başkanı tüzük değişikliğiyle tayin edilmiş oldu! Tüzüğün ilk altı maddesinin hiçbir şekilde değiştirilemeyeceği de hükme bağlanmış ve kongre genel başkan seçme yetkisinden ebediyyen vazgeçmişti!

Mustafa Kemal, bu kongre vesilesiyle meşhur nutkunu okudu. Milli Mücadeleden sonra, gerçek veya hayalî düşmanlara, rakiplerine karşı iç mücadeleyi de kazanmış, ipleri tamamen eline almış bir lider konumunda, olup bitenleri kendi zaviyesinden açıklayan uzun bir metinle kürsüdeydi.

Bu Nutuk, Türkiye cumhuriyeti tarihçilerinin en çok dayandıkları, atıfta bulundukları kaynak bir metindir. “Mustafa Kemal, Nutuk’da ve diğer dokümanlarda âdeta kendi tarihini kendisi yazmaktadır. Bu aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin meşruiyet tarihi olmaktadır. Mustafa Kemal’in devletin oluşumunda kendine verdiği merkezî yer, onun yapıp ettikleri kendisi tarafından ideoloji olarak adlandırılsın veya adlandırılmasın, tam bir ideoloji ortaya koymuştur. Halefeleri de bunu böyle, yani doğru anlamışlardır.”

Nutuk esas itibarıyla, 1919-1926 yıllan arasındaki dönemin Mustafa Kemal’in gözüyle, tanımlamalarıyla anlatılması ve bilhassa kendi rolünün ortaya konulması şeklinde temellendirilmiş bir metindir. Mustafa Kemal Millî Mücadele’yi anlatırken, Mücadele’nin diğer önemli aktörlerinin eleştirisini ön plana çıkarır. Millî Mücadele’de beraber yola çıktığı,iş ve kader birliği yaptığı arkadaşlarının çoğu hakkında isim zikrederek «önadlarda bulunur, hatta bazılarını zaman zaman ihanetle itham etmekten kaçınmaz. (Buna rağmen birkaç yıl sonra, bu şahıslardan bazılarını, Ali Fuat Paşa Refet Bele gibi, milletvekili olarak sistemin içinde almıştır).

Nutuk büyük temizlik harekatından (izmik Suikasdi dâvası) bir yıl sonra okunan bir metin olarak, 1926 daki fiillerin haklılığını isbat etmeye ağırlık vermektedir. E.J. Zürcher’e göre, Nutuk’u kaynak olarak kullanan tarihçi ve biyografi yazarlarının hiçbiri Nutuk’un bu niteliğinin farkında olmamışlardır.

Dönemin ünlü yazarlarından, Atatürk’ün Çankaya sofrası müdavimle-rinden F. Rıfkı Atay, tarihçileri hükümlerinde daha serbest bırakmak için M Kemal in bu Nutuk’u hiç yazmaması gerektiğini ifade etmektedir. Mustafa Kemal 1923-1925 dönemindeki hadiselere hayli geniş yer vermiş olmakla birlikte, İzmir Suikasdi’nden hemen hiç bahsetmemektedir. Suikast ve dâvalara Nutuk’un sonunda çok kısa bir pasajda ancak yer verilmektedir.*

Nutuk, M Kemal Paşa’nın 19 Mayıs 1919’da Samsuna çıkışını ve o sıradaki durumu tasviri ile başlar. Bu anlatımda Millî Mücadele’nin başlangıcı onun Samsun’a çıkışı olmaktadır. Oysa, Mücadele’nin ihmal edilmemesi gereken bir evveliyatı vardır. Mondros Mütarekesi 30 Ekim I918de imzalanmıştır. Bu tarihten itibaren yapılanları bir tarafa bırakalım, mağlubiyet ihtimali güçlenince, nasıl bir yol takip edilmesi gerektiği üzerinde düşünülmüştür. Başkumandanlık, Harbiye Nezareti, Erkân-ı Harbiye (Genelkurmay) ve gizli teşkilat Teşkilat-ı Mahsusa tarafından belirli çalışmalar yapılmıştı. Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkması, çıktıktan sonra sürdürülen çalışmalarla ilgili altyapı bu planlamanın dışında sayılamaz.

İzmir’in işgalinden itibaren ortaya çıkan mukavemet, Kuva-yı Milliye hareketi, elbette yok sayılamaz. Nitekim, Sivas Kongresi’nde Ali Fuat Paşa Kuva-yı Milliye Umum Kumandanı yapılmıştır.

Nutuk’taki tek aktörlü Millî Mücadele anlatımı, mücadelenin önde gelen şahsiyetleri tarafından haklı tenkitlere konu olmuştur. Kâzım Karabekir Nutuk’a cevap mahiyetinde İstiklâl Harbimizin Esasları isimli eserini yazmış, fakat kitap yayınlanmadan matbaada el konularak imha edilmiştir (1933). Kâzım Karabekir, daha sonra elindeki malzeme ile kitabı yeniden hazırlamış ve ancak ölümünden sonra, 1951’de yayınlanabilmiş ir. Paşa’nın vesikalara dayanan geniş hacimli İstiklâl Harbimiz 1 isimli kitabı da 1960’ta ilk defa yayınlandığında takibata uğramaktan kurtulamamıştır.

Kâzım Karabekir, 1942 yılında Ankara Üniversitesinin Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi bünyesinde kurulan Türk inkılâp Tarihi Enstitüsü’nün başkanı Enver Ziya Karal’ın Türkiye Cumhuriyeti Tarihi kitabına da itiraz etmiştir. Maarif Vekili Haşan Ali Yücel’in makamında 27 Mart 1945’te cereyan eden hadisede Kâzım Karabekir Paşa, Enver Ziya Karal’m yazdığı kitaba esas kaynak olarak ‘Nutuk’u almasını eleştirmiştir. Karabekir, Nutuk'un tarafgirane bir metin olduğunu, yakılan kırk kitabı içinde bulunan “Nutuk’un hata ve sevap cetveli”nde Nutuk’taki yanlışları tek tek gösterdiğini belirtmiş, inkılâp tarihinin seyrinde büyük rolü olan birçok şahsiyetin emeklerin yok sayıldığını vurgulamıştır.

Daha sonraki inkılâp/devrim tarihi kitaplarının anası olan Türkiye Cumhuriyeti Tarihi'nin yazan Karal, Kâzım Karabekir’in eleştirilerine cevap verirken üzerinde durduğu iki nokta önemlidir. Birincisi, bu kitabın bir devlet tarihi olduğudur. Devlet tarihinde olaylar devlet başkanları etrafında toplanır. Bu bütün devlet tarihlerinde göze çarpan bir gerçektir. Klasik bir ders kitabında bir olayın bütün kahramanlarının saymak mümkün değildir. Karal’ın, Karabekir’in tarih kritiğine yer verilmemesi itirazına cevabı da, ders kitabında tarih kritiğine yer verilmeyeceği şeklindedir!

Nutuk’un, Mustafa Kemal’in şahsî tarihi gibi algılanmasının gerçekçi temelleri var. Millî Mücadele’de, sadece Erzurum ve Sivas Kongreleri yapılmadı. Düşmanla karşı karşıya olan Batı Anadolu’da da çok sayıda kuruluş meydana getirildi, kongreler toplandı, düşmana sivil cevaplar,askerî cevaplar vermek için çaba sarfedildi. Nutuk’da bu konular üstünkörü geçilir. Bilhassa Balıkesir ve Alaşehir kongreleri önemlidir. Bunlardan bir cümle ile dahi bahsedilmez!

İlk Balıkesir Kongresi Erzurum’dan bir ay önce, 28 Haziran 1919’da toplanmış, Heyet-i Merkeziye reisliğine Hacim Muhiddin (Çarıklı) Bey seçilmiştir. Düzenlenmesinde Hacım Muhiddin Bey’in de, rolü olan Alaşehir Kongresi ise, 16 ağustosta başlamıştır. M. Kemal Paşa o sırada Erzurum'dadır ve İstanbul’u iknaya çalışmaktadır. Hacim Muhiddin Bey, Nutuk’u dinledikten sonra, “Kurtuluş savaşının gerçek tarihi yazıldığında bizim de bu tarihte yerimiz olacaktır. Hakkımız olan yeri alacağız” demiş.

Atatürkçülüğünü sık sık vurgulayan tarihçi Cemal Kutay, Millî Mücadele tarihinin Nutuk’un eksikleri tamamlayarak yazılmamasından ötürü tartışmaların sürdüğünü, kendisinin buna teşebbüs ettiğini fakat “yazdıklarım nedeniyle sonsuz bir münakaşa çıkmasından ve inandığımız kıymetlerin iflasa sürüklenmesinden endişe ettim. Atatürk’ün o kadar düşmanı var ki. Onlara malzeme vermek istemedim. Çünkü benim damarlarımı kesseniz Atatürk diye akar” diyerek vaz geçme sebebini açıklamaktadır.

D.Mehmed Doğan, Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş
Devamını Oku »

Türbeden Mozoleye Anıtkabir

Türbeden Mozoleye Anıtkabir

Anıtkabir’in mimarisine, büyüklüğüne, ihtişamına bakılarak anıtmezarı aşan bir yapı tasarlandığı görülebilmektedir. Esas mekânın ABD’nin ilk başkanı George Washington kabrinin örnek alındığı iddialarına hak verdirecek bir görünüşü vardır. Elbette Washington’un kabri Anıtkabir yanında hayli mütevazı bir yapıdır. Binanın tepesinde, yükseklik sağlayan Washington’un kabrindekine benzer çıkıntı gerçekleştirilemeyince, yapı Pantheon veya Partenon’a daha fazla benzemiştir. Pantheon, çok Tanrılı eski Yunanda Tanrıları adına yapılan tapınaktır.Sonradan,büyük şahsiyetlerin gömüldüğü binalar böyle anılmıştır.Fransızların pantheonu Saint enevieve adına inşa edilen kilisedir.İngilizlerin ise Westminster Abeyi(manastırı)dır.Merhum Sanat Tarihçimiz Celal Esat Arseven ‘Türklerde pantheon yapmak adet değildir’ diyor.

Anıtkabir mezar mimarimizin dışında başka bir geleneğe dayanan bir yapıdır.Türklerin mezar mimarisi ‘kümbet’ ve ‘türbe’ ile yüzyılımıza kadar gelmiş ve gerçekten ‘ölüm mimarisi’ olarak bütün dünyanın ilgisini kmiştir.Tarihimizde çok büyük şahsiyetler gelmiş geçmiş ve çok türbeler,anıtmezarlar,anıtkabirler yapılmıştır.Büyük Selçuklu Sultanı Sencer’in Türkmenistan Merv’deki türbesi,Moğollar bütün gayretlerine rağmen yıkamadıkları için günümüze kadar gelmiştir.Orta Asyada Ahmed Yesevi’nin,Timur’un türbeleri ihtişamlarıyla dikkati çekerler.Anadolu’daki büyük türbeler,anıtmezarlar bilinmez değildir.

Bu noktadan bakılırsa, ölüm kültürü mezar-kültürü yönünden batıdan alacağımız bir şey yoktu. Niye buna rağmen Mozole ağır basmıştır? Anıtkabir inşa edilirken türbeler kapalı olduğu için mi? Belki de onlarla karışmasın diye “mozole” tercih edildi’

Anıtkabir neden bir “türbe" olmadı /.Çünkü türbe mabed-tapınak gibi tasarlanamaz. Türbe, faniler için yapılır, ölüm mimarisi her şeye rağmen, tevazu gerektirir. Devrinde cihan padişahı olarak anılan K. Süleyman’ın kabrinde bile bu hissettirilir.Türbelerde Huvelbaki/Sadece Allah kalıcıdır” ibaresi bir yerlere nakşedilmiştir.Türbe ziyareti, o faniye duayı, Fatihayı çağrıştırır Oysa., Maussolas ınki dahil bütün mozolelerde “ben ölmedim”, “o ölmedi-ölmez” edası hıssedılir Mısır'da Fravun mezarlarının bulunduğu ehramlar böyledır, Adıyaman da dağdaki Nemrut mezarı böyledir.

Şartnamede, binanın temsılıyeti açısından Atatürk'ün çok yönlü şahsiyetine dikkat çekilmektedir M Kemal Pasa nın asker kişiliği, devlet adamlığı ve siyasî kimliği, dünyaca malümdur. Fakat ilim adamı, büyük mütefekkir olduğu yönündeki ifadeler daha önceki yönleri yanında zikri gerekmeyecek şeylerdir.Fakat, bina bu tanımlara göre değil, asıl sona bırakılmış olan “yapıcı” ve “yaratıcı” kelimelerininin ifade alanına göre tasarlanmıştır. “Yapıcı” ve “yaratıcı” kelimeleri izaha muhtaçtır. Yapıcılık belki, bayındırlıkla ilgili bir kavramdır. Daha genel olarak bir yapıcılık sözkonusu olabilir, Peki “yaratıcılık"? Bunun izahı zordur.İşte Anıtkabir i bir kült merkezi olarak tasarlamanın asıl sebebi bu olmalıdır insanüstü, tanrısal bir kişilik soz konusudur. Ona lâyık yapı Örnekleri ancak geçmiş çağlarda tanrı veya yan tanrı addedilen kişilere atfedilen mutantan binalar olabilir...

Mustafa Kemal için Türk mimarisi esas alınarak bir yapı inşa edilse idi, elbette bu millî bir âbide olurdu. Fakat bu millî yapıdan kaçınılması için çok önemli bir sebep vardı: O zaman bir türbe yapılırdı ve bu İslâmî çağrıştırırdı! Bu da o zamanın yöneticilerinin laiklik anlayışına uymazdı!

 
“Anıtkabir”, şekil olarak olmasa da, muteva olarak bir “türbe”dir. Fakat türbe kelimesinin dinî-islâmı çağrışımından kaçınmak için resmen, pagan dönemlere ait bir adlandırma ile “mozole” denilmesi tercih edilmektedir. “Mozole”, Karya kıralı Mouseleus’un adından gelmektedir. Kısaca, bir dinî mekân adından kaçınılırken, başka bir dinî mekân adı seçilmiş olmaktadır.

 
İslâm’da türbeler kesinlikle ibadet yeri değildir. Fakat putperest dinlerde mezarlar, mozoleler ibadet yeridir. Çünkü orada mabud, ilah, “tanrı” yatar!
Objektif bir bakış, Anıtkabir'in böyle bir maksatla kullanıldığım kolaylıkla fark eder. Orada icra edilen fiiller, dikkatle incelenirse, huşu gerektiren dinî ritüellerden farksızdır.

Devasa alanın dışından içine girişin tâbi olduğu kurallar yanında, bir mezarı çok aşan geniş bir mekân olarak tasarlanmış bulunan asıl alan (harim) içinde de bir çok kaideler sözkonusudur. Mezarı temsil eden “katafalk”ın önünde çelenk konulmak için düzenlenmiş olan kısmın, eski putperest mabedlerin sunakları ile benzerliğini görmemek mümkün değildir.

 
“Mozole”de kurallara uygun olarak saygı duruşunda bulunan protokol, eskiden harimin içindeki kürsü üstünde olan, şimdi ise avludaki Misak-ı Milli kulesinde muhafaza edilen deftere hissiyatlarını, bir tanrıya arz-ı hal mahiyetinde yazar. Bunu ifade ederken asla abartmıyoruz: Pozitvist bir bakışla, Anıtkabir de icra edilen ritüellerin, hele de protokol defterine yazılanların izahı kesinlikle mümkün değildir.

Anıt mezarın adına inşa edildiği Atatürk’ün bu deftere yazılanlardan haberdar olması, hele hele gereğini yapması elbette mümkün değildir. Buna rağmen, bu deftere neden böyle ibareler yazılmaktadır?

 
Aslında Anıtkabir bir “devlet mabedi”dir ve buraya gelenler devlete bağlıklarını “dinî/kutsal” bir atmosferde ifade etmektedir ve deftere yazılan ibareler de devlete yazılmaktadır. Buradaki metinler Atatürk’e sadakatten çok devlete, devletin ideolojisine/dinine sadakat ifadesinden başka bir şey değildir.

Türkiye Devleti’nin 1928’den beri görünüşte dini yoktur. Bu yokluğun şeklen olduğunu söyleyebiliriz. Çünki,1928’e kadar “devlet dini” hükmünün bulunduğu Anayasa’nın 2. maddesi 1937 yılında “Türkiye devleti, cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkılâpçıdır” şeklinde düzenlenmiştir.
Görüldüğü üzere, “din”in yerine “ideoloji” konulmuştur. Dine yüklenen fonksiyon, ideolojiye yüklenmek istenmiştir. Islâmın beş şartının yerine, devletin altı oku ikame edilmiştir!

“Altı ok”un alelade bir Anayasa hükmü olmadığı görüşmeler sırasında sarfedilen sözlerden kolaylıkla çıkarılabilir. Bakın Anayasa Komisyonu başkanı, sonradan başbakan olan Şemseddin Günaltay ne söylüyor: “Bugün Anayasaya koyduğumuz bu ilkeler aleyhine hiç kimse her hangi bir düşünce açıklayamayacaktır. ”

Yine daha sonra başbakan olan Recep Peker’in görüşmeler sırasında söylediği şu söz nasıl yorumlanabilir: “Bu esaslar Meclis tarafından kabul edilince artık, sosyal, kültürel ve siyasal alanda hiçbir kişi ya da topluluk aykırı bir davranışta bulunmayacaktır! ”

Bu Anayasa hükmü bizzat koyanlar tarafından düpedüz nas, dogma olarak görülmektedir. Bu itibarla, mutlaka uyulması gerekmektedir, her hangi bir şekilde yorumlanması ve elbette değiştirilmesi mümkün değildir!
Türkiye’nin Cumhuriyet dönemindeki en büyük mimari yapısı (son yıllarda değişmemişse) Anıtkabir’dir. Pozitivist, müsbet bilimci Cumhuriyet’in en büyük yapısının bir mezar olması nasıl izah edilebilir?

D.Mehmed Doğan, Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş
Devamını Oku »

Onuncu Yıl Efsanesi

Gazi 19 Temmuz 1930’deki konuşmasından üç yıl sonra onuncu yıl kutlamaları sırasında yaptığı konuşmada, yani “Onuncu Yıl Nutku”nda Fethi Bey’e söylediklerinden tamamen başka şeyler söylemektedir. Bu nutuk Fethi Bey’e söylenenlere göre çok başka bir düzlemdedir; bu düzlem diğer düzlemle hiç bir şekilde kesişmez:

Türk Milleti!

Kurtuluş savaşına başladığımızın 15´inci yılındayız. Bugün cumhuriyetimizin onuncu yılını doldurduğu en büyük bayramdır. Kutlu olsun! Bu anda büyük Türk milletinin bir ferdi olarak bu kutlu güne kavuşmanın en derin sevinci ve heyecanı içindeyim.

Yurttaşlarım!

Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, Temeli, Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyetidir. Bundaki muvaffakiyeti Türk milletinin ve onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak azimkarane yürümesine borçluyuz.

Fakat yaptıklarımızı asla kafi göremeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz. Yurdumuzu dünyanın en mamur ve en medeni memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Milli kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız.

Bunun için, bizce zaman ölçüsü geçmiş asırların gevşetici zihniyetine göre değil, asrımızın sürat ve hareket mefhumuna göre düşünülmelidir. Geçen zamana nispetle, daha çok çalışacağız. Daha az zamanda, daha büyük işler başaracağız. Bunda da muvaffak olacağımıza şüphem yoktur. Çünkü, Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir. Çünkü Türk milleti milli birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü, Türk milletinin yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir.

Şunu da ehemmiyetle tebarüz ettirmeliyim ki, yüksek bir insan cemiyeti olan Türk milletinin tarihi bir vasfı da, güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, fıtri zekasını, ilme bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini, milli birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek inkişaf ettirmek milli ülkümüzdür. Türk milletine çok yaraşan bu ülkü, onu, bütün beşeriyete hakiki huzurun temini yolunda, kendine düşen medeni vazifeyi yapmakta, muvaffak kılacaktır.

Büyük Türk Milleti,

On beş yıldan beri giriştiğimiz işlerde muvaffakiyet vaadeden çok sözlerimi işittin. Bahtiyarım ki, bu sözlerimin hiçbirinde, milletimin hakkımdaki itimadını sarsacak bir isabetsizliğe uğramadım. Bugün, aynı iman ve katiyetle söylüyorum ki, milli ülküye, tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milletinin büyük millet olduğunu, bütün medeni alem, az zamanda bir kere daha tanıyacaktır. Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki inkişafıyla, atinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş doğacaktır.

[Bu söylediklerim hakikat olduğu gün senden ve bütün medenî beşeriyetten dileğim şudur:
Beni hatırlayınız.]

Türk milleti!

Ebediyete akıp giden her on senede, bu Büyük Millet bayramını daha
büyük şereflerle, saadetlerle huzur ve refah içinde kutlamanı gönül-
den dilerim.

Ne mutlu Türküm diyene!...

Üç yıl içinde ne değişmiştir, Türkiye’de ne gibi fevkalade gelişmeler yaşanmıştır ki Gazi tamamen başka bir düzlemde, muhtevada ve başka bir tonda konuşmaktadır?

1930-yılının sonu halktan beklenenden fazla ilgi gören danışıklı Serbest Fırka’nın kapatılması ve mürettep olduğu kuşkusu veren Menemen irtica olayı ile tamamlanmıştır.

1931 yılında Türk Tarih Kurumu kurulmuş (15 Nisan), milletvekili seçimi yapılmış (4 Mayıs), Gazi 3. defa cumhurbaşkanı seçilmiş ( 5 mayıs), Tarım bakanlığı kurulmuştur (30 aralık).

1932 yılında Samsun’da Krippel tarafından yapılan Atatürk heykeli açılmış (15 ocak), Osmanlı arşiv vesikaları Bulgaristan’a satılmış, Halkevleri kurulmuş (19 şubat), Milletler Cemiyeti’ne katılma karan verilmiş (9 Temmuz), Türk Dil Kurumu kurulmuş (12 Temmuz), Türkçe ezan genelgesi yayınlanmış (18 temmuz), Keriman Halis dünya güzeli seçilmiş (1 Ağustos), 1. Dil kurultayı toplanmıştır (26 Eylül).

1933 yılında Darülfünun yerine Üniversite kurulmuş (31 Mayıs)...

Bu süre içinde halkın hayatını etkileyebilecek önemli gelişme demiryolu şebekesinin genişletilmesi olmuştur.
Bu basit kronoloji, Cumhuriyet yönetiminin esaslı bir ideolojik kurumlaşma faaliyeti yürüttüğünden başka dikkate değer bir şey göstermemektedir. Tarih ve Dil kurumları, Halkevleri ve Üniversite ideolojik kurumlaşmanın temel kuruluşları olarak bu kısa süre içinde ortaya konulmuştur. Heykel yapımı ve türkçe ezan ise ideolojikleştirme faaliyetlerinin zincirleridir.

Darülfünun’dan Üniversite’ye geçiş, ilim yolunda atılan bir adım olarak görülebilir mi? Bunun aksini düşünmemizi gerektiren belirtiler var: En başta İnkılap Tarihi Dersleri. Üniversite kurulduğu yıl bu dersler verilmeye başlanmıştır. Bu derslerin Atatürk’ün yakın ilgisi ve kontrolü altında verildiği, ona yakın, partide ve hükümette yüksek görevlerde bulunmuş kişilere verdirildiği biliniyor. İlk inkılap tarihi dersi Maarif Vekili Yusuf Hikmet (Bayur) tarafından verilmiştir. Mahmut Esat Bozkurt (eski Adliye Vekili), Recep Peker (Parti genel sekreteri, muhtelif bakanlıklar yapmıştır) ve Yusuf Kemal Tengirşenk (eski Adliye vekili) bu dersi veren diğer önemli kişilerdir.

O sırada Çankaya Özel kaleminde çalışan Haldun Derin, “Şunu da ehemmiyetle tebarüz ettirmeliyim ki, yüksek bir insan cemiyeti olan Türk Milleti’nin tarihi bir vasfı da, güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir” cümlesinin İsmet Paşa’nın teklifi üzerine metne eklendiğini belirtiyor.

Gazi’nin, 10. Yıl Nutku da bu ideolojikleştirmenin göstergelerindendir. Gazi, konuşmasına Türk Milleti’nin “büyük bayramı”nı kutlayarak başlamaktadır. Büyük Türk Milleti’nin bir ferdi olarak, bu kutlu güne kavuşmanın en derin sevinci ve heyecanı içindedir. Az zamanda çok ve büyük işler yapılmıştır. Burada bu büyük işlerin bir kaçının sıralanması beklenir. Gazi, en büyük iş olarak “temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti”ni gösterir. Muvaffakiyeti millletle değerli ordusunun bir ve beraber olarak azimkarâne yürümesine borçluyuzdur. “Türk kahramanlığı” ve “yüksek Türk kültürü” Cumhuriyet’ten sonra ortaya çıkmış olamaz. Eğer yüksek Türk kültürü Cumhuriyet öncesinden devralınmışsa, Cumhuriyet’ten sonra “kültür devrimi” neden yapılmıştır?

Gazi, başka büyük işlerden söz etmek yerine, “yaptıklarımızı asla kâfi göremeyiz” diye devam eder. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyeti vardır. Gazi burada, somut ve yurtdaşı doğrudan ilgilendiren hususlardan bahseder: “Yurdumuzu dünyanın en mamur ve medenî memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız.” Bu iki vaad şeklindeki somut işden sonra yine soyut bir hedef gösterilir: “Millî kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız”.

Gazi, konuşmasının ortasında geçmişi olumsuzlayan bir atıfda bulunmak ihtiyacını hisseder. Bu o dönemde çok başvurulan mevcudu olumlama/meşrulaştırma yöntemidir. Gazi sözlerine daha büyük işler başarılacağını söyleyerek devam eder. Muvaffakiyeti, Türk Milleti’nin karakterine, güçlükleri yenmesini bilmesine ve “Türk Milletinin yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu müsbet ilim”e bağlar. Burada “müsbet ilim”in zikredilmesine bilhassa ihtiyaç vardır, çünkü şimdiye kadar sıralanan özellikler müsbet bilimle izahı mümkün olmayan niteliklerdir.

Gazi, “müsbet ilim” kriterinden sonra tekrar manevi, soyut, irrasyonel hususlara döner. “Şunu da ehemmiyetle tebarüz ettirmeliyim ki, yüksek bir insan cemiyeti olan Türk Milleti’nin tarihi bir vasfı da, güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz ve çalışkanlığını, fıtrî zekâsını, ilme bağlılığını, güzel sanatlar sevgisini, milli birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek inkişaf ettirmek milli ülkümüzdür”. Bu ifadelerde, ilme bağlılık dışında tümüyle rasyonel hiç bir unsur yer almamaktadır. Bütün konuşması boyunca keskin bir milliyetcilik görüşü ifade eden Gazi, küçük bir paragrafla konuyu evrensel bir zemine oturtmaya çalışır: “Türk Milletine çok yaraşan bu ülkü, onun bütün beşeriyete hakiki huzuru temin yolunda, kendisine düşen medenî vazifeyi yapmakta muvaffak kılacaktır.”

“Medeni milletler”de 1933 başında alınan bazı kararlardan ötürü Türk milletinin bütün beşeriyete hakiki huzuru sağlama yolunda kendisine düşen medenî vazifeyi yaptığı kanaati uyanmış olabilir. Bu karar Türkiye’de haşhaş ekiminin bizzat Gazi’nin direktifi ile sınırlanması ve uluslararası Afyon Kontrol Andlaşması’na Türkiye’nin de dahil olmasıdır. Milletler Cemiyeti bu karardan önce, Türkiye’nin uyuşturucu ticaretinde en kabahatli ülke olduğunu açıklamıştı. Gazi, bu konunun batılıların Noel günlerinde karara bağlanmasını sağlayarak onları sevindirmiştir.

Konuşmanın sonuna yaklaşırken, “şef”le millet arasında bir güven hattı kurulmaya çalışılır. Ardından da “Türk milletinin büyük millet olduğunu” bütün medeni âlemin az zamanda bir kere daha tanıyacağı ifade edilir. Gazi nutkunu bitirmek üzeredir, en parlak cümleyi burada söyler: “Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile âtinin yüksek medeniyet ufkundan yeni bir güneş gibi doğacaktır.”

Bu parlak cümleden sonra sözün tamamlanması ve vasiyet faslı beklenebilir. Nitekim metinden sonradan çıkarılan böyle bir fasıl vardır.

[Bu söylediklerimi hakikat olduğu gün senden ve bütün medeni beşeriyetten dileğim şudur: Beni hatırlayınız.]

Gazi, geleceğe yönelik kutlama mesajını verir ve “elhamdülillah müslümanım” ibaresinin karşılığı sayılabilecek bir ifade ile sözlerini bitirir: “Ne mutlu Türküm diyene!...”

Mustafa Kemal Paşa’nın, 1930’da Cumhuriyet’in bir yönünü olanca berraklığıyla görüp ifade etmesi, onun olup bitenleri -hoşuna gitmese de- gördüğü gibi, bunu gerektiğinde ifadeden kaçınmadığını gösterir. Onun 10. yıl törenlerinde önünde durduğu dekor, sembolik olarak Cumhuriyetin dekorudur. Onuncu yıl törenlerini İki eski Meclis binasının arasına yapılan seyyar tribünde seyretmiş ve ünlü konuşmasını burada yapmıştır. 10. Yıl törenlerinin dekoru şudur:

Bir tarafta, İttihat Terakki Klübü olarak yapılmış, Millî Mücadele sırasında Meclis olarak kullanılmış olan bina vardır. Diğer tarafta ise, bu bina kifayet etmediği için Cumhuriyet’ten sonra inşa ettirilen 2. TBMM binası bulunmaktadır. 1924 yılında yapılan Mimar Vedat’ın bu binası, cephesinden bakıldığında şarklı bir mütegallibenin kasrına benzemektedir. Osmanlı dekoru içinde yetişmiş olan M. Kemal Paşa için bu dekor içinde ihtişam ve gösteriş gerektiren bir tören icrası hayli sıkıcı sayılabilir.

D.Mehmed Doğan, Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş
Devamını Oku »

Tevfik Fikret Ve Batı

“Foucault’ya göre genellikle, ‘Aydınlanma olarak adlandırılan ‘Klasik Çağ’ın ayırt edici özelliği, entelektüel özgürleşmeye olan inançtan ziyade, insan davranışını disipline etme kararlılığıdır.” Anlaşılıyor ki bu ‘disipline etme’de disiplinatör olarak Antik Dünya figürleri ve düşüncesi seçilmiştir.

Tanzimat’la başlayan bizim edebiyatımızda bile, bizim aydın figürlerimizin Batı’nın izlediği bu yolu aynen izlemeye çalıştıkları görülmektedir. “Tanzimattan sonra eski medeniyet sisteminin dayandığı inanç, kıymet ve müesseselerin çökmesi karşısında, Türk aydınlarının da aynı ihtiyaçla hareket ederek, toplumun isteklerine veya kendi ruhî temâyüllerine uygun fikirler ve semboller aradıkları görülür. Bunlardan bazıları, Batı medeniyetinin muhtelif devirlerine âit örnekle­ri benimsemişler, bazıları Ziya Gökalp’te olduğu gibi, İslâmlıktan önceki Türk dinine ve Şamanizme gitmişler, daha başkaları ise en iptidaî inançları ve mitleri yeniden diriltmeye çalışmışlardır. Tevfik Fikret de yeni kurulan bir dünyanın büyüsüne kapılmış, bu yeni dünyanın kahramanının Rüstem’ler, Köroğlular, Siyavuşlar yahut da Fatih’ler, Yavuz’lar değil Promete’ler olacağına inanıyordu. Mehmet Kaplan’a göre Tevfik Fikret’in tanrılara başkaldıran insanın sembolü olan Promete’yi seçmesi, bir san’atkar olarak onun olaylar karşısında devrinde aldığı aktif tavrı göstermektedir. Öyle olmasa gençliğe yeni bir dünyanın ufuk­larını çizmek ve kalkınma, aydınlanma, ilerleme yolunu göstermek için yazdığı şiire neden Promete adını versin ki? Fikret, bu şiirle ne anlatmak istiyordu?

Tevfik Fikret’e göre Promete, esâtîr-i evvel'in gökten dehâ-yı nârı çalan kahramanıdır. Yani Promete, göklerden ateşin dehasını çalan kahramandır. Fikret’in Promet’e şiirini yorumlayan bir yorumcu, şiirin başlığını şöyle koymuştur: “Çağın tiranlarına karşı Mücadelenin Şiiri” Böyle olunca Promete, hemen her devirde asla eksik olmayacak''

Fikret, bu manzumede “dışa dönük, atak ve bilginin rehberliğini kendisine yoldaş kabul eden yeni insan tipini anlatmıştır.” Promete’nin çaldığı ateş, bil­giyi temsil eder. “Tanrılara ait birtakım bilgilerin insanların eline geçmiş olması pagan düşünce ve inanç sistemi içinde tiranların gücünün zayıflaması, insanların ise güçlenmesi anlamına gelmektedir. Çağın tanrıları, her türlü ekonomik ve tek­nolojik gücü elinde bulunduran Batı’dır. O halde bu çağdaş titanların ellerindeki gücün bilgisine sahip olmak gerekir.”

Kaynak:

Hece Dergisi-Batı Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »

Tekbiçimleştirme

Şunu ısrarla belirtmeliyiz ki, niceliksel karakterli olan her şey, gerek Allah-insan münasebetlerinde, gerekse insanlar arası ilişkilerde, da­ima ayırır, parçalar; birleştirmez! Çünkü maddeden kaynaklanan her şey, değişik formlar altında bile görünse, Mutlak olanla sürekli bir zıtlaşma doğurur. Sadece dünya boyutluluktan beslenen Niceliğin hakimiyet araç­ları olan tekbiçime indirgeme ile, fertleri, aralarında ru­ha dönük münasebetler bulunmayan basit birimlere dö­nüştürme çabasına, bazan, kudreti Mutlak olanı taklit hevesleri de yansır, istisnasız, dünyanın değişik özellikli yönetim yelpazelerinde var olan, beşerî tartışılmaz bu­yurgan güçlerin desteğindeki bu tekbiçimlileştirme, kök­leşebilmek için insana, kendinde taşıdığı dünyanın bilin­cini tazeleyici bütün zatî niteliklerinden yalıtılmış ve sa­dece basit canlılara dönüşmüş varlıklar gözüyle bakmak arzusundadır.

Tekbiçimlileştirme, insanın kendi özünü gerçekleşti­rebilmesi, etrafına örülen "kapalı toplum’ çitlerini aşabil­mesi için tek yol olan, ‘Hürriyet’ sadasını, kendisine rap­tettiğimiz Mutlak kaynağı ile susturmaya, zedelemeye ve yok etmeye yönelir. Çevresinde yükseltilen bu çitin kendisine sunacağı rahatlığa karşılık "özgürlük’, egoizmaya karşılık ‘adalet’, zihinsel dinginliğe karşılık ‘eleşti­ren ve doğruyu öneren’ bir benlik bilincine ulaşmanın mücadelesini veren insan, her taraftan, “Bana, ancak bana teslim ol, bırak kendini!” çağrılarıyla kuşatılır. Ke­sintisiz olan bu çağrının netice alıcı araçlarıyla beyni durdurulmaya çalışılan insan, ‘Hürriyet korkusu’na ya­lan değilse de, gerçekleri devam ettirme cesaretini göste­remez hale gelir. Bu bir bakıma, kendi ‘öz varlık bilinci’ne sahip çıkamayan ferdin, özel bir biçimde imhası, kendinden nefret etmesi demektir. Zira insan, tarihinin başlangıcında doğal çevre tarafından tehdit ediliyorken, şimdi artık bizzat kendisinin kurduğu dünyalar tarafın­dan tehdit edilmektedir. Yani insanın oluşturduğu, "top­lumsal kurumlar ve ‘obje’, onun kontrolünden çıkarak ona yabancılaşmış, onu tehdit eder hale gelmiştir.

Planlı bir direncin olmaması halinde, ‘tekbiçimlileştirmeye teslimiyet, iyi niyetle benimsenen yumuşatıcı bir psikolojiye dönüştüğünde, ‘yeni bir kalıba dökülmüş’ ya da ‘yenibaştan inşa edilmiş’ fert zuhur etmiş olur.. Gerçi şimdilik, böylesi yoğunlukta bütünüyle tekbiçime indirgenmiş kitleler henüz yok ise de, bazı insanları orta­lama zihnî seviyenin üstündeki yetenek ve beklentilerini ileriye götürmekten alıkoymuş bir Tekbiçime indirgeme’ her zaman mevcuttur. Tekbiçime indirgeme’nin zorlayı­cı ve buyurgan olmasına ek olarak, kendi bâtılının körü-körüne savunucusu olması, tüm gönülleri ve kafaları ona boyun eğdirmek istemesi, belirlenmiş çizgiyi aşan inanç ve düşüncelere katlanaaması anlamında, bir ‘çağdaş cahiliyye dogmatizmi’ni simgelemektedir. Bu nedenle modern düşünce, kısmî bir hareket olarak kalmak değil, global olmak ve kendine ait zihnî ve somut tavırlarını, gerektiğinde, zorla benimsetmek çabasındadır. Ne var ki, gerçek hep ayni kalacaktır: Farklı dünyaların mede­niyetleri veya bir medeniyetteki değişik ve özgün düşün­ce boyutları ‘tekbiçim’e indirgenmek istendikçe, dünya­daki veya toplumdaki ayrılma ve çeşitlenme de o oranda artacaktır.

Kaynak:

Sadık Kılıç-Fıtratın Dirilişi
Devamını Oku »

Şüphe Nedir? ve Kur’an, Şüpheyi Nasıl Bir Muhtevada Sunmuştur?

Şüphe, bir üçüncü elin mahsûlüdür.

Hannah’a göre, insan ile evren arasındaki geleneksel barışın çözülmesinde Descartes, önemli bir pay sahibi­dir. “Çünkü, demektedir Hannah, Descartes kendi çağınınkı kadar, kendisinden önceki neslin tecrübesini de ge­nelleştirmiş, onu yeni bir düşünce metoduna dönüştür­müştür; ve böylece, Nietzsche’ye göre modern felsefeyi teşkil eden bu ‘şüphe ekolünde yetişen ilk düşünür, mo­dern felsefenin babası olmuştur. Sadece Hannah de­ğildir böyle düşünen.. İnsanlığın geleceğine yönelik ola­rak taşıdığı kaygılar altında, önceleri Hristiyan gelene­ğinin bağlısı, 1931’lerden sonra da Abdulvahid Yahya adıyla İslam’ın mümini olan Guenon da, ‘Yalnız şunu hatırlayacağız ki Descartes, algılama gücünü akılla sı­nırlamış, metafizik olarak isimlendirdiğine de tek bir rol, fiziğe temel oluşturma rolü vermiştir. Bizzat bu fizi­ğin kendisi de esas olarak, onun düşüncesinde, uygula­malı bilimlerin yapısını hazırlamak için yerini almış­tır’’ derken, ayni kanaatları taşımaktadır.

Kurmuş olduğu ‘metodik şüphe anlayışı’, hiç umul­mayan noktalara kadar ulaşmışsa da, Descartes a göre Tanrı inancının zorunlu olduğunu hemen belirtmeliyiz. Bu, matematik bilginin zorunlu kıldığı bir Tanrı olsa da.. Tanrı fikri, aynı zamanda tüm varlıkların da yaratıcısı olan Tanrinın ruhumuza vurmuş olduğu bir mühür gibi­dir. Kainatın zirvesindedir, mutlak gerçektir, her türlü değer ve hakikatin kaynağıdır’’ Ne var ki, tabiat bilim­lerinde doğruyu tesbit için kabüllenilmiş olan ‘metodik şüphe metodu’, îman ve din alanlarını da yargılamaktan kaçınmamıştır.

Ya Kur’an, şüpheyi nasıl bir muhtevada sunmuştur?

Müşriklerin ‘vahy’ ve nebevi bildiriler karşısındaki zihnî ve fiilî yaklaşımları incelenirse, şüphe etmenin on­ların temel nitelikleri olduğu anlaşılacaktır. Öyle ki, şüphe etmek, gerek îmanüstü bir kaynaktan kendilerine ulaşan İlahî bilgiye, gerekse insanın tabiatta sezip itiraf ettiği Yüce Varlıkla alakalı ipuçları ve köklü kanaatlara karşı olan inançsızlık ruh boyutuyla fizik tepkilerin ana- besleyicisi durumundadır. Adeta, kendi gerçekliklerini ve eşyanın hakikatini kavrama ve insan olma sürecine girmeyi engelleyen merkezî bir vasıf..

Felsefî olarak, daha hassas ve özel bir alanda incele­nen, Descartes’de görüldüğü gibi de, gerçeğin elde edil­mesinde gerekli bir merhale oluşturan ‘şüphe’, Allah’ın birliğini inkar edenlerin kaba tasarımlarında, nitelik ba­kımından insan ile İlahî bilginin uzlaşabilirliği noktası­na yöneliktir

Kaynak:

Sadık Kılıç-Fıtratın Dirilişi
Devamını Oku »

Terkedilen Meseleler

Gerçeğin ne olduğunu öğrenebilmek için insanların meselelerini de değiştirmesi bahis konusudur. Günümüz dünyasında olayların peşi sıra meselelerin de sık sık de­ğiştiği söylenebilir. Ama bütünüyle doğru bir tesbit ol­maz bu. Düşünce hayatındaki hareketlilik gerek batı ül­kelerinde gerekse bu ülkelerin ilkesiz taklitçisi olan Tür­kiye'de gerçeğin bilinmesi yolunda yeni meselelerle kar­şılaşıldığı için değil, yeni meselelerin cazib kabul edilme­si sebebiyledir. Yani köklerinden kopmayı marifet sayan günümüz insanının modaya uymak hususundaki heves­leri düşünce alanında da müessir olabilmekte.

Modaya uymaktan başka endişe taşımayan kadın, mevsim değişince üstündekileri atıp yeni kabul ettiği el­biseleri nasıl giyiniyorsa, adı aydına çıkmış insanlar da bazı şeylerin zamanının geçtiğine karar verip yenidir di­ye inandıkları meseleleri meşguliyet alanına dahil et­mektedirler. Yeni meselelerin ortaya çıkmasında gayri tabii sayılacak herhangi bir şey yok. Çünkü hayatın ha­reketliliği sürekli olarak uğraşılacak yeni meseleler do­ğuracak ve bu meselelerin çevresinde çalışmasını yürüten bilim adamları, sanatçılar ve meraklılar hep olacak­tır. Bu kadarına kimsenin itirazı olabileceğini sanmıyo­rum. Ama eğer insanların önlerine mesele olarak aldığı hususlar, bir sonuca bağlanabilecek olgunluğa ulaştırıl­madan yeni bir meseleye dalmıyor, mesele olarak alman husus hangi ihtiyaçtan doğdu ise o ihtiyaca olan rabıtası sonuna kadar muhafaza edilemiyorsa, o zaman değişen meseleleri ciddiye almakta zorluk çekeriz. Bilim ve felse­fede bir meselenin çözümü istikametinde katedilen yol yeni meseleler getirir. Oysa günümüzde meseleler ani­den doğuveriyor, hele ülkemizde bu iyice sürprizli bir oyun sanki. Türkiye'de meseleden meseleye atlanılması­nın, her mesele üzerinde ilk heves alınıncaya kadar an­cak durulmasının sebebi biraz her düşüncenin batı'dan alınmasına duyulan mecburiyet, biraz da ortaya çıkan her durumun batı ülkelerinden tamamen zıt bir mahiyet arzediyor olmasıdır. Bütün bunlar Türk aydınını düşün­celeri bakımından bir modasever yapmaya yetiyor

İsmet Özel, Zor Zamanda Konuşmak
Devamını Oku »

Şeriatın Kestiği Parmak Acımaz !

Türkçemizde "şeriatın kestiği parmak acımaz" diye bir söz var. El kesme cezasının hırsızlık karşısında uygulanan bir had olduğunu biliyoruz. Yine biliyoruz ki Osmanlı tarihi boyunca 600 yılı aşkın bir fıkhî tatbikatta recm ve el kesme cezalarının pek ender uygulandığı, çünkü tevbenin cezayı ıskat etmesi ilkesine/ "şüpheler sebebiyle hadleri düşürün" gibi hadislere uymanın bu dönemlerde dikkate alındığı kitaplarda yazılıdır. Beni asıl düşündüren "atasözü" nün, niçin "şeriatın kestiği el acımaz" olarak değil de "şeriatın kestiği parmak acımaz" ibaresiyle şekillendiğidir. Yoksa ceddimiz el kesmeyi pek uygulamadığı yetmezmiş gibi, uygulandığı kadarını da "parmak kesmeğe" mi indirgemiş? Tetkike değer.

Geleneksel toplumlarda hukukî normlar, o toplumu oluşturan insanların tabiatı uyarınca yeniden biçimlendi­ği gibi, iklim, beslenme şartları ve başka kavimlerle ilişkiler sebebiyle içine düşülen zaruretlere cevap verme­yi gözardı etmeksizin oluşur. Geleneksel toplumlarda hukuk düzenini gerektirecek temel motif "din" muhafa­za edilerek, hayat içînde bir esneklik ve seyyaliyat sağla­nabilir. Bu yüzden "şeriat" bir bakıma bütün topluluğun içten içe katıldığı, hatta onu kendi içinde bulduğu bir ya­pıya kavuşur. Bu yüzden şeriatın kestiği parmağın acı­mayacağına, çünkü bunun bir bakıma tedavi olduğuna inanılmıştır.

Toplumun geleneksel yapısı bozulduktan sonra ya­ni inanç ve bu inancın gerekli kıldığı yapılar sarsıldıktan, insan ilişkileri temel dinî motiflere uyularak düzenlen­mekten uzaklaşıldıktan sonra hâlâ geleneksel hukuk normlarının uygulanması toplumlarda zulmü doğurma­ya başlamıştır. Çünkü bu şartlarda toplumun işleyen tarafı ile bu işleyişi mümkün kılan tarafı arasında bir ko­pukluk doğmuştur. Böyle bir kopukluk hukuk alanında bir keyifliği de ister istemez getirebilmiştir. Zira yasaları anlamak ve onlara uymak bir bilmece haline gelmiş sayılır. Gücü elinde bulunduran, fiilî hakimiyetine mesnet olacak hukukî mazeretleri geleneksel normlardan rahatlıkta çıkarabildiği gibi, güçsüz olan, geleneksel normların (artık akıl dışı hale gelmiş) yaptırımları altında ezilebilir.

Bu karmaşıklığı gidermek için modern hukuk anlayışlarına geçilmiş veya demokratik temayüllerin tesciline başlanmıştır. Modern toplumların şeriatleri artık "din" kaynaklı değil, "akıl" kaynaklıdır ve bazı insanların isimlerini taşır "Code Napoleon" gibi. Aradaki zaman farkına ve getirdikleri kuralların kendilerine seçtikleri konular arasındaki uzaklığa rağmen "Napolyon kanunu" ile Cengiz yasasını" aynı ruh içinde görebiliriz.

Modern toplum artık geleneksel hukuk normlarına hiç yüz vermiyor. Fakat gariptir ki, insanların yine kolu, eli, kellesi kopuyor. 'İş kazaları" diyoruz bunlara. Acaba kadılarin verdikleri parmak kesme, kol kesme, kelle ko­parma hükümlerinin sayısını modern endüstriye geçil­dikten sonra iş kazalarında kopan kafalar, bacaklar ve  kollarla oranlarsak ağırlık hangi tarafta kalır dersiniz?

Geleneksel hukuk normlarına dönme heveslerinin  dünyada zaman zaman kabardığı bir gerçek. İlk bakışta bunun clumlu olduğu söylenebilir. Ama yanlıştır. Çünkü dönülmesi gereken geleneksel hukuk normlarını ortaya çıkaran dayanak, yani inançtır. Bu inançla birlikte  yaşama biçiminin yeniden canlanması, hayat bulması gereklidir. İnsan ilişkilerinin, üretimin, tüketimin, felsefî yaklaşımın "modern" kaldığı ortamda, suni bir "gele­neksel hukuk aşısı" uygulamak, zulümden başka bir so­nuç doğurmaz. Bu şeriatin başka bir şeraite "monte" edilebileğini düşünmek saçmadır. Şeriatin kestiği parmağın acımaması için o parmağın zaten önceden de şeriate ait olması gereklidir. Her insanın faydayı beklediği yapı da, zarar gördüğü yapı da "kendinin" olmalıdır''.

İsmet Özel, Zor Zamanda Konuşmak
Devamını Oku »

İnsan İle Tabiat

Söze "insanla tabiat arasındaki ilişki..." diye başlamak, bu sözü söyleyenin tümüyle batılı bir kafa yapısı sahibi olduğunu göstermeye yeter. İnsan ve tabiat ayrı­mı yapıldıktan sonra ister bu iki unsuru birbiriyle düşman isterse ahenkli bir bütünlük içinde kavrayınız Kar­tezyen düalizmin içine düşmüş olursunuz. Yani artık ka­fanız bu günkü batı bilimini bu yüksek noktaya getirmiş olan tarzda çalışmaya başlamıştır. Böyle düşünmekle yıl­dızlar arası seyahati mümkün kılacak bir gelişmeye, mikro organizmalar arası ilişkilere karışabilen bir güce erişebilirsiniz. Ama, "ben" ve "dünya" ayrımı yapmış ol­makla kaybettiğimiz huzurunuzu bir daha hiç bulamıya-caksınız.

17.yüzyılda, yani kapitalizmin şafağı dediğimiz çağda yaşamış olan René Descartes, batı biliminin hızla gelişmesini mümkün kılan düşünme metodunu getirdi: Ruh ve madde ayrımının uzantısı olarak, birbirinden ay­rı ve bağımsız iki alan kabul ediyordu Descartes. Bunlar­dan biri bilen, bilme işini yapan zihin (res cogitans) öteki de bilinen, bilmeye konu olan madde alemi (res extensa) idi. Kartezyen düalizm bilim adamlarına kendileri dışın­daki her şeyi ölü sayma, üzerinde deney yapabilme ruh­satı verdi. Bir tarafta insan vardı, bir tarafta ise tabiat.

Böyle bir ayrım yapınca tabiat nesnel, yani objektif ola­rak tasvir edilebilir, ölçülebilir, üzerinde değişiklik yapı­labilir bir kavram olarak insanların kafasına yerleşti. Yalnız bilim adamları değil, biraz mürekkep yalamış herkes tabiat diye bir soyutluk olduğuna, bu soyut varlı­ğın objektif bir tasvirinin yapılabileceğine inandı. Sanki bu tasviri "insan" gibi noksan bir varlık yapmıyormuş, Ölçüleri koyan kendisi de ölçüme tabi değilmiş gibi bir anlayış egemen oldu. Nitekim ateist hümanizm "ölçü koyan" insanı ölü tabiat karşısında en üstün pozisyona "tanrılık katına” yerleştirmekte tereddüt etmedi. Aynı şekilde, ateist hümanizmin anlayışı içinde kartezyen ka­fanın türettiği tabiat kavramı tanrısal yüklemi de üzeri­ne almış oluyor, "tabiat kanunu" sözü "âdetullah" kavra­mı yerine ikame ediliyordu.

Bugün modern batı bilimi kartezyen öncüllerle di­namizmini muhafaza edemiyor. İzafiyet nazariyesi, nük­leer fizik ve modern mantık alanındaki gelişmeler ben ve dünya İkilisiyle düşünmenin yanlışlığı, bırakılması, yeni düşünme biçimi alanlarına girilmesi gibi mesafeler katettirdi insanlara. Ama kartezyen mantığın yanlışlığı­na yine o mantığın sınırlarına ulaşmak suretiyle, evrenin mekanik açıklamasının yetersizliğine yine bu açıklama­ların kazanımları üzerinde hareket etmek suretiyle vardı insanlar.

Madem batı düşüncesi, teorisi, pratiği, şusu busuyla bizzat batılılar tarafından anlaşılmıştır da niçin batı batılı olmaktan vazgeçmiyor diye düşünülebilir. Nitekim, bu yolda yürünmüyor da değil. Bugün İslâm da dahil olmak üzre metropol ahalisi üzerinde doğu düşüncesinin gerek mistik gerekse rasyonel yollarla etkisi hesaba katılır ölçüde. Ama bir zıtlık, bir çatışkı yaşıyoruz bu alan­da. Batı düşüncesini terketmenin gerekliliğini görecek kadar kafası gelişen insanlar artık doğu düşüncesini be­nimseyebilecek saflığı, hayranlığı kaybetmiş oluyorlar. Doğu düşüncesini saflıkla ve gerekli hayranlığı elde tu­tarak kendi bünyesinde yaşatmaya hazır kafalar da müs­tevli batı zihniyetinin bütün zokalarını yutacak kadar te­dariksiz. Çünkü bütün boyutlarıyla yaşayan bir gelenek­sel çevre, külliyen tanıyabileceğimiz doğu atmosferi yok. Öyleyse kendimizi aldatmacaya kaptırmadan "bu belli şartlarda" ne yapılacaksa yapmaya girişmek, çağı­mızı göze almak zorundayız.

İsmet Özel, Zor Zamanda Konuşmak
Devamını Oku »

Yanlışın Değeri

Günümüz insanları iki yönden toplum tarafından yılgınlığa uğratılıyor. Bunlardan biri içinde yaşanılan sistemin gereklerine uymadığı takdirde mahvolacağı korkusu, öteki de içinde yaşanılan sistemin gereklerine uyduğu taktirde mahvolacağı korkusudur. İnsanlar bu korkulardan hangisini atmaya çalışırsa diğeri tarafından tehdit edilmektedir. İçinde yaşadığımız sistemin yaşama şartlarına, geçim usûllerine, eğlenme ve bilgi edinme yollarına rıza göstermezsek hayatımızı idame ettirmenin imkânsız olduğunu düşünüyoruz. Herkes gibi çalışacağız, herkes gibi para harcayacağız, herkes gibi besleneceğiz, herkes gibi seyahat edeceğiz, herkes gibi gazete okuyacak, herkes gibi okullara gideceğiz, herkes gibi giyinecek, herkes gibi toplumsal ilişkiler kuracağız. Bütün bunları tamtamına yapmayabiliriz.

Yani herkes bir işyerine bağlı olarak çalışırken biz yaptığımız elişini satarak geçiniyor olabiliriz. Yahut herkes konserve yerken biz yalnızca taze sebze ile besleniyor olabiliriz. Herkes tedavi için hastahanelere ve özel doktorlara giderken biz kocakarı ilâçlarıyla iyileşmeyi deneyebiliriz. Ama bir alanda başkalarından ayrılışımız bir başka alanda başkalarına aşırı bağlılık göstermemizi zorunlu kılabilir, kılar da. Çünkü bazı konularda herkesten ayrılabilmek için bazı imkânlara, özellikle malî imkânlara sahip olmamız gerekir. Mali alanda güçlü olabilmek ise sistemin herkesçe yürütülen düzenin aksamadan yürümesiyle mümkündür. Yani herkes herkes gibi olmazsa siz herkesten ayrı olamazsınız.

Önemli olan sizin kendi varlığınızı koruyabilmek için herkes gibi olmaya mecbur bırakıldığınızı hissetmenizdir. Toplum yapısının üzerimize saldığı birinci yıldırıcı kuvvet bu duyguda odaklanır. İkinci yıldırıcı kuvvet eğer herkes gibi olursak bir hiç olacağımız yolunda yine toplumca türetilmiş bir önyargıdan neş'et eder. Sizde herkeste bulunmayan birşey olmalıdır. Toplumda herkesten ayrı bir yeriniz olduğunu hissetmezseniz mevcudiyetinizi de hissedemiyeceğiniz duygusu toplum tarafından size aşılanmıştır. Bir statünüz olacak. Bu statüyü size ya para yahut bilgi veya herhangi bir sebeple elde ettiğiniz şöhretiniz sağlayacaktır. Bu yüzden herkes daha zengin daha bilgili, daha meşhur olmaya çabalar.

Çünkü herkes gibi olmak herkes tarafından yok sayılmak demektir. Bu yüzden insanlar hiç kimse tarafından farkedilmeksizin yaşamaktansa, herkes tarafından kötü gözle bakılan biri olmayı tercih edebilirler. Yani statünün müsbet olması şart değildir. İnsanlar hiç statü sahibi olmamaktansa, menfi bir statüyü benimsemeye hazırdırlar. İşte yanlışın değeri burada ortaya çıkar. Doğrunun bir insan için değerli olabilmesi ancak doğruya sahip çıktığı zaman kendine üstün bir yer elde ettiği zaman vardır. Eğer doğru davranmak hiçbir dikkat çekici özellik taşımıyorsa, insanlar yanlışın değerine daha fazla inanmaya başlayacaklardır. Eğer benimsedikleri yanlış insanları toplum içinde yer sahibi kılıyorsa, bu yanlışa daha çok bağlanacaklar bu yanlışın değerini gözlerinde büyüteceklerdir.

Nitekim ideolojik inatlaşmalarda yanlışa verilen değer büyük bir rol oynamaktadır. Çoğu insan belli ideolojileri bu düşüncelerde bulduğu üstün vasıflardan ötürü değil, söz konusu ideolojilerin kendilerine bir marka temin ettiğine inandıkları için el üstünde tutarlar. Bazı insanların elinden ideolojisini alırsanız onun kimliğini, kişiliğini de almış okusunuz. Altık o da herkes gibi olur. Herkes gibi olmak ise hiçin içinde erimek, yok olmak ve mahvolmaktır.

Demek ki insanlar bir taraftan içinde yaşanılan sistemin bir birimi olmadan hayat bulamıyacaklarına inanırken, Öteki taraftan da sistemin herhangi bir birimi oldukları taktirde hayatlarının ellerinden alınacağına inanıyorlar. Ancak dikkat edersek insanlar üzerine yüklenen bu iki yıldırıcı güç insanları sadeçe dış yüzleri ile hesaba katan anlayışın hakim olduğu ortamda yıldırma imkânına sahip olabilir. İnsanları iç dünyaları bakımından önem sahibi sayan anlayış içinde bu yaklaşımlar ne kuvvet kazanabilir ne de yılgınlık doğurma fırsatı bulabilirler.

İsmet Özel, Zor Zamanda Konuşmak
Devamını Oku »