Bir Sabah Alışverişi

Bir sabah Bahauddin Nakşıbend elinde büyük bir sırıkla Buhara'nın en büyük çarşısına vardı. Çarşının ortasında haykırmaya, naralar atmaya başladı. Böylesine şöhretli ve itibar sahibi bir kimsenin meydanda bağırıp çağırması herkesi çok şaşırtmış, acaba neler oluyor endişesiyle insanlar Nakşıbend'in çevresinde toplanmaya başlamışlardı.

Yüzlerce insan toplanmış ve bu durumu neye yoracaklarını, bu bilge kişinin davranışı hakkında ne düşünüp ne yapacaklarını bilemez haldeyken Bahauddin elindeki sırıkla satıcıların sergilerini devirmeye, tezgâhları kırmaya, esnafın barakalarını yıkmaya girişti. Bu öfke dolu ve anlaşılmaz davranışını bütün çevresinin meyveler, sebzeler ve mallarla dolup kendini kımıldatamayacak hale getirmesi zamanına kadar devam ettirdi. Sonra da sakince evine çekildi.

Buhara Emiri derhal Bahauddin'in evine bir temsilcisini gönderip vakit kaybetmeden yaptıklarının hesabını vermek üzere Kadı'nın huzuruna gelmesini bildirdi. Bahauddin bu temsilciye şunları söyledi:

"Mahkemede bütün fıkıh âlimleri, ileri gelen vükela ve vüzera, ordu komutanları ve şehrin en önemli tüccarları hazır bulunsun".Emir, danışmanlarının da düşüncesine başvurarak Bahauddin'in delirdiği kanaatine vardı. Onu Bimarhâne'ye kapatma kararını vermeden önce, kendisine bir şans tanımak ve âdil bir neticeyi hâsıl edebilmek kaygısıyla emredip Bahauddin'in mahkemede hazır bulunması isteğinde bulunduğu makam sahibi kişileri çağırttı. Herkes toplandıktan sonra Bahauddin yargı yerine girdi.

"Bahauddin Hazretleri" diye söze başladı Emir, "şüphem yok ki burada niçin bulunduğunuzun farkındasınızdır. Ve bizlerin de bu toplantıyı niçin gerçekleştirdiğimizi biliyorsunuz. O halde lütfediniz ve söyleyeceğiniz ne ise onu bize bildiriniz." Bahauddin Nakşıbend'in cevabı şöyle oldu: "Hikmetin bab-ı Âli'si! Herkes bilir ki bir insanın davranışı onun kıymetinin de bir işaretidir. Fakat bugün öyle bir noktaya geldik ki bir insan iç dünyasında vasıl olduğu makam ne olursa olsun, kendi kıymetini belirtebil­mek için belli bir davranışta bulunması yetmiyor. İnsanlar iç dünyalarındaki zenginliği dışa vurmak, kendi kıymetlerinin ortaya çıkmasına ve taktir edilmesini sağlamak için fazladan bir şeyler yapmak ihtiyacını duyuyorlar. Buna mukabil, eğer bir insan kötü, çirkin bir davranışta bulunursa, onun yaptığının kötü ve çirkin olduğu­nun anlaşılması için fazladan bir kavrayış gerekli olmuyor."

Emir, "Bizlere öğretmek istediğini henüz yeterince anlayamadık" deyince Bahauddin Nakşbend, şunları ekledi:  "Her gün, her saat, her insanın içinde Öyle düşünceler ve öyle tatminsizlikler beliriyor ki, eğer bir yolunu bulacak olsalar, bu insanların hepsi, benim bu sabah çarşıda yaptığım işe benzer bir davranışı ortaya koyacaklar. Benim sizlere öğretmeye çalıştığım şudur ki, insanların birbirlerini anlamakta gösterdikleri noksanlıkların sebeb olduğu bu düşünce ve tatminsizlikler tek tek bütün insanlar üzerinde olduğu kadar cemaatimiz üzerinde de yıkıcı ve geriletici tesirler icra ediyor. Anlayışsızlıktan doğan bu tahribat belki benim çarşıyı harab edişimin seviyesindedir ve belki de daha fazladır". "Öyleyse" diye sordu emir, "nedir meselenin çözümü".

"Çözüm" diye cevap verdi Bahauddin Nakşıbend hazretleri, "insanların iç dünyaları itibariyle terakkilerinin sağlanmasıdır. Onların kaba ve yıkıcı tavırlarını müesses alışkanlıklarla önlemek, bastırmak ve eğer kabalık ve tahripkârlık göstermiyorlarsa onları takdir etmek çözüm değildir".

İşte sizlere, sevgili okuyucular, çoğumuzun belki en önemli meselesine de çözüm olabilecek bir yaklaşım aktardım. Bugün özellikle batı dünyasında bu vakıaya konu olan mesele felsefeyi olduğu kadar, hekimliği, eği­timi, toplum yönetimi alanlarını da meşgul ediyor. Fakat besbelli ki ciltler dolusu kitap yazmak da, bunları okumak da arzulanan neticeyi hasıl etmeye kâfi gelmi­yor.

İsmet Özel, Zor Zamanda Konuşmak
Devamını Oku »

Atatürk'ü Tanrıtürk Yaptılar

Tek parti doneminin Edirne (Milletvekili) Şeref Aykut, 1935 yılında yazdığı kitapla Kemalizm’i açıktan açığa bir din olarak tanıtıyorda. Mensubu olduğu CHP’nin o zamanki parti programına dayanarak yorumlarını yazan Aykut, kitabının adını da “Kamâlizm” koymuştu. “Kemal” kelimesi Arapça olduğu için o dönemdeki Türkçüler. Atatürkün ismini bir ara Kamal Atatürk” olarak kullanmışlardır Aykutun kitabından, dinle alakalı bazı cümleleri okuyalım:
“Türk devrimini son asırların değişikliklerini hazırlayan fikirlerle ve daha sonraları yürüyen, göğdelenen Rasyonel, Sosyolojik, Markisi, Faşist rejim ve ideolojileri ile izaha çalışmak da fazla bir iş olur. K amalizmin bunların üstünde yalnız yaşamak dinini aşılayan ve bütün prensiplerini ekonomik temeller üzerine kuran bir dindir. ..
"Ulusal bayramlarda bizi coşturan, millete vecit ve heyecan bu güzel ve sevimli bayramlarda caddeleri süsliyen al bayraklar anısında, görünen birçok askılarda, güzel yazılar vardır. Bunlar vecizeler, ölgerlerdir. Bunlardan birisi de şu vecizesidir;

"(Ak günleri yaşarken kara günleri unutma!)”
Türk milletinin bu kara günü biraz çok sürmüş, uzunca ve korkulu bir rüya, biraz ürperten düştür."

''Bu uzun rüya aşağı yukarı 1337 yıl sürmüştür. Bütün bu uzun yıllar içinde Türk milletinin tarih yolunda gidişi tetkike değer.''

İşte İslam dinine girinceye kadar öteki dinlerden geçerek hep egemen, hâkim yaşamıştır. Öteki dinlerde Şaman, Budist,Zerdüşt Musevi, İsevi gibi dinlere de girmiştir. Ancak bu dinler onu asla kökünden bağlamamıştır. Orıjinalinden uzaklaştırmamıştır.''

“İslâm olduktan soradır ki bütün fikir ve iş alanındaki savaşları, uğraşları yalnız (din) adına olmuştur...”

"Hayat yürüyor. Çağdaş ulusların siyasal, sosyal, ekonomik yolunda ilerleyişlerinin karşısında hep böyle mugeylân dikeninde kutsal bir varlık görenler, loş selvilerin karanlık gölgelerinde çöreklenmiş, kokmuş, hayat kuvvetini kaybetmiş kaidelere bağlı duranlar için yenilik manasız bir şey olup kalmıştır. İşte Partimiz buna kökünden bir nihayet vermek zaruretinde idi."

“Artık bugunkü ilim ve teknik yolları bu gibi urasalara, hurafelere, vehimlere ün ve önem veremezdi. Türk ulusunu benliğine kavuşturan Kamâlizmi, ulusun egemenliğine göre kanunların kaynağı olarak binlerce yıl önce başka soylar için ve başka yolda konulmuş kaidelere bağlı tutamazdı..."

“Gençlik ruhunun ihtiyacını yerine getirmek."

“Onun inanını doldurmak, vicdanını doldurmak ister."

“Bu sebepledir ki, onu Kamâlizm dininin hiç şaşmıyan, şaşırmıyan orunçlu ve coşkun tapkanı yapmak, ona bu kudsal, ulusal ve kurtarıcı dini olanca derinliği ve inceliği ile oydamlamak ister,ta ki Kamâlizm dinine inanı artsın.İşte disiplin altında gençlik böyle olcaktır.Parti bunubunu amaçlamış, hazırlamıştır.”
Kemalist şairlerden de bazılarını aktaralım.()

Behçet Kemal Çağlar

"ger dilersiz bulasız oddan necat,

mustafa-yı ba kemal'e essalât!

ol zübeyde mustafa'nın anesi,

ol sedeften doğdu ol dürdanesi!
gün gelip oldu rıza'dan hamile,
vakt erişti hafta ve eyyam ile.
geçti böyle nice ay nice sene,
vakt erişti bin sekiz yüz seksene."


"merhaba ey baş halaskâr, merhaba!
merhaba ey ulu serdar, merhaba!
hak teala çün yarattı türk'ü ilk,
dedi 'üç kıta da olsun ona mülk...'
mustafa nurunu alnına koydu,
'bil, kemal'in nurudur ol nur!' dedi.
ger dilersiz bulasız oddan necat,
mustafa-yı ba kemal'e essalat!"

Edip Ayel


Ey dertli saray! Kâbe mi oldun bize artık?
Cennetse bu yurt, sen onu buldundu harâbe,
Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe.
Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doldun,
Türk ırkının, en son, ulu peygamberi oldun.
Tutsak seni lâyık, yüce Tanrı'yla müsâvi,
Toprak olamaz kalp doğabilmişse semâvî¦
Ölmez bize cennetlerin ufkundan inen ses,
İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez !


Halil Bedii Yönetken

Yürüyor, kalbimizin durduğu bir yolda değil,
Kanlı bir gözyaşı nehrinde muazzam tabutun
Ey ilâhın yüce davetlisi, göklerden eğil
Göreceksin duruyor kalbimizin üstünde putun!

Kemalettin Kamu - İstiklal Marşı Yarışması.

Ey dertli saray! Kâbe mi oldun bize artık?
Cennetse bu yurt, sen onu buldundu harâbe,
Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe.
Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doldun,
Türk ırkının, en son, ulu peygamberi oldun.
Tutsak seni lâyık, yüce Tanrı'yla müsâvi,
Toprak olamaz kalp doğabilmişse semâvî¦
Ölmez bize cennetlerin ufkundan inen ses,
İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez !
Faruk Nafiz Çamlıbel

On milyon bel, iki kat olmuşken eğilmeden
O’nda on beş milyonun boyu birden uzaldı.
Tanrı, peygamber diye nedir, kimdir bilmeden
Taptığımız ne varsa, hepsi ondan şekil aldı.

Hüseyin Dayı, Milliyetçiliğin Dinle Kavgası
Devamını Oku »

Peygamberler, Türk Oxford’undan Mezunmuş !

Bazı bilim çevrelerinin iddiasına göre, dünyanın diğer kıtalarına kıyasla çok yüksek seviyede bir medeniyetin yaşanmakta olduğu “Mu” isimli bir kıta, Milat'tan on iki bin yıl önce batmıştır. Colonel James Churchward isimli Amerikalı bir bilim adamının 1931 yılında yayınlanmış kitabında. Mu kıtasındaki toplumlardan bugün bildiğimiz kıtalara geçmiş bazı gruplar olduğu ve o grupların kendi yüksek medeniyetlerini buralarda yaydıkları şeklinde bir tez işlenmiştir. Dünyanın çeşitli bölgelerindeki inançlardan, piramitler gibi teknolojik açıdan yüksek seviyedeki mimarî eserlere; kullanılan alfabelerden dillerdeki kelimelere kadar bazı benzerlikleri delil olarak gösteren bu görüş; özellikle Grekler, Japonlar, Mısırlılar, Sümerler, Mayalar gibi, antik tarihte çağdaşlarına kıyasla oldukça ileri medeniyet kurmuş toplumlardan örnekler vermektedir. Bu toplumlardan bin de Uygurlardır. Bu “Türk" grubun da bu kavimler arasında sayılması, bazı Türkçüler nezdinde hemen bütün Türkleri kapsayacak şekilde genişletilerek, Türklerin Mu kıtasından gelmiş olduğunu işlemelerine yol açar. Hatta daha da ileri gidilerek, Mu kıtasından gelen herkesin Türk olduğu kabul edilir. Bu arada dinler arasındaki benzerlikler de unutulmaz. Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık arasındaki benzerlikler,peygamberlerin Mu kıtasından gelen Türk- dinlerini öğrenip,sonra da kendilerine gelmiş İlahî vahiy gibi işlenir.

Bahsettiğimiz görüş,Meksika Maslahatgüzarı Tahsin Mayape- Dil Kurumu Genel Sekreteri Necmi Dilmen’e gönderilen resmi yazılarda görülmektedir. Bu yazılardan anlaşıldığına göre görüşleri Atatürk'e de iletmiş.

Türk Dil Kurumunun arşivindeki,Mayapetek ile yapılan yazışmaların 1.dosyasında bulunan 22 Haziran(*) 1936 tarihli 743 sayılı yazıda,konumuzla ilgili detaylı bilgiler şu şekilde yer almaktadır:(1)
‘Amerika Alimlerinden Colonel James Churchward en gençliğine müsadif 1868 senesinde Hindistan'da (AYHO- DA) manastırından başlayarak cihanın muhtelif kıtalarında 50 sene süren tarihî ve İlmî tetkikatı ilk defa 1931 senesinde New-York’ta neşrettiği 4 kıta eserde:"

1) Uygur, Akkad ve Sümer namlarındaki ırkdaşlarımızın beşeriyetin ilk vatanı olan MU kıtasından binlerce sene evvel çıkarak cihana yüksek maarif, medeniyetlerini, dil ve dinlerini götürdükleri,

2) Aryen denilen Tötonların, İslav'ların, Brötonların, Baskların, İrlandalıların elhasıl hemen bütün Avrupa akvamının Uygur Türklerinin zürriyetleri oldukları,

3) Akkad ve Sümer sözlerinin Hindistan manastırlarında mukaddes bir dil olarak öğretilen NAGA MAYA yani Mu dilindeki manaları,

4) Mu kıtası batmadan binlerce sene evvel çıkarak Mu'nun ilimlerini ve dinim dünyanın birçok yerlerine ezcümle Mısır, Hindistan'a yaymış olan (NAA KAL) namındaki Mu ilim ve din misyonerlerinin Himalaya ve eski Mısır mabetlerine naklettikleri tablet ve saıreyi Musa'nın Sina dağındaki ÖZİRİŞ mabedinde ve İsa’nın da hem Mısır hem de Hindistan'da senelerce tetkik ettikleri ve bunlara kıyasen Kur an'da bir ayet başını teşkil eden (TA-HA) sözünün Mu diline ait olduğunu Curchward'ın bu söz hakkındaki izahatını gördükten sonra din-i İslam vazeden zatın da diğerleri gibi Mu'nun dil ve dinini Mısır'da ve aglebi ihtimal Hindistan Manastırlarında tahsil ettiği neticesinin tebarüz etmekte olduğu...''

Son cümlede Muhamnıed’den (s.a.v.) bahsederken, “Din-i İslamı vazeden zat” denmesi, aynca dikkat çekicidir. Aynı yazının eklerinde de çeşitli deliller(!) gösterildikten sonra şu açıklama yer almaktadır: .

Esasen;PLATON, FİSAGOR, THALES DÖ MİLET gibi en meşhur Grek filozoflarının Mısır’da Mu’nun yüksek felsefe ve ilimlerini tahsil ettikleri ve İsa’dan 500 sene evveline gelinceye kadar greklerin tahsil için tercihan Hindistan’a gittikleri hakkında CHURCH WIDE ’ın verdiği izahat dahi Muhammed’in diğer din va- zıları ve Yunan Filozofları gibi eski zamanlarda bugünkü Oxford, Cambridge, PARİS üniversitelerinin rolünü oynayan Mısır ve Himalaya mabed ve manastırına giderek tahsil etmiş olduğuna şüphe bırakmamaktadır...” (ss. 47-48)

Mayapetek’in yazdıkları ile Atatürk’ün görüşleri mukayese edildiğinde şu benzerlikler görülmektedir:

Bütün tarihî gelişmeleri ve ortak manevî değerleri bir yana bırakıp, milliyeti biyolojik üremeye dayandıran teze bağlı olması, ancak Türklük için Orta Asya yerine “Mu kıtası”nı vatan diye kabullenmesi:
“Mu kıtası” efsanesine itibar etmemiş de olsa, Atatürk’ün 1930’lardan sonraki Türk milleti anlayışı da biyolojik üreme temelli “Orta Asyalı brakisefal ırk” şeklindedir.

Türkleri, dünyada üstün medeniyet oluşturmuş bütün milletlerin atası göstermesi:

O tarihlerde en azından böyle bir akrabalık kurma isteği, Kemalistler arasında çok yaygındı. Türk Dil Kurumu tarafından toplanan ilk Dil Kurultayları bu görüşü kabul ettirme maksadı gütmüştür.Bizzat Atatürk de Türk Dil Kurumu’na vasiyetinde, “... Aryen ismim de alan (homo alpinus) Türk ırkıdır. İndo-Europen dil grupları arasına Toharların, Heptalitlerin (Beyaz Hunların), Sogdakların, Hititlerin dilleri çoktan katılmıştı. Bu diller, ilk Türkçenin değişe şekillerdir demiştir.

Bugün artık “Aryen” isimli bir ırkın hiçbir zaman yaşamadığı anlaşılmıştır. Bu iki maddede görülen özellik Kemalist düşüncenin; ortak tarih, vatan ve inanç sahibi olduğumuz Abhas,Arnavut, Boşnak, Çeçen, Çerkez, Gürcü, Kürt, Laz,Pomak,Tatar gibi sosyal gruplarla beraberliğin izahı yerine, milli bünyemizde bulunmayan kavimlerle akrabalık tesisine yöneldiği göstermektedir.Millet teorileri, yayınlanmış olan Türkler ve 'Ötekileştirdiklerimiz' isimli bir başka kitabımızın konusu olduğundan, burada o konuların detaylarına girmeyeceğiz.

Dinler arasındaki benzerliklere dikkat çekerek; Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed’in; günümüzün “Oxford, Cambridge, Paris üniversitelerinin rolünü oynayan” Mısır ve Himalaya manastırlarına gidip tahsil gördükten sonra kendilerine vahiy geldiğini iddia ederek dinlerini kurduklarını ima etmesi:

Bu tahsil iddiası, dönemin Türk Dil Kurumu Genel Sekreteri Dilmen’in Mayapetek’e gönderdiği cevabî yazıdan anlaşıldığına göre, pek ikna edici bulunmamıştır. Dilmen söz konusu yazısında; “Hayatının hemen her zamanı mazbut olan Muhammed’in Suriye’den başka bir yere gitmediği malum iken Mısır’da veya Hindistan'da tahsilini iddia etmek, hayatı hakkında oldukça malumat bulunan İsa’nın Hindistan’da Mu dini öğrendiğini ileriye sürmek gibi noktalar, hep merak ve şüphe uyandırır mülahazalardır, sanırım." diyerek itiraz etmiştir. Her ne kadar bu iki peygamberin hayatının bilinmesinden dolayı, tahsil iddiası taraftar bulmamışsa da vahye dayalı dinin peygamberler tarafından kurulduğu şeklindeki görüşün, Mayapetek’in tezinden etkilenmeksizin Kemalistler arasında yaygınlık kazanmış olduğu görülmektedir. Daha önceleri İslamiyet’in gerçek bir din olduğu yönünde konuşmalar yapmış olan Atatürk de zamanla tam tersi şekilde anlaşılacak ifadeler kullanmıştır. “Muhammed’in kurduğu din” şeklindeki ifadesi, o kabildendir. İslamiyet’e bu şekildeki bir bakış, aşağıda “Kur’an Hükümlerini Kaldıran Atatürk” ve “Atatürk’ü ‘Tanrutürk’ Yaptılar” başlıkları altında anlatılacak olan yaklaşımları doğurmuştur. Şimdi, dinler arasındaki benzerliklerin sebebine,İslami kaynaklardan gelen bilgiler ışığında kısaca temas edelim.

Hz Adem'den beri bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri din,İslamiyet olduğu için,günümzde tahrif edilmiş halde de olsa da devam etmekte olan Hz Musa ve Hz İsa'nın tebliğleri ile Hz Muhammed'in tebliği arasında benzerlikler görülmesi normaldir.

Hatta bu türden benzerliklere bazı ilkel inanç sistemlerinde de rastlanabilir.

Çünkü Kur’an-ı Kerim’de bildirildiği gibi, Allah (c.c), tarih boyunca her kavme bir peygamber göndermiştir.0 Peygamberlerin unutulmuş tebliğlerinin izlerine değişik düşünürlerde rastlamak neden şaşırtıcı olsun? Bu itibarla,kendisine kitap indirilmiş peygamberlerden herhangi birinin birinin tebliğini, önceki dönemlerin filozoflarından öğrenmiş şeklinde gösteren tezler, ancak peygamberlik görevine inanmayanlarca ileri sürülebilir.

Hüseyin Dayı, Milliyetçiliğin Dinle Kavgası
Devamını Oku »

İslamiyet Milli Hisleri Uyuşturdu mu ?

Atatürk’ün “Nutuk"ta anlattıklarından anlaşıldığına göre, inkılâplar yapılırken din aleyhine bir takım uygulamalar olacağı yönünde, kamuoyunda çok ciddi kanaatler oluşmuştur. Hilafet ve şapka meselelerinde bu endişeler açıkça görülmüştü. Bunlardan biri de devletin bir dini olup olmayacağı şeklinde kendisine yöneltilen bir soruda görülmektedir.

“Türkiye Devleti’nin dini, İslam dinidir.” şeklindeki açıklamanın Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun 2. maddesinin başında yer almasından çok önce, basın mensuplarıyla yaptığı bir sobbet sırasında, “Yeni hükümetin dini olacak mı?” şeklinde bir soru ile karşılaşır. Bu soruya karşılık, “Hükümetin dini olamaz, diyemedim.” açıklamasını yapan Atatürk: (Vardır efendim, İslam dinidir) demeyi tercih ettiğini ve ardından da “İslam dininde düşünce özgürlüğü vardır.” diye bîr yorumlama ihtiyacı duyduğunu söyler. Aynı gazeteci, “Yani devlet bir dine bağlı kalacak mı?” diyerek sorusunu tekrarlayınca da “Kalacak mı, katmayacak mı bilmem?” diye cevaplandırdığını söylemektedir. Nutuk’ta bu olayı anlattığı bölümün sonunu ise şöyle bildirmektedir:

“Kanunun gerek ikinci ve gerek 26'ıncı maddelerinde fazladan yer alan yeni Türkiye Devletı’nin ve Cumhuriyet rejimimizin çağdaş karakteriyle bağdaşmayan deyimler, inkılâp ve Cumhuriyet'in o gün için sakıncalı görmediği tavizlerdir.

“Millet, bu fazlalıkları. Teşkılat-ı Esasiye Kanunu muzdan ilk fırsatta kaldırmalıdır’”

Bu ifadelerin geçtiği “Nutuk”, CHP nin 2. Kurultayında Atatürk'ün 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında yaptığı konuşma olduğu ıçin 1919- 1927 seneleri arasını anlatmaktadır. Bu konuşmada zikredilen "fazlalıkların" kaldırılması arzusu, 10 Nisan 1928 tarihinde gerçekleşmiş ve “Devletin dini, Din-i İslam'dır’’ ibaresi anayasadan çıkarılmıştır. 1 Ocak 1929'da ise okullarda Arapça ve Farsça dersleri kaldırılmıştır.

Elbette ki. anayasada devletin bir dini olmaması, sıyaseten bir dinin kurallarına bağlı kalmamak şeklindeki laiklik anlayışına uygundur. Fakat milletleşmede din birliğinin bir rolünün olmadığı şeklindeki bir izah, genel yapıya uymamaktadır. Atatürk’ün, Türk milletini tanımlarken açıkladığı o yöndeki görüşü, işte bu gerçeğe aykırı düşmüştür.

Atatürk'ün 1930’larda Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumu» mm kurulmasından sonra, o kurumların mensuplarıyla birlikte geliştirdiği Türk’ Tarih Tezi'’ ve “Güneş-Dil Teorisi” isimli izahlarındaki. “Brakisefal ve kimotrik (kafatası kısa, saçları dalgalı) ırkımız... Türkistan'dan asırlar boyunca çıkan... Aryen ismini de alan (homo aiptnus) Türk ırkıdır.(1)7 şeklindeki izahları, millet nazariyelerini o zamanlar revaçta olan ırk ve dil esaslı açıklama gayretlerinin ürünü olarak görmek gerekir. O görüşler içinde din birliğine yer verilmemiş,millet için bir takım antropometrik ölçüler ve dil esas alınmıştır.

Şu da var ki, o görüşlerden önce,’Türkiye halkına bakarak’ yaptığı ‘geniş alanda ve birleşmelerle oluşmuş Türk Milleti’ tanımlamasında da Boşnak,Çerkez,Laz gibi kavimlerin isimlerini saydığı halde din birliğine yer verilmemiştir.Hatta daha açık bir ifade kullanarak,Türk milletinin oluşumunda din birliğinin etkisi olmadığı;İslamiyetin Türkler üzerinde millî bağları gevşetmek, milli hisleri, millî heyecanı uyuşturmak şeklinde olumsuz etkileri olduğu şeklinde açıklamalar yapmıştır.

Kavimlerın birleşmesinden bahsedilince bu birleşmenin, hangi artlar altında ve hangi müşterek değerler üzerinden yapıldığını göstermek gerekir Aksi hâlde birleşmenin sebebi anlaşılamaz ki, bu da zihinlerde bir tarafın zorlaması olduğu şeklinde bir kanat uyandırabilir Atatürk, İslamiyet'in millet oluşturmada etkili olmadığını ispat etmek için şu örneği vermektedir:

“...bu din, ne Arapların, ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de sairenin Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine tesir etmedi.”

Aynı açıklamaları içinde milletleşmede millî ahlakın, büyük bir önemi olduğunu belirtmektedir. Bu ahlak müşterek dinden kaynaklanmıyorsa, bahsettiği birleşmiş kavimlerde birbirininkine benzeyen bu ahlak anlayışı hangi kaynaktan gelmektedir?

Diğer yandan Türkçe konuşan fakat Müslüman olmayan Kıpçaklar, yine Türkçe konuşan Oğuzlarla (Selçuklularla) neden birleşmediler de aksine onlara karşı sürekli saldırılarda bulundular ve katliamlar yaptılar ? Aynı Kıpçaklar, Avrupa’da oraya göç etmiş olan ve yine Türkçe konuşan Peçeneklere neden saldırıp katlettiler?

Atatürk,Türk milletinin oluşmasında din birliğinin bir etkisinin olmadığını söylemekle millet için de laik bir yorum yapmış olmaktadır.Devlete aid bir mesele olan laikliğin millete de tatbik edilmesi, Şerif toplumu için sosyal bir pekiştirici ilkesi bulma ve türkler arasında sosyal şuuru yükseltmenin bir vasıtasını oluşturmaya duyulan ihtiyaçtı.Bu iki hususta İslam yetersiz görülerek, sadece şahsi bir meselesine indirgenmişti. “Yeni Türklerin şuuru”,Atatürkün sık sık vurguladığı ilim içinde kök bulacaktı. Hâlbuki ilmin milli kimliğin inşası ile ilgili herhangi bir formülü yoktu.(Şerif Mardin)

Hüseyin Dayı, Milliyetçiliğin Dinle Kavgası
Devamını Oku »

Saltanatın Kelleler Kesme Tehdidiyle Kaldırılması

Atatürk’ün şu sözleri dikkate değerdir:
“Efendim, dedim, hâkimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından, hiç kimseye ilim gereğidir diye, görüşme ve tartışma ile verilmez. Hâkimiyet, saltanat, kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk milletinin hâkimiyet ve saltanatına el koymuşlardır. Bu zorbalıklanm altı yüz yıldan beri sürdürmüşlerdir. Şimdi de Türk milleti bu saldırganlara isyan ederek ve artık dur diyerek, hâkimiyet ve saltanatını fiilen kendi eline almış bulunuyor. Bu bir oldubittidir. Söz konusu olan, millete saltanatını, hâkimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele, zaten oldubitti haline gelmiş olan bir gerçeği kanunla ifadeden ibarettir. Bu mutlaka olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi tabiî olarak karşılarsa, sanırım ki uygun olur. Aksi takdirde, yine gerçek, usulüne uygun olarak ifade edilecektir. Fakat belki de bazı kafalar kesilecektir.”

Atatürk’ün, Osmanoğullarını zorla Türk milletinin üzerinde hâkimiyet kurmakla itham etmesi, muhtemelen Gökalp’ın tavsiyesine uyarak “eskiyi kötülemek” maksadı gütmesindendir. Zira çok az tarih bilgisine sahip olan bir insan bile, Osmanlıların Türk milleti üzerine zor kullanarak saltanat kurduklarım düşünmez. "‘Temel türkçülük” bölümünde anlatıldığı gibi, Gökalp’ın da Osmanlı döneminde Türklerin millî adlarını söylemekten korktukları şeklinde iddiası vardır.

Zamanla komşu beyliklerle savaşarak Anadolu’da da genişlemişse de bir aşiret reisliğinden beyliğe dönüşerek başlayan Osmanoğullarının asıl hedefi, batıdaki gayrimüslim topraklarıydı. Bu hedefe yönelmiş olmalarından dolayıdır ki, diğer Müslüman ve Türk beyliklerinden de çoğu tarikat mensubu olan dindarlar, akın akın Osmanlıya gelip katılmışlar ve İslam’ın verdiği gaza görevini ifa etmişlerdir. “Alp Erenler. Gazi Dervişler" denilen bu Müslümanlarla birlikte “İlayı Kelimetu'llah” aşkına fetihler yapma şuuruyla hareket eden Osman Bey, Orhan Bey vc Murat Bey, unvanlarında derviş gazilerin reisi olduklarım belirtmeyi de itiyat etmişlerdir. Ayrıca Osman Bey'in bir unvanı da “Fahreddin" (dinin kendisiyle iftihar ettiği) idi. Buna karşılık, Müslüman Türk oldukları hâlde Bizans tarafında yer alıp Osmanlıya saldıran “Türkopol” denilen ücretli askerî birlikler de vardı., Onlara bakıp genelleme yaparak, “Türkler, Bizans’la birleşip Osmanlı’yı vurdu” demek nasıl büyük bir yanlışlık olacaksa; Osmanlının Türkler üzerinde zorla saltanat kurduğunu iddia etmek de öyle, hatta daha da büyük bir yanlışlık olacaktır. Burada önem arz eden husus, kavmiyet değil, bu iki kitleden hangisinin bu topraklardaki Türk devletini kurup yaşatan ruha sahip olduğudur. Tarihî gelişme açıkça göstermiştir ki, devleti kuran ve yaşatan güç; yabancılardan ücret gözetip Osmanlı’ya vuran Türkopollerin ruhu değil, Osmanlı'nın çeşitli kavimleri birleştiren İslâmî gaza ruhu olmuştur. Fatih döneminin tarihçilerinden Oruç Bey, Osmanlıların bu özelliklerini şöyle anlatır:

“Gaziler ve düşmanı yenicilerdir. Allah uğruna hak yoluna durmuşlardır. Gaza malını toplayıp hak yoluna sarf edicilerdir. Hak'tan yana gider, din yolunda gayretlilerdir.”

Diğer Türk beylikleri de genişleme gayesi gütmüşlerdiyse de onların çevreleri Müslüman Türk beylikleriyle çevrili olduğundan dolayı bu. daha çok birbirlerinin zararına bir genişleme gayretiydi. O zamanlar çok yüksek olan dinî hassasiyetin, Anadolu'daki diğer beyliklerin yöneticilerinin de Müslüman ve Türk olmasına rağmen, Osmanlı ya destek vermesinin sebebi de bu “gaza ruhudur.

Aslında fesin kaldırılıp şapka giyilmesi, milliyetçi İttihat ve Terakkinin de gündemindeki konulardan biriydi. Bu cemiyetin ilk kurucularından olan ve cemiyette ateist kimliğe bürünen Abdullah Cevdet, ikinci Meşrutiyet’in ilanından dört yıl sonra (1912 yılında) editörlüğünü yaptığı “İçtihad” dergisindeki, “Pek Uyanık bir uyku)başlıklı makalesinde; medreselerin, tekke ve zaviyelerin kapatılmasını,fesin yasaklanarak,erkeklere şapka giyilmesini telkin ediyordu.Bu görüşleri, mahiyeti itibarıyla Batılılaşmacilık içinde açıklayan Peyami Safanın belirttiği gibi; Türkçüler, inançlarının bazı esaslarını Batı Nasyonalizminden aldıkları için, tarihçi görüşlerinin yanısıra böyle sosyolojik uygulamalar da arzuluyolardı.

Hüseyin Dayı, Milliyetçiliğin Dinle Kavgası
Devamını Oku »

Atatürk ve Kemalizm

Esasen Atatürk'e, ortaya bir ideoloji koyan anlamında olmak üzere 'ideolog" demek de pek doğru değildir. Yakın arkadaşlarından Falıh Rıfkı Atay’ın söylediğine göre, 1923 yılında Halk Partisi içinde bile eski değerleri devam ettirmek isteyen "kerhen Kemalistler" ile kültürel birikimleri olmadığı hâlde tam bir inanışla Mustafa Kemal'e bağlı olanlar vardı. Atay, böyle bir ortamda kendisi ve birkaç Türkçü arkadaşının şuurlu bir şekilde devrimleri hazırladığını söylemekte ve aynen şu açıklamayı yapmaktadır:

“Saraçoğlu, Mahmut Esat, Vasıf gibi Ankara'da tanıdıklarımızla beraber biz Türkçüler, fakat Türkçülüğün tam Batılı kolu vardık. Tanzimat'tan beri devam eden kültür ve medeniyet ikizliğini tasfiye etmek, eski nizamı köklerine kadar yıkmak ve Türk milletine, Batı topluluğu içinde bir yem çağ cemiyeti olarak yer alma imkânlarını vermek için Mustafa Kemal'in zafer otoritesini fırsat biliyorduk."

Bu açıklamayı yapan Atay, o dönemde inkılaplara karşı olanların, Atatürk'e değil de “dalkavuklar, müfsitlcr, zındıklar" diyerek kendilerine kızdığından da dert yanmaktadır.,Atay. Atatürkün meslek kitapları dışında sadece genel bilgiler edindiğini, inkılapları ise uzun süren sofra sohbetlerindeki tavsiyelere uyarak yaptığını söyler.Bu meyanda olarak, Latin Harflerini kendisi ile birkaç arkadaşlarının medenî kanun fikrini ise; Mahmut Esat, Saraçoğlu, Şükrü Kaya gibi şahısların tavsiye ettiğini anlatır. Atay, yapılan inkılâplara “Kemalizm” adını yine o “ileri” Türkçülerin verdiğini de ifade eder.,(Atay,Atatürkçülük nedir?cilt:4,ss:20-34)

Hüseyin Dayı
Devamını Oku »

İslam Aleminden içki Alemine

Yahya Kemal Beyatlı, Ziya Gökalp ile ilgili hatıralarını anlatırken içki sofralarında çok coştuğunu ve eski bir şiirden şu mısraları okuduğunu söyler

İçelim içelim şarap içelim,
Nice bir gâv (öküz) gibi âb (su) içelim’'
"Şaraptan yana olur, suya karşı bu durum alır, derken, Türklerın Asya'daki şarap şehrı Fergana‘dan tutturur, ilk Şölenlere geçer, ataerkil (pederşahi) aileden şimdiki yüzyıla kadar uzanıverirdi.

Tabı, biz bu içki sofralarını anlatırken, Gökalpı özel hayalındaki içki düşkünlüğü açısından eleştirmiyoruz. Bizim için nasıl yaşadıkları değil, cemiyete bıraktıkları eserler önemlidir. Bu sofralarda dikkat çeken husus, Gökalp’in içkiye bakışında hile Türklerin eski şarap şehri Fergana'dakı şölenlerden bahsederek içkiye de Türkçü bir yorum getirmesidir. Oysaki her zamanda ve her toplumda içki içenler de içkiye karşı olanlar da vardır. Bunun milliyetçi bir yorumu olmayacağı kesindir. Fakat Gökalp, sadece içerken değil, normal zamanlarında yazdığı eserlerinde de yukarıda gördüğümüz gibi, Allah’tan korkmamayı ve günahlardan sakınmamayı bir meziyet olarak işlemiştir. Esasen Yahya Kemal de içki içen birisi olmasına rağmen, asla dindarlara irticacı dememiş, tam aksine daima İslâmî değerleri savunmuş ve “Türk devleti, aslı olan Müslüman tabakanın hamuruyla tekrar yoğrulmadıkça tam bir sıhhatle yaşayamaz” demiştir. Aynca Yahya Kemal'in düşünce dünyasında, “Fatih’in Ayasofya'da okuttuğu ezan ve Yavuz Selim’in Hırka-i Saadet önünde okuttuğu Kur’an” devletin iki manevî temelidir.

Yine o içki sofralarından birinde Gökalp, Yahya Kemal’i şöyle eleştiriyordu:

“Harabisin harabati değilsin
Gözün mazidedir ati değilsin."

Yahya Kemal ise ona şu cevabı veriyordu:

“Ne harabiyim ne harabatiyim
Kökü mazide olan atiyim

 

Hüseyin Dayı, Milliyetçiliğin Dinle Kavgası
Devamını Oku »

Ziya Gökalp'e Göre Din

Ziya Gökalp, 1914 yılında yazdığı “İçtimaî Neviler” (Sosyolojik Türler) isimli makalesinde, ilkel dönemdeki toplumların özellikleri ile modern dönemdeki toplumların özelliklerini kıyaslamıştır. O mukayeseye göre toplumlar, feodal biçimden korporatif biçime doğru beş evrim safhasından geçmişlerdir. Bu evrim safhalarının ilkinde, din ve akrabalık bağları; sonuncusu olan millette ise sosyal dayanışma ve kültürel bağlar hâkimdir. Gökalp’ın değişik yazılarında ise “kültür”ün tarifi; din, ahlak, zevk, dil gibi bir toplumun vicdanında yaşayan değer yargılarının tümü, şeklinde yapılmaktadır.Bu açıklamalarında ilkel dönem toplumunda açıkça dile getirdiği din, millet düzeyindeki modem dönem toplumunda ise ancak kültürün ( “hars” diyordu) açılımında yer almaktadır. Ona göre .kültürün içindeki en önemli değer, dildir. Bir eserinde, milliyeti sadece dile indirgeyerek, “Dil cemaati, yani milliyet" diye tarif etmiştir.'Yeni Hayat isimli kitabındaki “Lisan” adlı şiirinde de bu fikri şöyle işlemiştir:

“Türklüğün vicdanı bir,
Dini bir ; vatanı bir
Fakat hepsi ayrılır
Olmazsa lisanı bir

Demek ki, Gökalp'a göre din, sosyal evrimin son safhası olan milletle ana değer olmaktan çıkmış, yeni bir ana değer olan kültürün içindeki tali bir değer haline dönüşmüştür. Dini, bu şekilde milletin parçası halinde izah etmesi, ona her türden müdahale yapmasını kolaylaştırmıştır.-Bu müdahale teşebbüsleri de (İslam hukuku) üzerinden; önce devletin hukuk sistemi açısından siyasî, sonra itikat ve ibadetler dâhil şahsî ve sosyal alanlarda olacaktır.

Hüseyin Dayı, Milliyetçiliğin Dinle Kavgası
Devamını Oku »

Zaman Kafesinin İçinde İnsan

Zamanın mı mekân üzerinde yoksa mekânın mı zaman üzerinde etkisi vardır. Bir yerde hareket yoksa orada zaman da yoktur.

Coğrafyanın mı millet, milletin mi coğrafyada etkisi vardır.
Millet, coğrafyanın ruhudur. Beden de ruhun coğrafyasıdır. Muhatabımız coğrafya mı, millet mi? Muhatabımız beden mi, ruh mu?

Hatip, muhatabını tanıyan, tanıması gereken kişidir. Hatip, muhatabın ne soracağını önceden tahmin edip, soru sorulmadan evvel cevap veren adamdır. Muhatap, hatibi değil, hatip muhatabı tanımak zorundadır.
İnsan, alıcısı ve vericisi kendinde olan bir varlıktır. Ve insan, iki derinlik arasında sıkışmış bir varlıktır. O bakımdan hem içini hem dışım çok iyi tanıması lazımdır. Tanımadığına hitap etme imkânı yoktur.

İnsan kafası, telkin tarlasıdır. Ne ekilirse o biçilir. İnsanın kafa tarlasına ne ekilmesi gerektiğine kim karar verecek ve neye göre verecek.

Dünya, insan tohumunun toprağıdır. Büyüğün küçükte gizlenişi demek olan tohumun, çorak ve çürük toprağa düşmemesi lazımdır.
Zaman da insan gibi insan da zaman gibi araçtır. Aracı kullanmasını bilmeyen el veya kafa, aracı suçlamasın.

Başarı, insanın hedefiyle orantılıdır. Hedefi büyük olanın zamanı ve mekânı çok iyi kullanması gerekir. Zamanın ve mekânın dilinden anlayamayanın verebileceği hiçbir şey yoktur. Bilginin üç vasfı;

Bilgi; Silahtır,
Bilgi, Işıktır,
Bilgi; Anahtardır.

Silahın, ışığın ve anahtarın yoksa hiçbir kapıyı açamazsın.
Yaratanın Kur’an’da tavsiye veya takdim ettiği metodu, usulü merak ediyorum. Acaba Cenab-ı Hak tüme varım mı yoksa tümden gelim metodunu mu bize telkin ediyor. Yani;
Mahlûktan Hâkka mı?
Parçadan bütüne mi?
Sanattan sanatkâra mı?
Eserden müessire mi dikkat çekiyor?

Parçayı kavrayamayan, bütünü nasıl kavrasın, insanın amacı, zaman merdivenim kullanarak yükselmek ve yücelmektir. Dünyaya geliş hüner değildir. Asıl hüner, dünyaya gelirken getirdiğimiz bazı değer ve kabiliyetlerimizi geliştirmek ve tekâmül ettirmektir. Bunun için zamana ve mekâna ihtiyaç vardır. Zaman ve mekân kullanana göre değer kazanır. Aklını kullanmıyorsan, cehaletinden dolayı kendinden yüz çevir.

Hz. Ali, cahil cennette komşum olsa, ondan kurtulmak için cehennemi tercih ederim, diyor. Aklını kullanmayanlar çok zalim, aklını kullanamayanlar çok cahildir.
Sünnet; bir açıdan ikiye ayrılır:
a- Sünnetullah (Allah’ın Sünnetleri)
b- Sünnetünnebi (Peygamberimize ait sünnetler)

Allah’ın sünnetlerini yani tabii kanunlarını bilen Batı, Avrupa ve Amerika, peygamberimizin sünnetlerini bilen, bildiğini zanneden İslâm âlemini eziyor, neden? Zamansa aynı zamanı kullanıyoruz, mekânsa aynı mekânı kullanıyoruz, o zaman aradaki farkın sebebi nedir?

İlim, maluma tâbidir. Malumu bilmeyenlerin hiçbir zaman söyleyebilecekleri bir şey yoktur.

Mehmet Akif gibi İslâm’ı, asrın idrakine söyletmek istiyorsak, aklımızı kullanarak tüme varım metodunu tavsiye ederiz. Tüme varmışsak, niçin tekrar tümden gelelim. Hâlıktan, mahlûka inilmez. Mahlûktan, hâlıka gidilir.

Bütüne varmak isteyenlere hayırlı yolculuklar.

Ömür okunu hedefine fırlatabilmek için yayın, boş ve gevşek olmamasına dikkat gerekir. Bilenin inanmadığı, inananın bilmediği bir yerde denge bozuktur. Dengesi bozuk insanların zamana hitap etmeleri mümkün değildir. Araçsız amaca ulaşılamaz.

Bilenin, iman aracına, inananın da bilim aracına ihtiyacı vardır. Cahiller imanla cennete, bilenler bilgileriyle cehenneme mi gidecektir.
Cennet cahillerle, cehennem âlimlerle mi dolacak? Allah’ın kullarına cahillik yakışır mı? Önce akîlbâliğ-akıllı ve reşit olacaksın. Sonra sorumluluk yükleneceksin. Aklı olmayanın sorumluluğu yoktur. İnsan, bilgisi nispetinde sorumludur.

Vehbi Sınmaz, Hece Dergisi, İslam Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »

İslam'da Kadın, Aile ve Ev Hayatı



İslam'ın kadına bakışı konusu bilhassa son yüzyılda çok tartışıldı. Bu konu hakkında yazılan kitap sayısı oldukça fazla. Ancak bu kitapların bir çoğu ya tam bir batı özentisi ile ya da batıya karşı yine batının argümanlarını kullanarak ka­dınlarımızı savunma anlayışı ile yazıldı. Şurası gerçek ki bütün bu kitaplara göz attığımızda gördüğümüz tek şey “kafa karışıklığı”. İslam’ın kadına bakışını an­lamak istiyorsak evvela Kur’an ve sünneti anlamaya çalışmamız gerekir, ikinci olarak da bakışımızı bütün zehirli tesirlerden, birilerine sevimli görünme kaygı­sından ve bilhassa batının yalancı özgürlük telkinlerinden arındırmamız gerekir. Kadın konusunda İslam’ın mensuplarının batıdan alacakları hiçbir şey yoktur. O batı ki önce kadını bir şeytan olarak görüp bütün günahların temeline onu koyar­ken, sonra onu göklere çıkartıp adeta tapılacak bir nesne haline getirmiştir. İs­lam’da ise kadın konusu ayet ve hadislerle müslümanlara açıklanmış, müslümanların kadına bakışı böylece şekillenmiştir.

İslam, kadını yuvanın temeli, erkeğin en büyük yardımcısı olarak görür. Bu bakış açısı kültürümüzde de “yuvayı dişi kuş yapar“ sözü ile dile, getirilmiştir. Yuva ise bir toplumun temeli, toplumda huzur ve güvenin kaynağıdır. İlerleyen kısımlarda daha geniş olarak ele alacağımız aile, bir medeniyetin çekirdeğidir.

Bütün yüksek medeniyetler sağlam aile bağları sayesinde meydana gelmiştir. Ai­le bağları zayıflayan medeniyetler ise tarih sahnesinden silinip gitmiştir. İşte İs­lamın kadını ailenin temeline koyarak onu yüceltmiştir. İslam’da kadın bu yönüy­le son derece kıymetlidir.

İslam’a göre kadın sakın bir liman gibidir. Kadının Kuran-ı Kerim’de geceye benzetilmesi bundandır. Nasıl gece insanlar için dinlenme zamanı ise, kadın da erkekler için dinlenecek bir limandır. Bu yüzden kadın eve ait olarak görülmüş­tür. Bugün, İslam’ın kadına verdiği bu vazife kimi çevrelerce “kadını eve hapset­mek’ olarak görülmektedir. Bu iddianın sahiplerinin dili İslam’ın dili değil, ba­tının dilidir. Kadının evde olması, evine sahip çıkması onun için hapis değil tam aksine özgürlüktür. Çünkü kadın erkek gibi değildir. Erkek de kadın gibi değil­dir, Erkek çalışmak, hareket etmek, mücadele etmek, evin geçimini sağlamak için yaratılmıştır. Kadın ise ağır iş şartlarına, aşırı harekete dayanamaz. Kadının bünyesi yaratılış itibariyle zayıftır. Erkek dışarıda ekmek parası için mücadele verirken kadın da yuvasını bir karınca misali yapar ve korur.

İslam’a göre toplum hayatında en önemli şey namustur. Kadın ise namusun cevheridir. Bütün bunlardan dolayı sanıldığı gibi kadın dışarıda olduğunda değil, içeride olup evine sahip çıktığında özgürleşir. Dış dünyanın zorlu çalışma şartları onu hem maddî hem de manevî olarak yıpratır. Kuran-ı Kerîm’de bir ayette ka­dınlara evlerinde oturmaları emredilmektedir. “Vakarla evlerinizde oturun. Mah­rem olmayanlara yüz ve elden başkasını gösterip evvelki cahiliyet kadınlarının yürüyüşü gibi yürümeyin. Namazınızı dosdoğru kılın, zekatınızı verin, ve her hu­susta Allah ve O’nun Rasûlüne itaat edin.. .” Bu emirler evin geçimini sağlamak vazifesi üzerinde olmayan, namusun cevheri olarak görülen kadınlar içindir. Erkeğe ise rızık temini ve ailesine bakmak vazifesi yüklenmiştir.

Evine sahip çıkan, sahip çıktıkça da özgürleşen kadının İslam’a göre diğer bir vazifesi de erkeğini sabah kalkar kalkmaz sevgi ve saygıyla dışarıya, iş sahasına itelemesidir. Akşam da beyini dışardan, iş hayatından eve çekip yorgunluğunu ve bitkinliğini almasıdır. Çünkü akşama kadar dışarıda olan erkeğin zaman za­man yorulması, sinirli bir hal alması doğaldır. Çünkü o dışarıda mücadele ver­mektedir. Kadın ise evde olduğu için kafası sakindir. Ve o sakinliğiyle erkeğine de sükûnet aşılar. Erkekle birlikte akşama kadar zor koşullarda çalışan kadın ise erkeğini dinlendiremez. Bu durumda ailede huzursuzluk ve anarşi meydana ge­lir. İşte İslam’ın kadına bakışı budur. İslam medeniyeti de budur. İslam medeni­yeti, tıpkı İslam kelimesinin mana olarak ifade ettiği gibi aileyi salim, yani kur­tulmuş, temiz bir şekilde tutarak yükselmiş bir medeniyettir. Bu medeniyetin en temel ölçülerinden biri de ailede ahlaktır.

Yine İslam’a göre kadın, nesilleri yetiştiren annedir. İslam medeniyeti bir manasıyla da fedakarlık, diğergamlık medeniyeti ise bunun ilk ve en büyük yapıtaşı fedakar annelerdir. Peygamber efendimiz bir hadis-i şerifinde “Bana dünyadan kadın ve güzel koku sevdirildi, gözümün nuru ise namazda kılındı.” buyurmaktadır. Bu hadis-i şerifte bahsi geçen kadın, anne olan kadındır. Müslüman bir erkek, ev­leneceği hanımına her şeyden önce anne olacağı ve çocuklarını yetiştireceği için kıymet verir, vermek zorundadır. Nitekim Peygamberimiz bir hadîs-i şerifinde de şöyle buyurur: “Bir kadınla dört şey için evlenilebilir: Malı için, soyu sopu için, gü­zelliği için ve dindarlığı için. Sen dindar olan seç ki, sıkıntı çekmeyesin”.İşte ile­ride anne olacak olan hanım, nesilleri yetiştireceği için dindar olması istenir.

Kadın, anne olduğu için muhteremdir. İslam’a göre bu dünyada yapılacak en faydalı iş çocuk yetiştirmektir. İslam inancına göre insan Öldükten sonra da se­vap kazanabilir. Bunun en etkili yolu ise hayırlı evlat yetiştirmektir. Hayırlı bir evladın yapacağı her güzel iş ana-babasının sevap hanesine öldükten sonra ya­zılacaktır. İslam, müslümanlara çocuk yetiştirme konusunda böyle bir şuur aşı­lar. Hayırlı evlatlar ancak bu şuura sahip annelerin ellerinde yetişir.

İslam'da Aile

İnsan kelimesi, kökü itibariyle “üns” kelimesinden türetilmiştir. Üns ve ünsiyet ise ülfet ve dostluk manalarına gelir. İnsan kelimesinin kökü bile insanın başka var­lıklarla, Özellikle de kendi cinsinden olanlarla bir beraberliğe muhtaç bulunduğunu gösterir. Bu dostluğun en bâriz görüldüğü durum kadın-erkek beraberliğidir.

İslam medeniyeti kadın ve erkeğin beraberliğini “muhabbetullâh”a ulaşma vesilesi olarak görmüştür. İslam'a göre İlahî emirlere uyarak gerçekleştirilen bir evlilik Allah’a ulaşmayı kolay kılar. Burada Fuzulî’nin şu beyitlerini hatırlamak gerekir: “Aşk imiş her ne var âlemde, ilm bir kıyl ü kal imiş ancak”. Evet, Fuzulî’nin de muhteşem bir ifadeyle belirttiği üzere kâinatta her şey aşk üzerine ku­rulmuştur. Allah’a giden yolda zirveye ancak aşk ile varılabilir. Yani kalbin Cenâb-ı Hakk’a aşkla yönelmesi ile. Bu durumu “Leylâ’dan Mevlâ’ya doğru bir yolculuk” diye de ifade edilebiliriz.

Kadın ve erkeğin beraberliğiyle oluşan aile kurumu İslam’da kutsal kabul edilmiştir. Bu sebeple onun sağlam temeller üzerinde kurulması istenmiştir. İs­lam’da aile nikah ile birlikte kurulur. Nikah, ilk aile olan Hz. Adem babamız ve Hz. Havva annemizden beri İslam’ın olmazsa olmaz bir şartıdır, Hz. Adem(a.s.) ile Hz. Havva(a.s.)’ın nikahları cennette kıyılmıştır.

İslam’a göre bir milleti ayakta tutan en temel unsur, dinî ve ahlakî yapıdır. Bu ahlakî yapıyı koruyan en tesirli yol ise nikahtır. Nikah, peygamberlerin yolu, Rasûlullâh’ın sünneti, neslin baharı, erkek ve kadının şeref ve edebi, nâmus ve iffetin kalesi, insan soyunun hayvanlardan üstünlüğüdür.

İslam’da kadın ve erkeğin bir araya gelerek aile kurmasının asıl gayesi nesil­lerin devamıdır. Sağlıklı nesiller ise sağlıklı ailelerde yetişmektedir. Bunun için aileyi oluşturan kadın ve koca arasında muhabbet ve şefkatin olması mühimdir. Muhabbet ve şefkat ise kadın ve erkeğin her birinin vazifelerini ve haklarını bi­lerek hareket etmesi sayesinde mümkündür. Ailede kadın ve erkeğin yaratılışla­rından gelen farklı davranış ve sorumlulukları vardır. Erkek için esas olan kadı­na sahip olmak iken kadın için esas olan erkeğe teslim olmaktır. İslam’da ka­dının ve erkeğin ayrı ayrı vazifeleri ve hakları olduğu gibi müşterek vazife ve hakları da vardır. İslam medeniyetini kuran çekirdek olan ailede kadın ve erke­ğin müşterek vazifelerini altı kısımda toplayabiliriz:

Kadın itikadında hürdür, erkek de hürdür. Birbirlerini bu konuda zorlaya­mazlar. Kur’an-ı Kerîm’de bu konuda Lut(a.s.)’ın karısı örnek gösterilmektedir.Fikirde de kadın ve erkeğin ortak vazifeleri vardır. Bu konu hakkında ay­rıntılı bilgiyi Belkıs ve Süleyman(a.s.)’ın kıssalarında bulmak mümkündür.Erkek ve kadın, fazileti kazanmak konusunda da ortaktırlar. Yani hayır iş­leyen kadın da erkek gibi Allah’ın nezdinde makam sahibi olur, velî olur. Kuran-ı Kerim’de Hz. Meryem’in kıssası buna en güzel örnektir.

İslam’a göre mâlî cihad yapmak, erkek ve kadına müşterek vazifedir. An­cak kadın çok kıymetli olduğundan ve namusu, haysiyeti söz konusu olduğundan can ile cihaddan men edilir.Kazanç vazifesi erkek ve kadına müşterek vazifedir. Kadının kazancı ken­di şahsına aittir.Miras paylaşmak vazifesinde de, bazı istisnalarıyla kadın da erkek gibidir.

Yukarıda maddeler halinde bahsettiğimiz kadın ve erkeğin ortak vazifeleri daha fazla açıklanmaya muhtaçtır. Daha fazla bilgi edinmek isteyen okuyucula­rımız konuyla ilgili verdiğimiz kaynaklara başvurabilirler.

İslam’da Ev Hayatı

Hz. Mevlâna buyurur:

“Aklım kalbimin kulağına eğildi ve sordu:

-Din nedir?

Kalbim de şu cevabı verdi:

-Din, edebten ibarettir.

İslam medeniyetinde yaşanan ev ve aile hayatı işte Mevlâna hazretlerinin şu ib­retlik kıssasında gizlidir. İslam’ın hakiki manasıyla yaşandığı evler “edep evleri”dir. Çünkü din, yani İslam, aslında baştan sona nezâket, zarafet ve nezâfettir.

İslam medeniyetinin insanlığa sunduğu ev modelinde en önemli konulardan biri de israftır. İslam’da cimrilik ne kadar kötü ise israf da o kadar kötüdür. En güzel yolsa bu ikisi arasında ortada olandır. Kuran-ı Kerim’de Allah mü’minlere şu ikazı yapmaktadır: “(o kullar) harcadıklarında ne israf ne de cimrilik eder­ler, ikisinin arasında ortalama bir yol tutarlar.’’

İslam’da kişinin dünya üzerindeki cenneti evidir. Eğer müslümanlar evlerini dünya üzerinde bir cennet haline getirebilirlerse, bu ev onları ahirette de cenne­te götürür. Bunun için ev hayatında eşlerin birbirlerine karşı davranıştan her za­man ahiretteki hayatlarını da belirleyicidir. İslam’da ev hayatının böyle sonsuza uzanan, İlahî bir yönü vardır. Bu inanç insanları bir çıkar, bir eğlence için bir ara­ya gelmekten uzaklaştırır. Aileye ulvî bir boyut katar.

İslam medeniyeti Kuran ve sünnet ışığında oluşturulan sağlam aileler saye­sinde yükselmiş, dünyaya büyük bir “mana medeniyeti” sunmuştur. Maddenin her tarafımızı kuşattığı 21. yy’da bu medeniyetin sunduğu manaya oldukça muh­tacız. Unutmayalım ki, bir toplumu yıkan, ahsen-i takvimden esfel-i sâfilîne sü­rükleyen en önemli etki aile yapısının bozulmasıdır. Aile bağları sağlam olan toplumlar her zaman büyük medeniyetler haline gelmiştir. Muhtaç olduğumuz mana medeniyetini = İslam medeniyetini yeniden diriltmenin tek çaresi Kur’an ve sünnete sarılmaktır. Kur’an ve sünnet ise Mevlâna hazretlerinin de buyurdu­ğu gibi baştan sona edeptir. İslam medeniyeti için bize lazım olan şey ailede, top­lumda, devlette “illâ edep, illâ edep”tir.

Selim Tiryakikol, Hece Dergisi, İslam Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »