İslam'ın Sınırları

İslam'ın SınırlarıIslâm insanları hem bireysel faaliyetleri bakımından hem de toplum hayatına katıldıkları noktalarda sınırları sarahaten belirlenmiş ve fakat insanı bütün zaafları ve faziletleriyle tabii bir varlık olarak kabul eden bir yaşama düzenine çağırır. Bu hayat tarzında eğer zorlayıcı unsurlar varsa, bunlar insanın samimiyetinde, itikadı kuvvetlerinde işleyiş gösterirler. Yani İslam’da sınırlar dıştan konulmuş yasaklar olmaktan çok içten benimsenen mükellefiyetler biçimındendir. Bu yüzden Islâm’ın insana yükümlülük olarak sunduğu görevler, emir ve nehiyler münkir ve münafıklar için bir yük, külfet, baskı unsuru olarak görünecektir. Ama aynı davranışlara muhatap olan mü’min için bu sınırlar, kolaylığı kendi biçiminde saklı faaliyet alanlarıdır.

Dışardan bakan için İslâm’ın koyduğu esaslar çok sınırlayıcı, hareket serbestisini çok daraltıcı gibi görünebilir.

Nitekim Hıristiyan anlayışı Müslümanlığın insan hayatının her safhasına dair hükümler taşıyor olmasını çok daraltmış kayıtlar şeklinde anlamaktadır. Batı medeniyetinin değerleri gözönüne alınarak yapılan bir değerlendirme elbet meseleyi böyle anlar. Çünkü bu medeniyette beş duyunun mutlaklığı yaşanmakta, zihin tek boyutlu kalmaya zorlanmaktadır. Oysa algıların hâkimiyetini mutlaklaştırmayan İslâm’da her vecibe ferd için sınırsız bir yöneliş, bir içkinlik (immanence) taşıdığı için, her vecibe ufuk açıcı ve vâsıl edici özelliktedir. Batı hayatında insana baskın çıkan zorbalık İslâm yaşayışında sevginin kendisi olur.

 

İsmet Özel,Taşları Yemek Yasak
Devamını Oku »

İtikad-i Bağlar İnsanları Birbirine Yaklaştırır

İtikad-i Bağlar İnsanları Birbirine YaklaştırırMüslümanlar olarak hayatımızın düzenlenmesinden dünyayı değerlendirme tutumlarımıza kadar her alanda bugüne kadar "itikada mı” yoksa “imana mı” daha çok imkân tanıdığımızı sormamız gerekir. Bu sorunun cevabı bizim bir ölçüde “kalitemizi” de ortaya koyacaktır.

Kuşku yok ki itikadı bağlar biz insanları birbirine yaklaştırır. Birbirimizi anlamanın, yardımlaşmanın ve müşterek bir yol tutturmanın yolu itikad birliğinden geçer. Ama yapıp ettiğimiz her şeyin motoru “imandır''..

İmana ağırlık ve öncelik vermekle kuracağımız hayat endişe, korku ve tehlikelerden korunmuştur. Herhangi bir kimse bütün insanların kardeş olduğuna dair bir itikad besleyebilir, ama mü’minlerin kardeşliği zihnin kabullerinin ötesinde bir iştiraki gerektirir. Birbirimize bazı akidlerle bağlanmak bir şeydir, fakat her birimizin emniyet içinde bulunmakla temin ettiği birlik yerine başka bir değerin ikame edilemeyeceği bir şeydir.

 

İsmet Özel,Taşları Yemek Yasak

 
Devamını Oku »

''Doğru Söz Söylemek'' Hakkında

Dikkat ediniz, doğru sözler her zaman değerli sözler değildir. Hatta bir adım daha giderek söyleyebiliriz ki doğru sözler gerçek anlamlarıyla doğru sözler olmayabilir.Sözleri doğru kılan, onların doğruluğuna dayanaklık eden şey bu sözlerin mantık bakımından tutarlı olmaları mıdır? Hiç de değil. Mantıkî tutarlılığın doğruluğa, gerçekliğe karine teşkil etmediği artık günlük hayatımızın sıradan bilgilerinden biri oldu. Peki o halde, sözler, o sözlerin doğru olduğunu birçok insanın onaylamasıyla doğruluk kazanıyor mu? Elbette hayır. Çoğunluğun yanlışları doğru olarak bildiği zamanlar, belki doğrulan doğru bildiği zamanlardan daha çoktur. Neyin doğru olduğu meselesini bir mantık problemi, bir felsefi problem olarak ele almanın bir taydaşı yok. Çünkü bitmeyen bir tartışmadır bu. Kısa ve sarih bir yol gösterilmiş Müslümanlara doğruyu anlamak için: Müslümanların doğru bildikleri kendi inançlarının kaynaklarından yanı Kur’ân ve Sünnet’ten öğrendikleridir.

Meseleyi çözümledik, bitti mi? Hayır, çözümlemedik, meseleve yaklaştık henüz. Önemli soru daha geride geliyor: Bir sözün Kur’ân ve Sünnet’e uygunluğu bizim gözümüzde nasıl değer kazanıyor? Yani bir sözün Islâm kaynaklarına uygun olarak söylendiğine nasıl karar veriyoruz? Sözün ve davranışın kaynaklara uygun olduğunu teminat altına alan teminat nedir? Örneklerin yardımıyla açalım: Cebinde banka hisse senetleri olduğu halde “Faiiz haramdır!" diye haykıran adamın doğru söylediğine inanalım mı? Yahut bir adam “Allah'ın indinde din Islâm dır. " dedikten sonra kendini teknolojik medeniyet dininin piyasa mezhebine bağlı sayarak kullukta bulunuyorsa sözlerini nasıl doğru kabul edelim?

Diyeceksiniz ki bu adamların telâffuz ettikleri doğru fakat fiilen içinde bulundukları davranışlar hatalıdır. Kendileri yanlış içindedirler, fakat ağızları Kur’ân ve Sünnet’e uygun sözler etmektedir. Ben bu tür akıl yürütmeyi kabul etmiyorum. Diyorum ki bu adamların madem yaptıkları bozuktur, öyleyse söyledikleri de bozuktur. Yani, eğer bir doğruyu ifade ediyorlarsa, bunu doğrunun hükümrân olması için değil, kendi durumlarının pekişmesi yapıyorlar, Söyledikleri ve yaptıkları  arasında bir uyumsuzluk    ortaya çıkarmakla bir ahlaksızlık gosterıyorlar; böyle bir ahlâk düşkünü kişinin sözlerinin ve düşüncelerinin sağlıklı ve sağlam olması mümkün olamaz. Hem banka hissedarı olup> hemde faiz haramdır!” diyen kişinin bu sözünde bizim bilmediğimiz çıkar hesapları yatıyor olmalı. Yani adam faizin haram olduğunu söylemekle Kur anı bir doğruyu ifade etmiş olmaz, ama içinde bulunduğu münasebetler silsilesi içinde sozü yeni bir şekil ve mana alır. Bu tıpkı bîr müşrikin ‘La ilahe illallah” dediği zaman söylediğinin İslami özünden boşaltılmış başka bir söz oluşu gibidir.

Öyleyse, bir söz, bir yargı lâfzen hiçbir değişikliğe uğramadığı halde bir kimsenin ağzında doğru, ötekinin arzında yanlış mı olmaktadır? Kesinlikle evet. Demek ki bir sözün doğru olması, bir yargının değerli olması doğrudan doğruya o sözü söyleyenin değerli ve doğru olmasıyla bağlantılıdır. Bir kimse söylediği sözün bekçiliğini yapamıyor, yahut kasten yapmıyorsa, bu sözün değerlendirilmesi "mücerret” esaslar doğrultusunda yapılamaz. Sözün doğruluğu, yanlışlığı sözün kendisinde değil, o sözün hangi ağızdan çıktığındadır. Doğru söylemek diye bir meselemiz varsa, söylediğimiz bu sözlerin eri olmak diye bir meselemiz de vardır. Peygamber ve Peygamberin Sünnet’ini hesaba katmadan onu anlamadan Kur’an-ı Kerîmi anlamaya kalkışmak bu yönüyle nafile bir çabadır. Sahtelikle malûldur.

İsmet Özel, Taşları Yemek Yasak
Devamını Oku »

Modern Zamanlarda İslam Sanatı ve Estetiği Ne Söyler ?

Bugün İslam estetiği üzerine yapılmış çalışmalara baktığımızda, bu çalışmaların genellikle İslam’ın siyasette, sanatta belirleyici olduğu dönemlerden hareketle yapıldığı görülecektir. Bunda garipsenecek bir yan yok. Çünkü o dönemler, her türlü tartışmaya açık olmakla birlikte, İslam’ın egemen bir paradigma olarak hayatı kuşattığı ve dolayısıyla her alanda Müslümanların kendilerini ifade edebildiği dönemlerdir. Sanatın ve estetiğin bir hayat telakkisinden bağımsız düşünülemeyeceğini hatırlarsak, o zaman sözünü ettiğimiz estetik çalışmalarda, Müslümanların kendilerini en rahat şekilde ifade ettikleri dönemlerin esas alınması doğaldır. Bu nedenle İslam sanatı ya da estetiği başlıklı kuramsal arayışlar, söz konusu dönemin genel eğilimlerini yansıtacak şekilde kurgulanmaktadır. Örneğin Turan Koç’un İslâm Estetiği adlı kitabının bölüm başlıklarına bakmak bile bize fikir verebilir: “İslâm Estetiği ve Sanatının Ufukları”, “Güzellik ve Estetik Tecrübe”, “İslâm Estetiği ve Sanatının Kelâmî Boyutları”, “İhsanın Tezahürleri”, “İslâm Sanatı ve Resim.” Tevhid, ihsan, iman, güzellik, hakikat, bilgi, kutsal ve ulvilik gibi kavramlar kitapta sıkça karşımıza çıkar. Zaten Koç’a göre, İslam sanatının ne olduğunu kavramanın yolu nihai anlamda İslam’ın özünü anlamaktan geçer: “Kısaca İslâm sanatının temelini İslâm’a ait aslî değerlerin birliği ilkesi oluşturur. Bu sanatta güzel ile iyi, işe yarama ile zevk verme birbirinden bağımsız değerler olarak görülmez.” (Turan Koç, İslam Estetiği, İsam Yay. İst. 2008, s. 18).

İslam’ın özü mahiyetindeki tevhid ilkesi, Müslümanların sanatı üzerinde de temel belirleyici olmuştur. Kutsal-dünyevi, dünya-ahiret, fizik-metafizik gibi ayrımların görünmediği İslam sanatında, her şey Allah’ın eşsiz yaratmasının delilidir.  Âlemler, ilahi uyumun gereği olarak düzenlilik, hesap ve takdirle yaratılmıştır. Böylesi bir uyum, aynı zamanda güzelin neşet ettiği vasattır, dahası duyularımızla algıladığımız âlem de bir bütün olarak güzeldir. Burckhard’a göre: “Sanatın özü güzelliktir ve bu da, İslamî terimlerle ifade edecek olursak, ilahî bir niteliktir; dolayısıyla ikili bir özelliğe sahiptir: olgu ve olaylar dünyasında görünüştür; güzel varlıkları ve güzel şeyleri âdeta bürüyen bir örtüdür; ama Tanrı’da veya bizatihî olarak bâtınî bir güzelliktir; o, bu âlemde tezâhür eden bütün ilahî sıfatlar içinde saf Varlık’ı en dolaysız bir biçimde hatırlatan ilahî bir niteliktir.” (Titus Burckhard, İslam Sanatı, (çev. Turan Koç), Klasik Yay. İstanbul 2005, s.1).

Allah’ın yarattığı her şey güzeldir; O’nun yarattıkları arasında çirkin, abes, lüzumsuz şeyler yoktur; şerri ve kötülüğü de yaratmaz: “Yedi göğü birbiriyle tam bir uyum içinde yaratan O, [ne yüce]dir: Rahmân’ın yaratışında hiçbir aksaklık göremezsin. Gözünü bir kez daha [ona] çevir: Hiç kusur görüyor musun?” (67/Mülk-3) (Meallerde Muhammed Esed’e başvurulmuştur). “O, yarattığı her şeyi en mükemmel şekilde yapandır” (32/Secde-7).

İslam sanatı mimetik değildir. Zaten Allah her şeyi güzelce yarattığı için, onun yarattıklarını taklit etmek, sadece güzel’in kopyası olacak ve bu kopyalama güzel’i, insanın eksiklikleriyle, kusurlarıyla sakatlayacaktır. Burckhard’ın da dikkat çektiği gibi, İslam sanatı daha çok Allah’ın güzel âyetlerine dikkat çekmek ve bu âyetlerle Allah’ı hatırlatmak, ima etmek üzerine kurgulanmıştır. Turan Koç’un, kitabında Gazzâlî’den yaptığı alıntı tam yerindedir: “Allah’ı bilmek (mârifetullah) insana has bir özelliktir. Gerek yer ve göklerde, gerek bitki ve hayvanlar dünyasında Allah’ın yarattığı hayret uyandıran güzellikleri inceleyerek, bu, insanın başını döndüren işin, sağlam düzenin, düzen veren bir yaratıcı, bir hüküm verici ve yerli yerine koyucu bir fâil olmadan gerçekleşmeyeceğini birazcık aklı olan herkes anlar.” (T. Koç, age, s. 103). Bu bağlamda sanat, bütünsel bir âlem tasavvuruna sahip insanların, yaratılmışların bütünsellik içindeki yerini, anlamını, işlevini anlamaya yönelik kaygısının estetik tezahürüdür diyebiliriz. Bu yaratıcı süreci Bruckhard şöyle özetler: “Sanat bir yandan nispeten biçimsiz olan bir malzemenin genellikle zahmetli bir şekilde ideal bir modele göre şekillenmiş bir nesneye dönüşmesinden ibarettir. İmdi bu şekillenme su götürmez bir şekilde ilahî gerçeklikleri temaşaya tâlip olan bir kimsenin kendi içinde ve yine karmaşık ve şekilsiz ama potansiyel olarak soylu bir hammadde rolü oynayan nefsinde (soul) tamamlamak zorunda olduğu eserin bir imajıdır. Öte yandan, temaşa nesnesi duyularla idrak edilebilen bir güzellikte hayal ve tasavvur edilir; çünkü bu güzellik aslında mahiyeti bakımından biricik ve sınırsız olan bizâtihî Güzel’den başka bir şey değildir.” (T. Burckhard, age, s. 227).

İslam sanatı ve estetiği hakkında bilinen nitelikleri daha fazla aktarmanın yazımız bağlamında bir anlamı yok. Buradaki kısacak hatırlatmamızda da görüldüğü üzere, İslam sanatının ve estetiğinin özü; yaratılmış her şeyi Allah’ın güzelce yaratışının bir âyeti olarak görmek ve güzellikler karşısında yaşanan heyecanı, hazzı, haşyeti… sanatın imkanları içinde, ama İslam’ın belirlediği tevhidi algıya uygun olarak ifade etmektir, dersek sanırım yanılmış olmayız.

Buradaki sorun, İslam estetiğine dair genel kabullerin günümüz modern sanatıyla ve estetiğiyle herhangi bir şekilde bağdaşmaması; günümüz sanatını ifadeden uzak olmasıdır. Yazımızın girişinde, İslam estetiği çalışmalarının İslam’ın belirleyici olduğu dönemlerden hareketle yazıldığını söylemiştik. Dolaysısıyla modern sanatı kapsamaması doğal karşılanabilir. Bu durumda ciddi bir soru doğmaktadır: Pekala son yüzeli-ikiyüz yıldır Müslüman sanatçılar ne yapmaktadır?

Modernleşme tarihimiz diyebileceğimiz bu süreçte, gündelik hayatı düzenleyen egemen paradigma yıllar içinde değişti. Bu öylesine radikal bir değişimdi ki, Müslümanlar kendilerini, hiç tanımadıkları, bilmedikleri bir dünyanın içinde buldular. Giyim-kuşamdan, yeme-içme alışkanlığımıza kadar gündelik hayatın her anını ve her yanını kuşatan bu yeni hayat içinde, zamanla eşyayla ilişki biçimimiz de değişti. Örneğin okurken hafif bıyık altından tebessüm ettiğimiz, Tanzimat dönemi romanlarındaki ‘yanlış batılılaşmış tip’ler, sözünü ettiğimiz yabancılığın en güzel örneklerindendir.

Tevhidi ilkenin belirlediği bütünsel tasavvur da aynı dönemde yıkıldı; her şey bölünüp parçalandı. Bugün sıkça karşılaştığımız İslam ve Sanat, İslam ve Bilim, İslam ve Tarih gibi çalışmalar, mezkur parçalanmışlığımızı göstermesi bakımından önemlidir. Çünkü bu tür çalışmalar; sanatı, bilimi, tarihi vb. disiplinleri İslam’ın içinde, İslam’la birlikte düşünemediğimizi, araya koyduğumuz ‘ve’ bağlacıyla İslam’la telif etmeye çalıştığımızı gösterir.

İnsanın yeryüzünde kendi otoritesini ihdas etmek için Tanrıyı öldürmeye kadar varan azgınlaşması, sanat ve estetik anlayışı da radikal bir biçimde değiştirdi. Belki insanlık tarihinde ilk kez ‘karşı estetik’ başlığı altında kötünün, sahtenin ve çirkinin güzelliğinden/estetiğinden söz edilir oldu. Ali Artun Modern Hayatın Ressamı’na yazdığı önsözde şunları kaydeder: “Modern sanatın sahnesi doğa olamaz, kenttir; kent doğa gibi ‘hakiki’ değil, sunidir; tanrısal değil şeytanîdir. Kahramanları da lanetlidir, kötüdür, çirkindir. Doğa cennetse, kent cehennemdir. (Buradan itibaren Sartre’dan bir alıntıyla devam eder)Baudelaire bir kentlidir: Ona göre ‘sahici’ su, ‘sahici’ ışık, ‘sahici sıcaklık, kentin suyu, ışığı ve sıcaklığıdır… sanatın malzemesi bunlardır.” (Charles Baudelaire, Modern Hayatın Ressamı,(çev. Ali Berktay), İletişim Yay. İstanbul 2009, s. 56).

Bu tarihe kadar neredeyse her zaman ve her toplumda sanat, güzelin peşinde bir arayışken, zamanla ‘kötünün estetiği’ne doğru yön değiştirdi. Baudelaire bunun bir zorunluluk olduğunu söyler, çünkü ona göre: “Antik sanattan saf sanat, mantık, genel yöntem dışında kalan şeyleri öğrenmeye çalışanın vay haline! Oraya fazla gömülünce şimdi’ye ilişkin belleğini de yitirir; içinde yaşadığı koşulların sağladığı haklardan ve ayrıcalıklardan vazgeçer. Burada gerçekten bir ayrıcalık söz konusudur, çünkü neredeyse bütün özgünlüğümüz, zamanın duyularımıza vurduğu damgadan kaynaklanır.” (C. Baudelaire, age, s. 217). Modernliğin ‘hemen, şimdi, burada’ vurgularıyla birlikte, sanat boş tuvallerin sergi salonlarında sergilenmesine ya da dışkıyla resim yapılmasına kadar geldi dayandı.

Böylesi gelişmeleri elimizin tersiyle itemeyiz. Zira bizler de modern zamanlarda doğduk, modern formasyonlardan geçtik ve artık eşyayla birer modern insan olarak ilişki kuruyoruz. İslam sanatı olarak bildiğimiz mimari, musiki, şiir, hat, tezhip ve minyatür; modern dünyada, -şiir dışında kalanlar- sanatın bir şubesi olarak bile görülmüyor. Şimdilerde, geleneksel sanat olarak tesmiye edilen sanatlar ya taklide düşüyor ya da ‘gelenekselle moderni buluşturma’ gayretiyle parodi, pastiş ve kiç gibi postmodernist sanatın niteliklerine bürünüveriyor. Ömer Lekesiz’in uzunca bir zamandır Yeni Şafak gazetesinde konuyla ilgili yazdıkları, şimdilik kuramsal arayışlar bakımından kayda değer nadir çalışmalardandır.

Selçuk Mülayim; kültür ve sanatta İslami motiflerin altını kalınca çizmeye çalışan yeni eğilimin, mimari ve el sanatlarında, ‘ötekiler’den ayrılmanın bir yolu olarak kendini dışa vurduğunu söylüyor: “İslâm’a ait olduğu var sayılan her şekil ve renk, Hint, Endülüs ya da Memlük kökenli olmasına bakılmaksızın aceleyle devşirilirken, yeni İslâm enternasyonali adına, tuhaf bir Esperanto doğmaktadır. Sanattaki bu eklektik yönelim, panik halindeki arayışlar sırasında ortaya çıktığından, ölçü, uyum ve esasları açısından ciddi, fakat daha çok ironik göstergeler sunuyor.” (Selçuk Mülayim, İslâm Sanatı, İsam Yay. İstanbul 2010, s. 197)

Sanatın, hayat telakkisinden bağımsız olamayacağını söylemiştik; yeni hayat telakkisi her anımızı ve her yanımızı kuşatmışken, metropollerde neredeyse tabii olanla yüz yüze gelme imkanımızı bunca yitirmişken, atalarımız gibi bir sanat ve estetik ortaya koymamız muhaldir. Bu izleri öykü ve roman üzerinden sürmek çok daha kolaydır. Örneğin Rasim Özdenören’in öykü kitaplarının başlıkları bile sözünü ettiğimiz parçalanmayı göstermek için yeterlidir: Hastalar ve Işıklar; Çarpılmışlar; Çözülme; Çok Sesli Bir Ölüm; Acemi Yolcu. Ya da Necip Fazıl Kısakürek’in şiirlerindeki modern insanın kaldırımlarda, otel odalarında geçirdiği cinneti hatırlayalım.

Atalarımız gibi salt güzeli, iyiyi, doğruyu yazamıyoruz; yazdığımız öykü ve romanlar mutlaka çatışma, gerilim, dram, trajedi, dağılma ve parçalanma üzerine kuruluyor. Marshall Berman’a göre modern olmak, paradoks ve çelişkilerle dolu bir hayat sürmek demektir: “Modern ortamlar ve deneyimler coğrafi ve etnik, sınıfsal ve ulusal, dinsel ve ideolojik sınırların ötesine geçer; modernliğin, bu anlamda insanlığı birleştirdiği söylenebilir. Ama, paradoksal bir birliktir bu, bölünmüşlüğün birliğidir: Bizleri sürekli parçalanma ve yenilenmenin, mücadele ve çelişkinin, belirsizlik ve acının girdabına sürükler. Modern olmak, Marx’ın deyişiyle ‘katı olan herşeyin buharlaşıp gittiği’ bir evrenin parçası olmaktır. Kendilerini bu girdabın tam ortasında buluveren insanlar buraya düşen ilk, belki de tek insanın kendileri olduğunu düşünürler; modernlik öncesi bir ‘Yitik Cennet’e dair sayısız nostaljik mitosu doğuran işte bu duygudur.” (Marshall Berman, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, (çev. Ü. Altuğ-B. Peker), İletişim Yay. İstanbul 2004, s. 27-28) Bugün yazılan öykü ve roman, modernliğin yarattığı bütün bu parçalanmışlık, dağılmışlık, yalnızlık halleriyle savrulduğumuz hayat içinde yaşadığımız yabancılığımız, ruhsal gerilimlerimiz, çatışmalarımız, varoluşsal kaygılarımız ve cinnetimizle maluldür.

Gelenek ve modernlik arasında yaşanan yarılma, çatışma ve gerilim ister istemez eserlere yansımaktadır. Doğal olarak bu dönemin eserleri de iyiyle kötünün, doğruyla yanlışın, güzelle çirkinin arasında salınıp durmaktadır. Çünkü kötü, çirkin, zararlı gibi fuhşiyatın tamamının men edilemediği, tersine giderek meşruiyet kazandığı modern hayat içerisinde, geleneksel sanatta ortaya konan ‘saf’lığa ulaşmak da mümkün olamamaktadır.

Elbette insan yeryüzünde başıboş bırakılmamıştır; Kur’an bir hidayet rehberi ve Furkan olarak elimizin altındadır. İnsanın öncelikle kendi yaratışına, fıtratına uygun bir halin ve adil, ahlaklı bir toplumun nasıl teşekkül edeceğine dair ilkeleri belirlemiştir. Ancak bu hal, toplumsal yaşamın söz konusu ilkeler etrafında kurulmasıyla mümkündür; değilse, geriye kalan tek tek insanların, böylesi bir dünyada nasıl daha adil ve ahlaklı olabileceği kaygısıyla sınırlı kalmaktadır.

İşte insanların tek tek yaşadıkları bu kaygı, Müslüman sanatçının da kendini ifade ederken neyi, nasıl anlatacağını belirler. Zira “Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır; onları ihlal etmeyiniz: Zira kim Allah’ın koyduğu sınırları ihlal ederse, işte onlar zalimlerdir!” (2/Bakara-229) diye Kur’an uyarır. Ancak modern hayat içerisinde sanatın sınırları konusu yeterince tartışılmamıştır. Yazımız boyunca vurguladığımız gibi İslam sanatı ve estetiği çalışmaları da bu dönemi kapsayacak şekilde genişletilmediği için, söz konusu sınırları aramak, sanatçının kaygısıyla sınırlı kalmıştır. Örneğin Rasim Özdenören’den mülhem söylersek, Müslüman bir müteahhit ne kadar bina yaparsa yapsın, hiçbirinin tuvaleti kıbleye bakmaz.

Gündelik hayatını imanın ilkeleri çerçevesinde düzenlemeye özen gösteren Müslümanlar, sanat ya da başka alanlarda kendilerini ifade ederken, elbette kendilerini aynı çerçeveyle sınırlamaktadırlar. Çünkü eser de amellere dahildir ve müminler amellerinden hesaba çekileceklerdir. Ancak bu sorumluluk bilincine rağmen modern hayat içindeki Müslüman sanatçılar, eserlerinin de sınırlarını sorgularken ister istemez modern reflekslerle hareket edebilmektedirler. Çünkü bu hayatın dışına çıkabilmek mümkün değildir, yıllar içinde neyin ne kadar modern bir refleks ya da modern bir anlayış haline geldiğinin muhasebesini yapabilmek de zordur; tıpkı balığın suyu bilmemesi gibi. Hasan Aycın’ın sıkça çizdiği gibi idam ipi boynumuza geçmiştir ve ucu da elimizdedir.

Öykü ve roman üzerinden iz sürdüğümüzde iki tür refleks geliştiğinden söz edebiliriz. Birincisi, modern hayat içinde meşruca arz-ı endam eden her türlü fuhşiyata sırt dönmek ve böyle bir şey yokmuş gibi davranmak. İkincisi modern hayata sabırla göğüs germek, onunla hesaplaşmak ve sözünü çağa karşı söyleyebilmek. Şimdilik bu arayışlar alabildiğine indî kalmaktadır. Tabii ki burada önemli olan, yıllar içinde bizim de bir medeniyet kurduğumuzun bilincinde olmaktır ya da en azından kültür diyelim. Şimdi biz nasıl geriye dönerek, tarihi dönemselleştirip atalarımızın kurduğu medeniyetlerden söz ediyorsak; bir zaman sonra torunlarımız da geriye dönüp bizim ortaya koyduklarımızı değerlendirecektir. Biz tarihe bakıp ‘atalarımızın şanlı geçmişinden, şaheserlerinden’ bahsederken; onlar bizler için ne diyecekler acaba?

(Hece, Haziran-Temmuz-Ağustos 2013, s. 198-199-200)

Cemal Şakar
Devamını Oku »

Teknoloji ve Geri Kalmışlık Söylemi

Ziyauddin Serdara göre, modernizmin, İslâm dünyasında iki Batı ideolojisinin sentezi olarak ortaya çıkmıştır: Teknisizm ve milliyetçilik. Bu bağlamda teknikçi söy­lem karşısında Müslümanların tartışmasız bir şekilde, tarihsel tecrübelerinin ak­sine, Batının üstünlüğünü kabul ettiği açıktır. Daha önceki dönemlerde, farklı medeniyetlerle karşılaşmaları neticesinde kendi kültürel kimliklerini kaybetmek­sizin belli alışverişler ve etkileşimler gerçekleşmiştir. Serdar’a göre Batı’nın en­telektüel üstünlüğü daha çok bilgi ve teknoloji alanında görülmüştür. Bundan do­layı rasyonalist ve teknolojik bir bakış açısı hâkim olmuştur. Buradan başlayarak Batı medeniyeti ideal olarak benimsenmiştir. Bir geri kalmışlık söyleminin sonraki dönemlerde âdeta dünyanın her yanındaki Müslümanlara sirayet ettiği söylenebilir. “Müsliimanlar geridir' söylemi bir noktadan sonra sadece teknolo­jik bir geri kalmışlığı ifade etmekten çıkmış, sanatsal, kültürel, idari, iktisadi bir­çok alana teşmil edilmiştir. Müslümanların geri kalmışlıkları onların her an yar­dıma ve müdahaleye hazır tutulmasıyla ilgili sonuçlar doğurmuştur.

Kime ve neye göre bir geri kalmışlık sorusu, çok da anlam ifade edemediği gibi, gündeme dahi gelmemiştir. Serdar, bu durumu, İslâm’ın çağdaş dünyadaki yerini kavramaktan uzaklık olarak nitelendirmiştir. Ona göre İslâm’ın politik ve sosyal hayatta artık etkinliğini kaybetmesinin en önemli nedeni Müslüman top­lumun değişikliklere ayak uyduramaması ve İslâm’ın değişen hayat şartlarına yorumlanmamasıdır. İslâm Medeniyeti’nin ilk dönem medeniyet temaslarında ve karşılaşmalarında bir sorun oluşmamıştır. Ancak çağdaş Müslüman toplumunun en dikkat çeken özelliği Serdar'a göre çağdaş dünyaya ayak uyduramamasıdır. Çağdaş dünyaya ya da çağdaş kavramının ideolojik anlam yüklenmelerinden dolayı» günün koşullarına ayak uyduramama konusunda gelenekle modernlik arasında bir sarkaçta gelgitler yaşanmaya devam etmektedir. Geleneğin de dondu­rulmuş ve sabitlenmiş olarak zamanlar arası bir yolculuğa çıkarılması ile gelene­ğin hareketini reddeden hatta geleneği reddeden modernist söylem ile Müslüman düşünce geri adımlar atmıştır, atmaktadır. Zamanın koşullan tartışmasında kar­şımıza çıkan uyum yollu yaklaşımların çok da mesafe aldırdığı söylenemez. Ak­sine bu tür yaklaşımların modernizm ve kapitalizm konusunda uyum gösterme riski taşıdıktan son derece açıktır. Zira modernizm ve kapitalizm konusunda uyum sergileyen hareketlerin zaman içinde, bunların birer parçası oldukları da görülmektedir.

Gelenek ve Modernliğin Arası

Çağa uyum ve buna ilişkin yorum, belli noktalarda kırılmalar getirmiştir. Bu bağlamda oluşan modernist söylem, kimi noktalarda radikal bir tavra bürünerek İslâm Medeniyeti’nin geçmiş birikimi ile sorunlar yaşamıştır. İslâm Medeniye­ti’nin kendi içinde bir gelenek oluşturduğu, bu geleneğin de farklı bir devinim ta­şıdığı açık. Ancak adaptasyon ve çağa seslenme konusunda doğan sorunlar gide­rek bu geleneğe dönük olumsuz etkiler doğurmuş, geleneğe hasmane bir yakla­şıma neden olmuştur. Türkiye’de çağa uyma söylemi, İslâm’ı çağa uydurma ve söyletme şeklinde gelişen düşünce yüksek sesle ifade edilmemiştir. Zaman za­man siyasetin pragmatist söylemleri içinde bu tür tanımlama ve ihtiyaç beyanla­rına başvurulmuştur. Ancak fikri tekâmül anlamında bir sürece ve merhalelere sahip olamayan İslâmî modemist söylem kesik kesik, bağlanışız, tarihsel ve kül­türel bir arkaplandan yoksun olarak ortaya çıkmaya devam etmektedir.

Bir diğer metodolojik yanlış ise medeniyetle sağlıklı bir ilişki kuramayan Müslümanların, genel olarak algılarını Ziya Gökalp ve sonrasında gelen isimle­rin medeniyeti teknolojiye indirgeyen ve bunu da Batı’da arayan bir yola girme­leri olmuştur. Dolayısıyla Batı’nın teknik medeniyeti evrensel ve toplumlar ara­sı geçerliliği olan bir boyuta taşınmıştır. Osmanlının son dönemlerinde sadece Osmanlı değil tüm İslâm dünyası var olup olmama noktasındaydı. Tanzimatla başlayan, cumhuriyetle radikal bir yaklaşım kazanan modernleşme, belli kırılma­lar ve kopmaları da getirmiştir. Gökalp’in tezleri, âdeta tecrübî bilgisi ve sosyal tezi olmayan bir dünyanın önüne konulmuştur. Hafıza, savaş yıllarında ve sonra­sında sıfırlanmaya başlamış, âdeta dünyaya yeni gelmişçesine yeni bir dil ve ke­şif çabasına girişilmiştir. Müslümanların 20. yy.’da karşılaştıkları hafıza kopuş­ları hâlâ bir türlü  onarılabilmiş değil. Medeniyet olma yolunda en büyük hamle­lerden olan dil, bir anda geride bırakılmış, yeni ve tarih kaynaklarına ulaşamayan bir dil inşa edilmiştir. Bu dil, sadece bir harf değişimi değil, önemli bir zihin kı­rılmasıdır aynı zamanda geçmişle koparılan bağ sadece kültür kodları üzerinde gerçekleşmemiş, insan unsuru da adeta geri plana itilmeye zorlanmıştır.

Süreç içerisinde kamusallıktan ötelenen insan kitlelerinin yeniden toplumla temas kur­maları ilk dönem cumhuriyet modernleşmesinin tek tip kültür, tarih, medeniyet ve din anlayışını bir nebze de olsa bertaraf etmiş, alternatif bir hafıza oluşturmuş­tur. Ancak zaman içerisinde tarihsel birikim ve kültür kodlan ile tam olarak bir temas kurulamamıştır.

21.yy. başında yaşanan siyasal değişimler karşısında Türkiye’deki Müslü­man düşünce kadar tüm düşünce yapılan enteresan bir tarihe dönüş sürecine gir­miştir. Bunun tarihle ciddi bir buluşma olarak yorumlanabileceği gibi tarihin gü­nün konjonktürel yönelimlerine manivela yapılması olarak da bir yorum gelebilir. Bu ikinci yorum çerçevesinin devlet eliyle belirlendiği de bir diğer önerme olabilecektir.

Murat Erol, Hece Dergisi, İslam Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »

Hicret Sonrası Müslümanların Yahudilerle İlişkileri

Hicret Sonrası Müslümanların Yahudilerle İlişkileri

Siyasi Alanda İlişkiler

Hicretin ilk yıllarında Yahudiler Medine’de okluk­ça güçlü idiler. Kitap ehli olmaları sebebiyle Araplar üzerinde önemli etkileri vardı. Ancak Medine'de İslâm’ın varlığı, bölük-pörçük ve birbiriyle savaş halindeki Evs ve Hazreç kabilelerini birleştireli. Diğer taraftan Hicretle beraber Medine’nin sı­nırları belirlendi ve bir Vesika (Medine Sözleşmesi) hazırlandı. Bu Vesika'ya Yahudiler sonradan dahil oldular. Hz. Peygamber Yahudilerin İslâm’a girmeleri için çok gayret göstermişti. Ancak Yahudilerin çok az bir kısmı hariç, İslâm’a girmedikleri gi­bi önce halkı şüpheye düşürerek kararsızları etkileme, ilerleyen aşamalarda ise top­lumu kin ve düşmanlıkla doldurma ve nihayet Müslümanlara hile ve tuzaklar kurmak suretiyle ortadan kaldırma şeklinde bir strateji takip etmişlerdi.

Yahudilerin Hz. Muhammed ve Müslümanlara karşı ön yargılı olmalarının ve İslâm’a karşı mücadelelerinin arka planında şu hususlar yatmaktaydı: öncelikle o dönemde Yahudi din adamlarının cemaatleri üzerinde tartışmasız otoriteleri vardı. Kuran'da da belirtildiği üzere, din adamları dünyevi menfaatleri gereği hakkı gizleme yoluna gitmişlerdi. Diğer bir sebep de sahip oldukları güçlü dinî ve kültürel gelenekti. Bu güçlü arka plan; Yahudilerin İslâm’a karşı direncini beslemiştir. Hz. Peygamber’in İslâm’a davet çağrısına, Yahudilerin “atalarının yollarından ayrılmayacakları” (Bakara 2/170; Mâide 5/104) şeklinde cevap ver­meleri. bunu göstermektedir. Yahudilerin karşı çıkışlarının en önemli sebeplerin­den biri de hiç şüphesiz ırkçılıktan kaynaklanan kıskançlıkları idi. Hz. Muham­med’in kendi ırklarından çıkmaması nedeniyle, İslâm’a karşı müşriklerle bile it­tifak kuracak kadar Tek Tanrıcı geleneklerine aykırı davranmışlardı.

Hz. Muhammed, bu önyargı ve düşmanlığın gayet farkındaydı. Buna karşı bir dizi tedbir almayı ihmal etmedi. Öncelikle yukarıda zikri geçen Medine Vesika'sı hazırlanmış, ardından Medine’de Yahudilerin hâkim olduğu pazara alternatif bir pazar kurulmuştu. Bu siyasi ve ekonomik tedbirler yanında kılık kıyafetten, saç stiline kadar alternatif uygulamalarla, özgün bir ümmet oluşturularak Yahudile­rin Araplar üzerindeki psiko-sosyal üstünlüğü kırılmıştı. Bu uygulamaların çoğu­nu Müslümanlar bugün Hz. Muhammed’in sünneti olarak uygulamaktadırlar.
Medine’de köken itibariyle Yahudi olan Kaynukaoğulları, Müslümanlarla ak­dedilen anlaşmayı bozan ilk kabiledir. Bedir savaşının ardından Müslümanların başarılarını hafife alarak alay etmekle başlayan psikolojik didişme, Müslüman bir kadına yaptıkları tacize kadar uzanmıştı.

Bu olay bardağı taşıran son damla oldu ve Medine’den sürüldüler. Nadiroğulları’nın sonunu ise, Hz. Peygamber’e karşı suikast tertip etmeleri getirdi ve onlar da şehirden sürüldüler. Medine’de kalan, köken itibariyle Yahudi olan son kabile Kurayzaoğulları ise Hendek sava­şı sırasında Vesikadaki şartlar gereği Müslümanlara yardım etmeleri gerekirken, bunu yapmadıkları gibi, putperest Araplara şehirle ilgili önemli istihbarat bilgileri de vermişlerdi. Kuşatmanın kaldırılmasından sonra, bu davranışlarının hesa­bı sorulmak üzere mahallelerindik kuşatıldılar. fazla direnemeyen Yahudiler Se’d b. Muaz’ın hakem tayin edilmesini talep ederek onun vereceği hükme razı olacaklarını bildirdiler. Eski müttefikleri Sa’dda, onları Tevrat’tan kendi şeriatların da ihanete verilen hükümle cezalandırdı.

Müslümanların Yahudi kabilelerine karşı bu tavırları, onlara düşmanlıklarından değil, bizzat onların düzeni bozmalarından kaynaklanmıştı. O dönem İslam toplumunda bu üç kabile dışında sayılan on beşi geçen birçok Yahudi kabilesi Müslümanlarla yan yana yaşamaya devam etmişlerdi. Hatta Hz.Muhammedin eşlerinden Safiyye ile Reyhane nedeniyle akrabalık ilişkileri dahi kurulmuştu.

Arabistan'ın diğer bütçelerindeki Yahudilere gelince; Hudeybiye sonrası Hayber fethedilmiş, aynı yıl Fedek Yahudileri kendiliklerinden Vadilkura Yahudileri de bir günlük muhasaradan sonra Hayber Yahudilerinin yaptığı anlaşma şartları üzere teslim olmuşlardı. Tebük seferi sırasında da diğer bazı Yahudi kabileleri İslâm hâkimiyetini tanıdılar. Bunların her biri, farklı anlaşmalarla İslâm hâkimiyetine girdiler.

Gündelik Hayatta İlişkiler:

Yahudilerdeki seçilmişlik anlayışı ile asırların getirdiği dışlanmışlık, kendilerini diğer milletlerden üstün gütmeye sevk etmiş, bu anlayış dinî literatürlerine de yansımıştır. Hz. Peygamber'ın çağdaşı Yahudilerin "öteki”ne (Yahudi olmayan/goy) bakışı bu kabulün üzerine inşa edilmiş; kabul Talmud’da şekillendirilmişti. Yahudilerde "öteki"ne bakışın dönemsel olarak, din adamından din adamına, hatta olaydan olaya farklılık gösterdiğini belirtmek gerekir.Kuran’da bu ikili tavra, gayet realist şekilde değinilmiştir; Yahudiler özelinde Ehl-i Kitap’ın bir kısmına bırakılan çok önemli emanetlerin aynen iade edileceği; bir kısmının ise "ümmilere karşı sorumlulukları olmadıkları’’ için çok küçük bir şeyi dahi gasp etmeye çalışacağı belirtilmiştir (Âli Imrân 1/75). Ayette geçen “ümmi" ifadesinin Yahudilerdeki karşılığı "am hara~arets"dır. Yahudi geleneğinde bu tabir, “dini kaygısı olmayanlar" için kullanıldığı gibi, “Yahudi olmayanlar" için de kullanılmaktadır. Burada ikinci mana kastedilmekledir.

Yahudilerin İslam literatürüne yansıyan olumsuz özelliklerinin başkadan şunlardır; Dünya malına çok düşkünlerdi. Hatta bu tutum onları Allah'ı cimri görmeye sürüklemişti (Âl-i İmrân 3/181; Mâide 5/04), Yahudiler Hz. Peygamber’e "Muhammedi ya da "Nebi" ve "Resül" gibi peygamberliğini ifade edecek ya da çağrıştıracak şekilde hitap etmiyorlardı. Genelde oğlu Kâsım’a nispetle "Ebü Kasım" şeklinde hitap ediyolardı.

Bu tutumun, Hz. Peygamber'in, beklenen “kurtarıcı" mesih ismini ya da sıfatını unutturma veya gölgeleme gayretinden kaynaklandığı aşikardır. Bir diğer özellikleri ise. Hz Muhammed ile konuşurken küçük telaffuz oyunlarına başvurmaları idi. Örneğin kendilerine verilen selam’a ‘’lanet veya ölüm’’ manasına gelen ‘’sam’’ kelimesi ile yaptıkları kelime oyunu ile karşılık veriyorlardı.Bunun yanısıra Kur’anda ‘’reina’’(bize bak,bizi dinle manasında hitap cümlesi) yerine aynı anlamdaki ‘’unzurna’’ ifadesinin kullanılmasının tavsiye edilmesi (Bakara,104) yine onların bir kelime oyunları sebebiyledir.Yahudiler o hitapla,bir kelime oyununa müracaat ederek İbranice ‘’ra’na’’ ‘’şu bizim hayırsız !’’ anlamında kullanılanılıyordu.Buna benzer başka örnekler de mevcuttur.

Öte yandan o dönem Müslüman-Yahudi ilşkilerinin tamamen bu tür olumsuz ilişkiler üzerine kurulmadığının da belirtilmesi gerekir.Çünkü kaynaklarda Hz.Peygamber’le aynı toplumu paylaşmanın gereği olarak medeni ilişkiler içersinde olan Yahudilerden de bahsedilmektedir.

Nuh Arslantaş, Hece Dergisi, İslam Medeniyeti Özel Sayısı

 
Devamını Oku »

Müslümanların Yabancılarla İlk Etkileşimleri

Müslümanların yabancı kültürlerle temaslarının ilk neticesi düşünsel alanda olmuştur. Yabancı kültürün edebi-sosyal-siyasal-bilimsel yazın birikimi dikkatleri çekmiş ve bu yönde bir yandan fetihler sürerken bir yandan da bu eserlerin Arapça hakim dile kazandırılması çalışmaları hız kazanmıştır.

Temasların bir sonucu olarak, felsefe ve bilim birikimini elde etmeye yönelik olarak gerçekleştirdikleri ilk tercüme faaliyeti hakkında, Emevi prensi Halid b. Yezid (85-704) anılır. İlk Emevi Halifesi Muaviye’nin torunu olan ve ‘Mervan ailesinin filozofu’ olarak isimlendirilen Halid, ilk tercüme faaliyetlerini başlatmakla özellikle İslam bilim tarihinde önemli dönüm noktasına damgasını vurmuştur. Halid, İskenderiyeli Rum asıllı Mar Yuhanna’dan kimya öğrendiği gibi Mısır’da yaşayan ve aynı zamanda iyi Arapça bilen bir grup felsefe alimini Dımaşk’a davet ederek Yunanca ve Kıptice’den tıp, astronomi ve kimya ile ilgili bir çok eseri Arapça’ya tercüme etmelerini sağlamıştır.

Bu devirde bütün ilim dallarını ihtiva eden sistematik ve tedrici tercüme faaliyeti bu sayede büyük ölçüde gelişmiştir. Yabancı eserleri toplama faaliyeti Abbasiler tarafından daha da ileri götürülmüş, diplomatik yollar kullanılarak orijinal el yazmaları elde edilmiştir. En fazla göz önünde tuttukları Yunan eserleri olmakla birlikte Fars ve Hind literatüründen tıp, matematik, astronomi ve coğrafyaya ait eserler de tercüme edilmiştir. Daha sonraki asırlarda bilgin ve sanatçılar, Şam, Buhara, Bağdat, Kahire, Fez, Kayravan, Zeytuna, Kurtuba, İsfehan, İstanbul, Delhi gibi İslam dünyasının en önemli şehirlerinde ikamet ederek buraları ilim merkezleri haline getirmişlerdir.

Aşağıda geniş hinterlandları ile ele alınacak olan medeneniyetlerle İslam medeniyetinin etkileşimleri siyasi, kültürel, sosyal, ekonomik bir çok alanda gerçekleşmiş fakat; kalıcı, yayılımcı, etkileyici ve değiştirici olması dolayısıyla kültür etkileşimleri bu medeniyetler arasında asırlarca süren ve nesilleri peyderpey etkileyen –halihazırda etkilemeye de devam eden- uzun soluklu bir  etkileşim alanı olarak karşımıza çıkmaktadır. İslam’ın ilk yıllarındaki sahih dini öğretinin ve yalın dünya tsavvurunun değişmesi ve karmaşıklaşması pahasına kültür etkileşimleri her yeni coğrafi fetih ile birlikte daha da girift hale gelmiş, bununla birlikte İslam’ın temel öğretileri yeryüzüne yayılmaya devam etmiştir.

Etkileşimleri sağlayan sınıfların en başta tüccarlar olması manidardır. Tüccarlar, güvenli sınır hareketlerine ihtiyaç duyan, savaş, husumet ve güvensiz devletlerarası ilişkilerden ilk ve en fazla etkilenecek olan sınıf olması hasebiyle kültür etkileşimlerinde öncü vazifesi görmüşlerdir. Özellikle Hz. Muhammed (s.a.v.) in öğretilerinden sonra İslam’ı kabul eden ilk Araplar’ın sürdürdükleri ticari ilişkilerinin yanına, İslam’ın öngördüğü ve herkeste güven uyandıran düsturları eklediklerinde diğer kültürlerle olan çatışmalar da ortadan kalkmış, ‘İnananlar ancak kardeştir’ ilkesi temel hedef olarak benimsenmek suretiyle karşılıklı güvenin dini boyutu yavaş yavaş inşa edilmiştir. (Gönül Yonar- Hece Edebiyat, İslam Medeniyeti Özel Sayı, 2013)

Dünya, her dönemde çok boyutlu bilgi kaynaklarına ihtiyaç duymuştur. Günümüz modernist paradigmaları ‘global’ tektipliliği önerse de, müslümanın algısı bu konuda berrak olmalıdır. Çünkü İslam medeniyetinin dinamikleri bizzat Kur’an merkezli bir evrenselliği işaret eder.

‘Doğu’da Batı’da Allah’ındır; nereye dönerseniz dönün Allah oradadır.’ ayetinin İslam medeniyetine sağladığı perspektif, onun toplumlarla kurduğu bağın temel kriterlerini oluşturur. Olumlu olumsuz günümüzde dek süren etkileşimlerin, medeniyet havzaları arasında sağladığı potansiyeller artık ‘global’ algının tek merkez idrakine indirgenmiş durumdadır.

Bugün artık dünya, gittikçe anlamsız bir hal alan ve baskın kültürün gücü ile birer robot haline dönüşmüş durumdadır. Doğu’nun Batı karşısındaki bu durumu için tarihsel geçmiş hiç de uzak değilken, Doğu, yenilmişliği, geri kalmışlığı çoktan benimsemiş olarak, kendisinde varolan dinamikleri bir türlü harekete geçirememekte ve kendi kültürel mirasının üzerinde yükselen Batı’nın, günümüzde artık yozlaşmış politikalarına küresel ölçekte maruz kalmaktadır. Uzun süren sömürgeleştirme hareketlerinde neredeyse paramparça olan Doğu dünyası, düşmanlığın, husumetin, savaşların ve katliamların sıradanlaştığı bir coğrafya haline gelmiştir.

Kanımız odur ki, eğer Batı, gerçekleştirdiği rönesans sonrası bilimsel ilerlemelerine devam etmesine rağmen, Doğu coğrafyasına yönelip başta küçük eyaletlerden başlamak üzere sömürgeleştirme hareketine girişmemiş olsaydı, salt kendi bilimsel teknolojik gelişmeleri bağlamında yoluna devam etseydi, Doğu kendi geri kalmışlığını bir süre sonra aşabilirdi. Sömürgeleştirme; sosyal-ekonomik-kültürel-siyasal boyutlarıyla, aynı coğrafyayı paylaşan insanların birbirlerine olan güvenlerini, inançlarını, sadakatlerini yerle bir etmeyi başarmış bir proje olarak, bir medeniyeti bir daha ayağa kalkamaz şekilde sakatlamanın da adı olmuştur. Birkaç asır önce birbiri ile ciddi etkileşimlerde bulunan iki medeniyetten birinin ilerlemesinin, diğerinin bu denli bir ölümüne neden olması doğrusu ancak sömürgeleştirme gibi son derece ‘alçakça’ bir girişimle açıklanabilir. Bu nedenle kurumlarına, siyasal yapısına, dini değerlerine, siyasal dengelerine, ilmi zenginliğine, kültürel kuşatıcılığına karşı oynanmış bu oyunu bozmak Doğu’nun her evladının boynuna bir borçtur. Elbette bunun başta siyasal olmak üzere birçok nedeni vardır. Hilafet kurumunun ortadan kaldırılmasıyla idare eden odak mevzusundan yoksun kalan Doğu dünyası, kültüründen, dini değerlerinden ve tarihsel birikiminden yola çıkarak yeniden kendi rönesansını gerçekleştirebilir.

Yukarıdaki değindiğimiz ‘ Doğu da Batı da Allah’ındır.’ ayetinin sağladığı kozmolojik gerçek, müslüman idrakin maddi ve coğrafi sınır algısına esir olmaması sonucunu doğurur. Zamanın doğrusal olmasından ziyade devrî olduğu düşüncesini de buna eklediğimizde, İslam medeniyetinin teorik olarak medeniyeti tektipleştirme tehlikesine karşı tedbir aldığı da gözden kaçmamalıdır. İslam medeniyetinin böyle bir gücü vardır ve bu güç, bizzat onu vareden iç dinamiklerinde mevcuttur.

Global dünya düzeninin, medeniyetler çatışması senaryolarına karşı İslam’ın kadim medeniyetlerle kurduğu sağlam iletişimin en azından teorik sonucu bize ‘Doğu’da Batı’da Allah’ındır.’ ayetinde gizli olan ortak insanlık mirasını işaret etmektedir.

Gönül Yonar- Hece Edebiyat, İslam Medeniyeti Özel Sayı, 2013
Devamını Oku »

İslam İnancın'da Medeniyet

İslâm inancı açısından Medeniyet devlet teorisi olma­yıp, Müslüman toplumun yeryüzünde “halifetü’l arz” vasfına uygun şehir sis­temleri kurarak ticarî/içtimaî/ilmî/adlî yapıyı imar etmesidir. Bunun bir akitler, bağıtlar yapılaşması ile karşılıklı mesuliyetler getirdiği tartışmadan varestedir. Şehirler sistemi, Osmanlı asırları boyunca Osmanlı siyaset yapısının yanında tat­bik edilmiştir. Osmanlı siyaset yapısına taraf olmayan halkın vakıf, bedesten, mahalle, tımar, tekke, medrese ve kadılık sisteminin gerçek hamisi ve hadimi ol­duğu reddolunamayacak bir gerçektir. Medeniyet ahkâmı yaşayan toplumla ilgilidir, halkın Müslümanca yaşamına/dindarlığına dair kurumlarıdır ve top­lumsal manada yalnızca İslâm’dır.

(Lütfi Bergen)

Hece Dergisi,İslam Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »

Kuran-ı Kerim ve Bir Medeniyet İnşası

Medeniyet tabiri bizim geleneğimizde olumsuz anlamının yanı sıra olumlu manada da kullanılmıştır. Birçok eserde rastladığımız “Islâm Medeniyeti” tabiri bu kelimenin olumlu manada kullandığı yerlerden biridir. Islâm Medeniyeti, ta­biri gerçekte geniş bir coğrafî alanı, engin ve zengin bir kültürel mirası, derin ve köklü bir kültürel geleneği ifade eder. Bu tabirle coğrafî olarak Uzakdoğu ve As­ya’dan başlayıp Afrika'nın içlerine, Kuzey Afrika’dan ta Pasifik okyanusuna ka­dar geniş çaplı bir coğrafi alanın sahip olduğu ve insanlığa miras bıraktığı kültü­rel çeşitliliklerin birleşimi anlaşılır. İşte bu devasa coğrafi yapı ve farklı dil ve et­nik kökene sahip toplumların mensubu olduğu medeniyet, “Bu şekilde sizi orta bir ümmet kıldık ki insanlığa şahitler olasınız, Resul de size şahitlik etsin’’(Ba­kara Suresi, 2/143) ayetinin muhatabıdırlar.

Aslında Kur’an’ın dünya görüşü onu beyan etmek ve tebliğle sorumlu olarak Hz. Peygamber’in hayatında tecessüm etmiştir. Hz. Peygamber’in hayatı, Kur’an’ın fiili tefsiri ve tatbikidir. Onun hayatında müminler için en güzel örnekler yeral­maktadır. Kur’an ve onun fiili tefsiri niteliğindeki sahih sünnetin içerdiği inanç, ibadet, ahlak, hukuk, siyaset, iktisat ve diğer alanlarla ilgili esas ve uygulamalar, İslâm medeniyetinin fikri ve ameli yapıtaşları olmuştur. Kur’an’ın kılavuzluğun­da yürüyen İslâm medeniyeti, kaynağını vahiy ve akıldan alan bir özellik arz et­miştir. Bu medeniyet vahyin rehberliğinde yürümek isteyen müminlerin akılları­nın erdiği, fehimlerinin yettiği ve muhayyilelerinin canlandırdığı yapı(m)larla şekillenen bir medeniyet olmuştur.

Hikmetin müminin yitiği olduğuna inanan İslâm ümmeti, İslâm’ın iman esas­larım, şartlarını, amelî hükümlerini, ahlak esaslarını, bireysel ve toplumsal haya­ta dair umdelerini, diğer kültür ve medeniyetlerin birikimlerinden de yararlana­rak harmanlamış ve böylece İslâm kültür ve medeniyetini inşa etmiştir.

Mukaddes kitaplar insanlara, kılavuz ve ilham kaynağı olur, insana, hayata ve evrene dair ortaya koydukları esaslarla medeniyet yolculuğunda güzergâh belir­lerler. Son İlâhî çağrı olan Kur’an da Yesrib adını taşıyan Medine’yi nurlandırarak “münevver” hâle getirmiş ve bu şehri “Medine-i Münevvere” yapmıştır. Hz. Peygamber, Medine’de ilk İslâm şehrini kurmuştur. Burada şehrin planlamasını, camisini, cami çevresindeki müştemilatı inşa ederek ilk örnek İslâm şehrini oluş­turmuştur. Hayata, insana, insanlara arası ilişkilere ve evrene dair söylemleriyle İslâm medeniyetinin tohumlarını ekmiştir. Medine’deki Mescid-i Nebevi, bitişi­ğindeki medresesi, hücre-i saadete ait odaları ile çok yönlü işlev gören bir külli­ye örneği olmuştur. Bu şehir çarşısı, sokakları, caddeleri, pazarı ve diğer mekân­larıyla Raşit halifeler döneminde eklenen diğer ilaveleriyle bir medeniyet örneği olmuştur. İslâm tarihinde Mekke ve Medine’den sonra farklı Müslüman devlet­lere başkentlik yapan diğer İslâm şehirleri, İslâm kültür ve medeniyetinin ışıltı­larını muhtelif coğrafyalardaki diğer şehirlere de yaymışlardır.

Allah Resulü, Medine’de önce müminler arasında sevgi, saygı, yardımlaşma ve dayanışmayı emretmiştir. Asırlardır birbirine düşman olan Evs ve Hazreç ka­bilelerini barıştırmış, Mekke’den gelen muhacirlerle Medineli ensarı kardeş yap­mıştır. Ensar ve muhacir kardeşliği Kur’an tarafından da övülmüştür. (Haşr, 9) Kur’an, müminlere erdemli olma ve takvada yardımlaşmayı emretmiş, günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayı nehy etmiştir. (Maide, 2) Allah Resulü, Medine’de başkalarıyla ve diğer din mensuplarıyla bir arada yaşamayı hedeflemiş ve Medi­ne Vesikasını imzalamıştır. Karşı taraf ahitlerine bağlı kaldığı müddetçe kendisi hiçbir andlaşmayı bozmamıştır. Peygamber olmasına rağmen Önemli meselelerde vahiy yoksa ashabıyla müşavere etmiş, şura ve istişareyi müminlere de tavsiye etmiştir.‘’İşlerin hakkında onlarla müşavere et, azmedince artık Allah'a dayan, Allah kendisine tevekkül edenleri sever." (Al-i İmran, 129)

Kur’an'ın ilk muhatapları üzerindeki en büyük dönüşümü önce inanç düzeyinde yapmıştır. Cahiliyye Araplarının gökleri ve yeri yaratan ancak sonrasına karışmayıp işlevsiz hale gelen  birçok ortağı bulunduğuna inanılan Allah anlayışını hiçbir etkisi ve belirleyiciliği olmayan, evreni yarattığı sonra da onu kendi haline bırakan ve artık hiçbir şeye karışmayan etkisiz eleman niteliğindeki tasavvuru kökten yıkmıştır. Kur’an’la birlikte bu anlayış kökten değişti ve Allah inancı, Müslüman bilincinin merkezine yerleşti. İslâm, Allah merkezli bir din, İslâm medeniyeti de Kur’an merkezli bir medeniyet oldu.

Kur’an’ın ahkâma dair ayetleri, İslâm geleneğinde özgün bir hukuk sistemi­nin şekillenmesini sağladı. İslâm dininin iki temel kaynağı olan Kur’an ve sün­nete, icma ve kıyas da eklenerek yepyeni bir hukuk sistemi gelişti, serpildi. Di­ğer deliller de desteklenen bu fıkıh sistematiğinin sağladığı gelişme, İslâm me­deniyetinin bir fıkıh medeniyeti olarak adlandırılmasını sağladı.

Kur’an, ağır çöl şartları altında yaşayan bedevi bir toplumu kısa sürede hadari ve medeni bir ümmet hâline getirdi. Kur’an’nın birçok suresinde bireysel hayat­tan, gündelik yaşama ve hatta görgü kurallarına dair ayetlerin varlığı dikkati çe­ker. Bu ayetlerde Allah Resulüne karşı konuşma adabından, yemek davetlerine, evlere ve odalara nasıl girileceğinden, aile içi insani ilişkilere dair öğütleri de içe­ren birçok görgü kuralı yer almaktadır. Kur’an’ın evlenme ve boşanma adabına dair kuralları, evlilik ve yuva kurma, nişan ve düğün âdetlerine dair genel pren­sipleri, İslâm kültür ve medeniyetinin kılcal damarlarına kadar nüfuz etmiş, tarihi süreçte farklı milletlerin âdet ve gelenekleri üzerinde derin izler bırakmıştır.

Kur’an’ın yenilmesi ve içilmesini helâl veya haram kıldığı gıdalar, eti helâl veya haram olan hayvanlar, yeme ve içemeye dair çizdiği sınırlar İslâm medeni­yetinde diğer medeniyetlerden farklı bir yemek ve mutfak kültürünün ortaya çık­masını sağlamıştır. Yenilmesi ve içilmesi helâl veya haram olan gıdalara dair sı­nırların netliği İslâm geleneğindeki mutfak kültürünü diğer mutfaklardan net bir biçimde ayırmıştır.

Kur’an’ın sanata dair bakışı, güzele ve güzelliğe dair temel bakış açısı, güzel sanatlar alanında da İslâm medeniyetinin diğer medeniyetlerden farklılığını orta­ya çıkarmıştır. Putperest bir toplumu ıslahı hedefleyen Kur’an’ın heykel ve res­me yönelik sınırlayıcı ve mesafeli tutumu, İslâm medeniyetinde resim ve heykel­den ziyade, hüsn-ü hat, tezhip, nakkaşlık ve minyatür gibi yönelişlerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. İslâm’ın sanat ve estetik anlayışı Müslüman toplumlara özgü sanatların gelişmesini, geleneksel sanatların ortaya çıkmasını, mimari yapı­ların farklı bir estetik anlayışla tasalarnmasını sağlamıştır. İslâm geleneğinden devraldığı mirasa diğer toplamların kütür ve medeniyetlerinden de istifade ede­rek Osmanlı medeniyetinin insanlığın Kültürel mirasına kazandırdığı mimari eserler, İslâm estetiğinin ince zevkini ve mimarının yükseldiği zirveyi yansıtır.

Kur’an’ın musikiye ve eğlenceye yönelik bakışı, İslâm medeniyetinde özgün bir musiki zevkinin doğmasını sağlamıştır. Musikinin ruhun gıdası olduğu anlayışı,tensel hazları ve taşkınlığı değil, ruhsal dinginliği ve huzuru arayan farklı bir zevk ve ahengin tezahür etmesini sağlamıştır.

Medine’de inşa edilen mescidin merkezi işlevi ve konumu, İslâm şehirlerinin merkezinde mabedin yer aldığı bir yapılaşmaya göre kurulmasını sağlamıştır. Bu ilk örnek Islâm medeniyetinde, ceminin etrafında medreselerin, aşevlerinin, tür­belerin yer aldığı külliye geleneğini ortaya çıkarmıştır.

Kur’an her şeyden önce bir fesahat ve belagat şaheseri, Hz. Peygamber’in en büyük mucizesidir. Cahiliye şairlerini susturan Kur’an’ın eşsiz fesahat ve belagati, içerdiği edebî zenginlik Islâm medeniyetinde sözün, şiir ve edebiyatın gelişimi­ne çok büyük etki etmiş, büyük ediplerin yetişmesine zemin teşkil etmiştir. İlâhî hitabın bu hususiyeti işitme ve söz merkezli bir medeniyetin inşasını sağladı. Is­lâm medeniyeti kelâmın, dil ve sözün merkezde yer aldığı bir medeniyet oldu.

Hiç kuşkusuz medeniyetlerin teşekkülünde tek değil çok farklı etkenlerin ve unsurların etkili olduğu söylenebilir. Vahiy gelenekleri ve dinler kadar, insan aklı ve bilgisi, tarih ve coğrafya da medeniyetlerin teşekkülünde önemli etkenler­dendir. İslâm medeniyetinde Müslüman toplumların Kur’an’ı esas alarak yaşa­maya çalışmaları, İslâm medeniyetinin teşekkülünde bu İlâhî kitabın büyük etki­sini ortaya koymaktadır. Elbette İslâm toplumlarının bütün düşünüş ve davranış­larının, kültür ve medeniyetlerinin tamamen Kur’anın eseri olduğu ve onun ta­rafından belirlendiği söylenemez. Ancak bütünüyle olmasa da büyük oranda Kur’an’ın etkili olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Bu gerçeğin bilincinde ola­rak bazı doğubilimciler İncilsiz bir Hıristiyanlık mümkündür ancak Kur’an’sız bir İslâmiyet asla demekten kendilerini alamamışlardır.

Nebevi geleneğin son halkasını teşkil eden Hz. Muhammed’in veda hutbesin­de müminlere emanet olarak bıraktığı Kur’an ve sünnet ekseninde kendi destanını yazan İslâm medeniyeti insanlık tarihine ışık tutmaya, müminlere ilham kay-nağı, münkirlere boy aynası olmaya devam edecektir

Mesut Okumuş / Hece Dergisi,İslam Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »

İslam Neyi Hedefliyor: Müslümanca Yaşamayı mı, Uygarlığı mı?

...Kültürün uygarlık hâline dönüştürülmesi, bu demektir ki, kültür unsurlarının süslenmesi, pahalı, tekellüflü hâle dönüştürülmesi, insanın sapmasında, doğru yoldan kaymasında başat rol oynamaktadır.

Bu itibarla bir Müslümanın gündelik hayatında ihtiyaca binaen kullandığı - barınaklardan, ibadethanelerden başlayarak sofra malzemesine kadar her türlü eşyanın asal görevini icra edecek biçimde imal edilmesi; onların süslenerek, pahalı malze­me ile yapılarak asal işlevlerini yapamaz durumda bırakılmasından, başka bir de­yişle kültürün uygarlığa dönüştürülmesinden kaçınması gerektiği anlaşılmaktadır.

Hâlen, ulaşılması istikametinde hedef olarak seçilen Batı uygarlığı, “hakikat”ten kalkıp akim yetenekleriyle kendini sınırlamış değil fakat akıldan hareket­le akılda sınırsız yetenekler vehmetmiştir. Onun aklı insanı eşrefi mahlûkat ola­rak görüyor fakat tanımladığı eşrefi mahlûkat doğayı sömürme hakkını kendin­de görebiliyor. Yalnızca doğayı değil, başka insanları da eşyayı da... Batı dünya­sının sömürgeciliğinde, onun, insana tanıdığı böylesi bir tanımı öngörmesinin izini sürmek mümkündür. Oysa aynı insan tanımından hareketle insanı eşrefi mahlûkat olarak tanıyan İslâm telakkisinde, insana, şerefli mahlûka yaraşır bi­çimde tabiata, eşyaya, insana muamele etmesi telkin edilmektedir. Böylece o, ta­biata ve insana kardeş, ana, bacı muamelesinde bulunur. Onun hedefinde bir uy­garlık kurma yoktur, o, kendi kültürünün unsurlarını inşa etmekle yetinir, O kül­türün uygarlık hâline dönüştürülmesine izin vermez (vermemeli). Nitekim mescitlerin ihya edilmesi, onların görkemli biçimde inşa edilmesi olarak değil, fakat işlevine uygun biçimde tasarruf edilmesi (mescitleri ziyaret, orada ibadet) bağla­mında algılanmıştır. Böylece insan, mescidin değil fakat mescit insanın hizmeti­ne âmâde kılınmıştır.

İslâm'da hem varsıllığın, hem yoksulluğun övüldüğü durumlarla karşılaşıla­bilir. Bu, öngörülen bir ilkedeki çelişki olarak yorumlanırsa oradaki hükme yan­lış anlam verildiğini düşünürüz. Varsıllık da yoksulluk da şükür vesilesi olarak görülebiliyorsa bu hükmün içerdiği hikmet anlaşılır hâle gelir. Müslümana, dün­yadan el etek çekmesi salık verilmemiştir; bilakis bu dünyada yaşayan kul ola­rak onun hakkının yerine getirilmesi öngörülmüştür. Ancak dünyanın hakkının yerine getirilmesi Müslümanın algısına göre ondan müstağni olmayı sonuçlar; ona ram olmayı değil... Böylece, kimi yerlerde görülen paradoksal hükümlerin, İslâm'ın asal mantığı olan ve çelişkiyi aşan bir mantıkla (bu mantığa diyalektik mantık demekte sakınca görmüyorum) kavranılması gerektiğine işaret etmiş olu­yoruz. Bu mantığın isterlerine göre hareket edildiğinde, dünyaya istiğna göster­mekle dünyayı insana hizmet eder duruma geçirmek imkân dâhiline girer. Tersi, yani insanın dünyaya hizmet etme hâli, Müslüman algısında ihtimaller âlemin­den tard edilmiş olur. Böylece İslâm’ın özgül mantığına da işaret etmiş oluyoruz.

Buradan, günümüzün güncel sorunlarına değinme fırsatını yakalayabiliriz. Yaklaşık son yüzelli yıldan bu yana İslâm dünyasında yaşayan insanlara musallat olmuş yanlış sorulara, yanlış cevaplar verme... Soru doğru konulmayınca onun ce­vabını da doğru almak söz konusu olmaz. Niçin televizyonu (ve benzeri her türlü aleti) Müslümanlar icat etmedi; niçin Ay’a seyahati Müslümanlar gerçekleştirme­di? Bu istikametteki sorulan istediğiniz kadar çoğaltabilirsiniz. Bu sorular karşı­sında takınılan tutum ve cevap şudur: Bu sonuç, bizim tembelliğimizden, ilme ge­reken önemi vermememizden kaynaklanmıştır! Fakat acaba? Acaba Müslüman­lar, kendine özgü hayatin hakkını vererek yaşamaya özen gösterseydiler, bu tür icatlara yönelme ihtiyacım duyarlar mıydı? Bu tür icatlar, Hristiyan Avrupa insa­nının, son tahlilde Kilise’ye karşı olan tavrından çıkan ilim anlayışının ürünüdür. Bu ilim anlayışı, Kilise’nin tasarrufunda bulunan dine karşı geliştirilmiş bir telak­kinin eseridir. Bu ilim, sekliler ve profan bir anlayış temelinde neşvünema bulu­yor. Bu anlayış biçimi, aynı zamanda onun ahlakî anlayışının da temelini oluştu­ruyor. Başka bir deyişle, bizim Tanzimat ve sonraki dönem aydınlarımızın gıptay­la baktığı Bati dünyasının ilim telakkisi işbu seküler ve profan ahlak temelinde yükseliyor. Dolayısıyla o ilmi talep ettiğinde, onun ahlakı da istemesen de kendi­ni dayatmakta gecikmez, öte yandan tümüyle bu ilim ve ahlak telakkisinin icadı olan modem ilim, Müslümanların aşina olduğu bir telakki tarzına asla çanak tutmaz. Aya gitmek, televizyon icat etmek gibi durumlar, Müslümanın hayatında reel karşılığı olan ihtiyaçlar cümlesinden sayılmaz. Neticede bütün bunlar, basit bir hesap meselesinden ibarettir ve gözde büyütülecek işlerden sayılmamalıdır. Zor olan, tağuti hayattan vaz geçebilme noktasında temerküz eder. Oysa Batı uygarlığının dayattığı hayat tam, insanı tağuti bir rejime yöneltiyor. Müslümanın asıl bu dramatik durumun farkına varması talep edilmelidir.

Kısacası, hangi noktadan hareket edersek edelim, aynı tabloyla karşılaşıyoruz: İslâm, bizden tekellüflü bir hayat yaşamamızı talep etmiyor. Bilakis, basit ve sa­de bir hayatı öngörüyor. Bu basit ve sade hayat, insanı, hem başka insanlardan, hem dünyadan müstağni kılıyor; Ban tarzı uygarlık ve onun telkin ettiği yaşama tarzı ise insanı hem dünyaya, hem başka insanlara bağımlı kılıyor, oysa onun talebi bunun tam da teni istikamette yer alır. O, dünyaya ve başka insanlara ege­men olma niyetiyle yola çıkmışken ona hizmetçi durumuna giriyor. Tanzimat’tan bu yana, İslâm ülkesinin aydınlan farkına varmadan tam da bu köle olma hâline sahip çıkmış oldu. Sonuç, istemese de, onun talebinin ve tahayyülünün zıt istika­metinde tecelli etti. O, Batı’nın ilmini benimseyerek kendi toplumunu özgürleştir­menin yolunu açmak isterken, onu -ilâhı hikmet gereği- ilme ve dünyaya köle kıl­dı. Cahiliyeden kurtulmanın yolunu ararken, cahiliyenin tam da ortasına düştü.

Öyleyse yapması gereken şey nedir? Basit: zihinsel hicretini gerçekleştir­mek,.. Zihinsel hicret, on un zihnine yerleşmiş olan tağuti düzenin tüm ayartıcı kavramlarını, kuramlarını zihninden dışlayarak, İslâm’ın öngördüğü basit hayat tarzına talip olmak; kendi asal ilmini yeniden, sil baştan ondan ne istediğini kav­ramak ve gereğini yerine getirmek.,,

Rasim Özdenören / Hece Dergisi,İslam Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »